YAZARLAR

Hainlik

Taarruz borusuyla kendilerinden geçerek çıkmaz yola doğru koşanları uyandırıp, kendi rüyalarında değil başkalarının kâbuslarında rol aldıklarını anlatmak hâlâ mümkün müdür? Bilemiyorum. Ama denemek zorundayız. Denemezsek riyakâr oluruz.

Türkiye’de hiçbir siyasî akımın, hareketin, partinin, hiçbir ideolojinin mensupları arasında yanlış düşünen yoktur. Farklı yol öneren yoktur. Farklı öncelikleri olan, farklı çözümleri daha etkili veya yararlı bulan yoktur.

Hainler vardır.

Kabulleri tartışmaya açan, haindir. Topluca benimsenmişi sorgulayan haindir. Giderek, liderliğin çizdiği yolun tekliğini, o çizginin yönünü, giderek liderliğin yanılmazlığını, giderek liderin herhangi bir kararını tartışan haindir.

Solda bu mekanizmanın daha çeşitli ve azıcık daha incelikli versiyonları işler, sağdaysa daha yekpâre, daha kaba modelleri. Siyasî sağcılık zaten, esas olarak, varsayılan “güçlü”nün iktidarının sorgulanamazlığı üzerine kuruludur. Bunun pratiğe dönüşmüş ideal hali, sorgulanamaz iktidarlardır.

Türkiye’de çoğunluğun dindar oluşundan hareketle, tek tanrıya, Allah’a tapınıldığı varsayılır. Oysa gündelik toplumsal hayatta yegâne otorite ve kılavuz, devlettir. Allah, inanan-inanmayan herkesin manevî âleminde “vicdan” adıyla hüküm süren karmaşık tekil kuvvetleri bünyesinde birleştirebilen bir muazzam mefhumdur. Devletse vicdansızdır. Tanımı gereği öyledir, varlık şartı itibarıyla böyledir.

Üstelik dünyevî iktidarın aracıdır ve varlığını sürdürebilmek için vicdanı buyruğu altına almak ya da tesirsiz kılmak zorundadır. Ve tabiî devlet, onu sahiplenen ve başkalarından esirgeyen birilerinin varlığıyla vücut bulabilir. Bütün kudretine rağmen kendi sûreti, cismi yoktur. “Devletin sahipleri”, işte bu soyutluğa kendilerini vücut edenlerdir. Kendilerini hükmetmeyle, kudretle özdeş kılanlardır. Bu kudret, ancak başkasını bundan mahrum ederek ve ettikçe hissedilir, sahiplenilir, kullanılır.

DENEMEZSEK RİYAKÂR OLURUZ

Bu yüzden, onların birilerini hain ilan etmesi başkalarınınkine benzemez.

Bu yüzden, Türkiye’nin sorunlarının çözümünde çatışma değil görüşme-konuşma yolu tercih edilsin diye gayet nazik bir mektubu imzalayan 170 kişiye cumhurbaşkanının hain demesi de başkalarınınkine benzemez. Yalnız Tayyip Erdoğan’ın sözüyle hayatımızı karartmaya hazır yetkili-yetkisiz kimselerin durumdan vazife çıkartabilme ihtimali nedeniyle değil. Hepimizi temsil etmesi gereken ve hepimizden sorumlu olan makam tarafından hain ilan edildiğinizde, “hepimiz”in yeraldığı bütünlükten dışlanmış da olursunuz. Bu da, bugün yaratabileceği muhtemel felaketlerin yanısıra gelecekte herhangi bir şekilde o makamı ele geçirecek herkesin de başkalarını aynı şekilde dışlayabilmesine zemin hazırlar ki, sonuçta ortada devlet denebilecek meşru bir çatı kalmaz.

Bugün iktidarın nimetlerinden yararlanan ve gıcık kaptıkları herkese canlarının çektiğince zulmedebilmenin, ettirebilmenin keyfini sürenler, cumhurbaşkanının birilerine hain demesinin anlamını idrak edemeyenler, işler sarpa sarmaya başladıkça, çatının kafamıza çökmesinin ne anlama geleceğini hissedip hayatları boyunca tatmadıkları korkulara kapılacaklar. Zira artık iki şey olmadan yaşayamazlar; biri mutlak iktidar. Oysa taptıkları devleti bizzat yıkmakta olduklarını şimdi anlamıyor, sadece rakip veya hasım gördükleri birilerine hakaret ve eziyet ediliyor diye zevk ve sevinçle kendilerinden geçiyorlar. Varolmazsa yaşayamayacakları öbür şey de hasımlar. Birilerini düşman görmeden kendilerini var edemeyenlerin günü bugün. Kendi şahsiyetlerini ancak düşmanları üzerinden tarif edebilenlerin.

Taarruz borusuyla kendilerinden geçerek çıkmaz yola doğru koşanları uyandırıp, kendi rüyalarında değil başkalarının kâbuslarında rol aldıklarını anlatmak hâlâ mümkün müdür? Bilemiyorum. Ama denemek zorundayız. Denemezsek riyakâr oluruz.

VAROLUŞ MESELESİ

Şu çıplak gerçek nasıl anlaşılmıyor, akıl erdirmek mümkün değil:

Savaş yapmayalım, barış ve görüşme yolunda ilerleyelim, diyen insanlar bunu dedikleri için hiçbir çıkar elde etmiyorlar. Aksine, başımıza türlü işin gelmesini göze alıyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz? Çünkü bu bir sorumluluğun gereği. Yönetenlerin ülkeyi, toplumu acılarla dolu, kötü bir geleceğe sürüklediğini düşünüyoruz ve bunu söylüyoruz. Söylemezsek kendimize ve elbette içinde yaşadığımız için sorumlu olduğumuz topluma ihanet etmiş olacağımız duygusuyla bunu yapıyoruz. Bunları izah etmek zorunda kalmak bile onur kırıcı. Ve toplumumuzun vaziyeti açısından umut kırıcı.

Ama bu işin umutla ilgisi yoktur. Bir varoluş meselesidir. Başka insanların iyiliğini dert etmeden kendi iyiliğine kavuşamayacağını bilenler için varoluş meselesi.

Muktedirlerin ve onlara kapılmış gidenlerin tutumuna yön veren birkaç etken var.

İlkin, hesapsızlığı anlamıyorlar. “Bunlar böyle bir işi yapıyorsa ardında mutlaka başka niyetler, hattâ çıkarlar vardır” diye düşünüyorlar. Çünkü kendileri çıkar karşılığı olmayan ya da “arkasında” gizli saklı niyetlerin bulunmadığı hiçbir iş yapmıyor, yapamıyorlar. İnsanların çıkar karşılığı olmaksızın davranabileceğini bütünüyle unutmuş olabilirler mi?

İkincisi, kendilerininkinden farklı görüş, yol, yordam önerilmesini, kendilerininkinden farklı herhangi bir tercihin varolabileceğinin düşünülmesini istemiyorlar. Farklı herhangi bir yaklaşımla karşı karşıya gelmekten -niyeyse- çok korkuyorlar. Kendi görüşüne güvenen kimse tartışmaktan korkmaz. Bugünkü iktidarın en büyük korkularından biri bu. 1400 yıllık İslâm tarihine yaslandığını söyleyen birilerinin tek becerebildiği, beyinlerinin maymun beyninden hallice, ruh dünyalarının döküntü ve süprüntüden ibaret olduğunu şuursuzca ve pervâsızca sergileyen birilerini televizyonlardaki tartışma arenalarına salmak mıdır? Veya “tarihçi” adı altında orada burada sahne alarak şöhret kazanan palavracıları zengin etmek midir? Koskoca iktidarın bütün siyasî cephanesi kendisine gık diyeni hain ilan etmek midir? Olamaz, diye düşünüyor insan.

Üçüncüsü, her şeyi, ama her şeyi, inandıklarını söyledikleri, kutsalımız dedikleri ne varsa onlar da dahil her şeyi, dünyevî kudret ve zenginlik elde etmek uğruna göz kırpmadan kullanabilmeleri. Allah mefhumunu istediğiniz kadar orasından burasından çekiştirip kendinize göre anlamlandırmaya çalışın, Allah adına yalan söylemeyi, kendi çıkarınızı gözetmeyi meşru kılamazsınız. Bunu yapabilmenizi sağlayan şey Allah değil, kimseyle ucundan dahi paylaşmayı göze alamadığınız iktidara ruhunu bağlamış din adamlarıdır. Bu yüzden Allah’tan değil iktidarı kaybetmekten korkuyorsunuz.

Hain değilim, riyakâr hiç olmadım. Başka hiçbir konu olmasın, eyvallah, ama şu riya konusunda muktedirlerle herkesin önünde tartışabilmeyi çok isterdim.

En son 27 sene önce, 1990 Kasım’ında, siyasî mücadele aracı olarak insan öldürmenin niye kategorik olarak reddedilmesi gerektiğine dair yazı yazdım, başım bin türlü belaya girdi. Gerçi meselenin felsefî derinliğini bu şartlarda mâlûm muhataplarımızla tartışmaya açmak imkânsız. Aslında “öldürme hakkı ve imtiyazı”na benim ilkesel olarak karşı çıktığım yere pekâlâ Allah mefhumundan hareket edilerek de varılabilir. Bunu izah etmek de ne yazık ki imkânsız. Yine de hap haline getirip tekrarlayayım:

İnsan öldürerek hiçbir insanî, siyasî, toplumsal sorun çözülmez. Birilerini öldürerek sağlanan siyasî başarılar her zaman medeniyet kaybına yolaçar, insanların birarada yaşama âhengini bozar. Bu yolla mevzi, güç veya iktidar kazanılabilir, lâkin bunlar bu yolla kazanıldıkça insaniyet kaybeder.

Ayrıca, herhangi bir şekilde hak-adalet kavramlarının hükmettiği bir toplumsal hayat kurmak isteyenler, hakların herkese tanınması ilkesini kabul etmek zorundadır ve herkese öldürme hakkı tanınması diye bir şey olamaz.

Nâçizâne, bunları düşünüyorum. Böyle düşünen birine “falanca terör eylemini neden kınamadın?” diye sormak abesle iştigaldir. Muhatabının söylediği şeyin derinliğinin farkında bile olmayanın yapacağı iştir. Ya da propaganda taktiğidir ki, bizde pek sık başvurulduğu için hepimiz iyi tanırız.

Bugünkü seferberlik hali elbette geçecek. Bu gidişle Türkiye, bildik ağır sorunlarıyla, bunları daha da ağırlaştırmış olarak yüzyüze kalacak. Çocuklarımıza, torunlarımıza nasıl bir hayat çevresi bırakacağımız elbette üzerinden atlayıp geçemeyeceğimiz bir konudur. Yaşını başını almış bizim gibi insanlara düşen, yaşadıklarından dersler çıkarmaları, çıkar ve ikbal gözetmeden, korkmadan etmeden bunları aktarmalarıdır.

Kısaca: Sürücüye “o yol çıkmaz” diyoruz, o da dönüp “hainler!” diye bize bağırıyor. Yola atıp üzerimizden de geçebilir, bu kudreti var. Fakat yol yine çıkmaz kalacaktır.