YAZARLAR

Bir heyula dolaşıyor

Şuracıkta, yanı başımızda IŞİD’in canileri, eşcinselleri yüksek binaların tepesinden attı. İnsanları paletli araçlarla, silindirlerle ezdiler. Kafa kestiler. Kadınları, kız çocuklarını köleleştirip, eşya gibi alıp sattılar. Geçen yüzyıl olmadı bunlar, dün oldu. Şimdi de gökten ateş ve ölüm yağıyor sivillerin üzerine. Yine şuracıkta, yanı başımızda. Kana ve ölüme bağışıklı kazandık sanki. Boş gözlerle izliyoruz olan biteni.

İtalya seçimi, Almanya’da büyük koalisyon, Polonya, Macaristan, Rusya derken sanki Avrupa’da bir heyula dolaşıyor. Bir buçuk milyar nüfuslu Çin’de Şi’nin ömür boyu liderliği. ABD’de Trump’ın öngörülemezliği. Küresel olarak gelir dağılımındaki derin eşitsizlik. Kapıya dayanmış barbarlar, suyu geçip surları aşmaya çalışıyor. İçeri sızmış bünyeye yabancı birtakım unsurlar “site” hayatını tehdit ediyor. Sanki bu heyula elindeki uğursuz kampanayla demokrasinin ölümünü haber veriyor.

Visconti’nin klasik “Venedik’te Ölüm”* filminin baş karakterinin hali gibi. Ağır makyaj dökülüyor, saçın boyası alından çehreye akıyor, vücudu kemiren hastalık ilerliyor. Yeniden gençliğe geri dönmek olanaksız. Tarih zemini altımızdan kayıyor, bir çağ kapanıyor. Orta oyununu izliyoruz. Halbuki niyet bizim de katılımımızdı ortadaki bu oyuna, haydi bilemediniz temsil edilmemizdi. Tiyatro oyununa, temsil de demez miyiz?

Dirk Bogarde, “Venedik’te Ölüm”, 1971.

Şuracıkta, yanı başımızda IŞİD’in canileri, eşcinselleri yüksek binaların tepesinden attı. İnsanları paletli araçlarla, silindirlerle ezdiler. Kafa kestiler. Kadınları, kız çocuklarını köleleştirip, eşya gibi alıp sattılar. Geçen yüzyıl olmadı bunlar, dün oldu. Şimdi de gökten ateş ve ölüm yağıyor sivillerin üzerine. Yine şuracıkta, yanı başımızda. Kana ve ölüme bağışıklı kazandık sanki. Boş gözlerle izliyoruz olan biteni.

Yaşlı Avrupa’nın derdi de surlarını tahkim etmek. Sur içinde bıçaklı, kamyonla kalabalığa dalmalı eylemler yalnızca toplumu ürkütmüyor, toplumu çürütüyor da. Sur dibinde ise bizim muhafızlığımızdan memnunlar. Geleceğe dair bir anlatıları yok çünkü gelecek yok. Bu kafayla giderse geleceği olmadığı yalın gerçeğiyle yüzleşme anını öteliyor sadece Avrupa. Temsil deyince Brüksel ve Strazburg’daki devasa gri bürokrasi merkezlerini büyütmeyi tahayyül edebiliyor.

Ya ABD Başkanı Trump? O da Meksika sınırına duvar örmeyi saplantı haline getirmiş. Olmadı çelik ve alüminyumda yaptığı gibi gümrük duvarlarını yükseltiyor. Parmağı Kuzey Kore ve İran için sürekli tetikte. Yarın sabah uyanıp ne kararı alacağını en yakınındakiler dahi bilmiyor. Temsilciler Meclisi Teksas eyaletiyle seçim dönemine fiilen girdi. Eski FBI Başkanı Müller’in yürüttüğü soruşturmanın çemberi en tepeye doğru daralıyor. Bunlar da gerilimi artırıyor.

Bu olağan dışı depresif küresel durum zaten gülünesi hale indirgenmiş kendi küçük dünyalarımıza da gölgesini düşürüyor. Bizim üzerimize ilaveten bir de ülkemizin solunamaz, pekmez kıvamına gelmiş siyasal havası biniyor. Yarın ne olacak bilmiyoruz. Huston’un “Yanardağın Altında”** filminin uzun açılış sahnesindeki ayyaş konsolosun Ölüler Günü yürüyüşü gibi. Kah tebessüm ederek, kah sendeleyerek biz de sanki kendi yavaş çekim cenaze törenimizin içinden yürüyoruz bir uçtan diğerine.

Albert Finney, “Yanardağın Altında”, 1984

İşte heyula da böyle geziyor sanki buralarda. Ölümün heyulası, savaşın, baskının heyulası. Siyasete dokunmadan idare reformu olmuyor. Katılımcılık da, yerinden yönetim de ifade özgürlüğü güvencesi sağlanmadan. Bir esin kaynağı, bir çıkış aranıyor el yordamıyla. Akılcılık adı altında, yaratıcı hayal gücü tırpanlanıyor. Dijital dönüşüm, İngiltere İşçi Partisi’nde Corbyn veya İtalya’nın Beş Yıldız hareketinde katılımın, Çin’de, İran’da ise bireyi denetim altına almanın aracı olabiliyor.

Afrika’dan İtalya’ya ulaşmaya çalışan baldırı çıplak, umutlarından başka hiç bir şeyi olmayan insanlar. Atlantik’ten Hint Okyanusu kıyılarına dek 250 milyonu aşan bir Arap nüfus. Tüm bu nüfusun bir yılda bastığı kitaptan daha fazlasının yalnızca İspanya’da Arapça’dan çevrilip yayımlandığı bildirilmişti. Değerli akademisyen-gazeteci Soli Özel’in paylaştığı bir başka rakama göre Çin’in ABD’ye ihracatı tüm İslam ülkeleri toplamının yaklaşık üç katı. Demokrasinin, ifade özgürlüğünün vaziyetinden ise söz etmeye gerek dahi yok.

Biliyorsunuz Lowry’nin ayyaş konsolosu ayılamıyor filmin sonunda. Mann’ın profesörü de. Bizler ayılıp, “site” hayatını yeniden kurgulayabilecek miyiz? Kurgulayabileceksek hangi vadede? Bunun için ilk önce siyasi tartışma ortamında tam akışkanlık sağlamak gerekiyor herhalde. Yurttaşların homurtusu, karar alma düzeneklerine daha doğrudan katılmaya ilişkin. Dönemeci alamazsak, yol kenarındaki hendeğe yuvarlanacağız. Yeni bir “biz” kurgusu yaratmamız için heyulanın elindeki o uğursuz kampana vaktin daraldığını haber veriyor.

*Romanın yazarı Thomas Mann, ilk basım tarihi 1912.

**Romanın yazarı Malcolm Lowry, ilk basım tarihi 1947.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.