YAZARLAR

Nesebi karışık bebekler

Rüyalarımızın muhakkak hakiki yaşantılarla bir ilişkisinin ve anlamının olması gibi, bir tür kolektif rüya veya kolektif fantezi olan televizyon dizilerindeki nesep karışıklığının da bir anlamı yok mu? Evet, Kemalettin Tuğcu’da da bu vardı. Yeşilçam’da da vardı. Yabancı dizilerde de var, hep vardı. Hep. Fakat şimdi bu ifrada vardırılmış nesep karışıklığı meselesiyle daha kaç yıl idare edeceğiz? Yok mu başka olayımız, başka bir entrikamız?

Çözmekte olduğum alzaymır engelleyici sudokuya ara vererek anneme, “peki DNA testinin sonucu ne oldu anne, ne çıkmış?” diye sordum. Annem, birkaç gün önce “oku bak seversin sen, Selocan’ın kitabı” diye eline tutuşturduğum Seher’den başını kaldırarak, gözlüklerinin üzerinden bana baktı ve “Deneya ne?” dedi önce, sonra “Hangi DNA testi?” dedi. Akabinde de açıklamamı beklemeksizin, daldığı yerden çıkarak sorumu cevapladı.

Kitabına dalmış olan kadına öyle dan diye DNA testini soruyorum. Halbuki benim zihnimde zaplamalarla akmakta olan konular dizisini o nereden bilsin? Şaşkınlıktan “Ne DNA’sı evladım, seni ben doğurdum” dese, hakkı var. Neyse ki kastettiğim şeyi anladı; “Haa testin sonucunu tam okuyacaklardı ama yetişmedi bu hafta, haftaya kaldı” dedi. Sonra da “Selahattin’in kuşları anlattığı kısım çok güzel, annesiyle konuştuğu hikaye de iyi, o mektup komisyonu da güzel ama kalanlar… Öyle bir masal gibi” dedi. İlk öyküyü okuyunca kitabın geri kalanında da Demirtaş’ın kendi hayatından bir şeyler anlatacağını zannetmiş. Fakat öyle çıkmamış kitap; sadece birkaç hikayede kendi yaşadıklarını anlatıyormuş. Annem, bitirmek üzere olduğu kitapla ilişkili olarak üçüncü defadır söylüyor bunları. Seher’deki hikayeler arasından hikaye seçme konusunda kendine bir beğeni yetisi tanımlamaktan hafif bir mahcubiyet duyuyor sanırım. Fakat bir yandan da kitapta en çok Demirtaş’ın hayatına dair şeylerin ilgisini çektiğini de belirtmek istiyor.

“Anne” diyorum, “Efendim” diyor. “Süleyman Soylu, Selahattin Demirtaş’ın kaleminden kan damlayan kitabına, bizim de, çocuklarımızın da ihtiyacı yoktur gibilerinden bir şeyler söylemiş.” Kaşlarını çatarak “Süleyman Soylu?” diyor önce. Sonra, “Haa, Bakan? Kan damlıyor? Tövbe tövbe ne kanı kızım, kan ne geziyor bu kitapta? Ne güzel bir kitaptır, hele kuşlar…” diye devam ediyor.

Bu ülkenin çocuklarından söz etmişken, dönelim şu DNA meselesine.

Anneme Aşk ve Mavi dizisinin, birlikte izlediğimiz o haftaki bölümünde yaptırılan DNA testinin sonucunu sormuştum kısacası. Denk geldiğim sahnede, hiddetten gözleri yuvalarından fırlamış zengin bir genç kadın, “Sen nasıl benim çocuğuma DNA testi yaptırırsın?” diye ortalığı yıkıyordu bağırmaktan. Biraz bahtsız görünen diğer genç kadın ise “Mecburdum, bu şüpheyle yaşayamazdım” diyordu. Aynı günde ve aynı hastanede doğum yapan hanım ve hizmetçi arasında geçiyordu bu diyalog. Doğumdan sonra kendisine “Bebeğin öldü” denmiş olan hizmetçi, o gün, aile meclisinin huzurunda, çocuğunun öldüğüne inanmadığını, hanımın çocuğunun aslında kendi çocuğu olduğuna dair bir şüphenin içini kemirdiğini söylüyordu. Bazı şeyleri tam anlayamamış olabilirim ama sanırım olayın ana hatları böyleydi. Hanımının çocuğuna gizlice DNA testi yaptırmıştı bu yüzden!

İzlediğim sahnede bizim İbiş’in son iki üç yıldır akademik personele ve öğrencilere yağdırdığı sarı zarfları çağrıştıran bir zarf içinde gelmişti DNA test sonucu. Ben de kahve almak için masadan kalkıp ekranda sarı zarfı görünce, gözüne far tutulmuş davşan gibi kalakalmıştım. Sarı zarf sendromuna yakalanmış bir muhreçe olarak sahneye kilitlenivermiştim (hayır mihrace değil, aynen muhreçe demek istedim; ihraç edilmiş kadın kamu çalışanı). Sonra da işte bu DNA testi sahnesini, annemin izlediği dizilerden evimize gün boyu dalga dalga yayılan, “durun o onun çocuğu değil, bu da bunun çocuğu değil, şu hiçbirinin çocuğu değil” biçimindeki sesler takip edince, “ne oluyoruz leyn, bir bakayım şu mevzuya” dedim.

Şimdi bu bir rüya olsa, yani bu DNA testi sahnesini rüyanızda görseniz, çocuğun annesinin herkesin anne bildiği kişi değil de diğer kadın olduğu biçimindeki bilinçdışı düşünceyi nereden uydurduğunuzu anlamaya çalışırsınız uyandığınızda. Gerçek hayatta hangi ilişkili ya da ilişkisiz konunun bu rüyanın içine sızdığını filan bulmak istersiniz. Lafı Beştepe Sarayı gibi büyüttüm ama demem şu ki durup dururken hiç kimse, bir kadının bir başka kadının çocuğuna sinsi sinsi DNA testi yaptırmasına izin vermez rüyasında. Orası onun rüyası sonuçta. Eğer bu izin verilmişse bunun da bir anlamı vardır genellikle.

Rüya ile ilişkili işleyişin aşağı yukarı böyle olduğunu biliyoruz. Yine de ben rüyalardan söz etmeyeceğim. Benim meselem televizyonla. Ya o beni öldürecek ya da ben onu. Ama yok ya, ne öldürecem? Su sıralar Türkiye’de televizyon dediğimiz şey, aşk ve tutkunun münhasıran ebleklikle kola kola girerek önden yürüdüğü lüzumsuz bir mecra en nihayetinde…

Televizyon dizileri, Aşk ve Mavi dizisinden örnek verdiğim türden diyaloglardan yıkılıyor. Dizinin başrol oyuncusu Emrah’ın da bu DNA testlerinden az çekmediğini hatırlarsanız konu daha da ilginçleşiyor. Göz açıp kapanıncaya dek thanksgiving’e neyim alıştığımız gibi DNA testlerine de alışıyoruz... Tam da şu anda bu satırları yazarken Cennetin Gözyaşları’nda genç bir kız bir kapıya dayanmış ve “Açın kapıyı lütfeeeennn” diyerek kapıyı deli gibi yumrukluyor. Yanında onu sakinleştirmeye çalışan arkadaşına da terslenerek “Ben sadece annemin kim olduğunu öğrenmek istiyorum” diye bağırmaya devam ediyor. Televizyon dizilerinde, “Bu bebek senden mi?" diye soruyor herkes birbirine. Oysa şu yaşıma geldim, çevremdeki herhangi bir çocuğun, annesinin veya babasının ya da ikisinin birden onun gerçek ebeveynleri olmadığını düşünen hiç kimseyi görmedim. Peki dizileri istiridye mantarı gibi kaplayan bu nesebi karışık bebekler, yaşanan hayatlardan çıkmıyorsa nereden çıkıyor?

Peki taam, son bir iki paragrafı da sıvıtmadan yazayım.. İnanın ki televizyon dizilerinde neredeyse on dizinin dokuzunda nesebi karışık bebek hikayesi var. Kırgın Çiçekler olarak daha da iflah olmuyor bu bebeler. O halde rüyalarımızın muhakkak hakiki yaşantılarla bir ilişkisinin ve anlamının olması gibi, bir tür kolektif rüya veya kolektif fantezi olan televizyon dizilerindeki bu nesep karışıklığının da bir anlamı yok mu? Evet, Kemalettin Tuğcu’da da bu vardı. Yeşilçam’da da vardı. Yabancı dizilerde de var, hep vardı. Hep. Fakat şimdi bu ifrada vardırılmış nesep karışıklığı meselesiyle daha kaç yıl idare edeceğiz? Yok mu başka olayımız, başka bir entrikamız?

Sadece dizilerde değil, diğer programlarda da ana babalarla çocuklar arasındaki kan bağı olayı etrafında bir şiraze kayması var. Bir neseb karışıklığıdır gidiyor. Artık o derece ki kazık kadar adamlar “Ben Hale Soygazi’nin oğluyum. Beni annemle buluşturun” diye kendini Seda Sayan’ın kollarına atıyor. Hale Soygazi DNA testi istemek zorunda kalıyor. Üzülüyor. Oluyor mu hiç?

Ekranları dolduran çalınmış bebekler, evladını arayan anneler, annesinin ya da babasının kim olduğunu bilmeyen çocuklar, üstü örtülmüş hangi suçların ya da hangi yası tutulmamış kayıpların kolektif azabından türüyor? Bilmiyorum ki.

Selocan’ın kitabını biliyorum ama... Sevdalar, çiçekler ve “piyano” sesleri arasında, Seher’den Bahir’e ve Denizkızı Mina’ya “kaybettiğimiz” şeyleri adlı adınca anlatıyor bu kitap. Denizkızı’nın hikayesini “Bütün anneler kızlarını çok severler çünkü” diye bitiriyor.

“Boşver be anne” diyorum, “O Bakan bu kitabın kapağına bile bakmamış...”


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.