YAZARLAR

Bir çare olarak Trump'a tutunmak

Türkiye, Erdoğan ve AKP altında Trump yönetiminin yeni belirlediği Ortadoğu siyasetinde, kendi yarattığı yalıtılmışlık ve yalnızlığı aşmak, buradan iktisadi bazı avantajlar elde etmek amacıyla Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün diğer Körfez ülkeleri ve İsrail ile yakınlığa dayalı İran karşıtı bir eksenin parçası olmayı kabul etti. Çaresizlikten kaynaklanan bu siyaset Türkiye’nin dış politikada yaşadığı sorunlara çözüm getirmeyecek, hatta bazı yeni sorunlar yaratacak.

AKP’nin dış politikasına dair en önemli sorun 2011’de başlayan çöküş, dağınıklık ve komşularla sorun yaratma siyasetinin Davutoğlu gittikten sonra da hız kesmeden devam etmesi oldu. Her ne kadar 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, siyaseti belirlemede pek de etkili olmadığı bilinen Başbakan Binali Yıldırım “içeride ve dışarıda düşmanlarımızı azaltacağız” demiş olsa da, gidişat hem içeride hem de dışarıda parlak görünmüyor.

Türkiye’nin tarihinde ilk kez Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, Mısır, İran, (uzunca bir dönem) İsrail, Rusya, Almanya ve diğer AB ülkeleri ve ABD ile aynı anda sorunlu ilişkileri oldu. Bu, daha beş yıl kadar önce, komşularıyla ilişkilerinin bozuk olmasını Kemalizme bağlayan ve bütün komşularıyla ilişkilerini düzelteceğini ileri süren, Arap Baharı başlayınca, buradaki demokratikleşme sürecinin liderliğini yapacağını umut eden bir iktidar için feci bir düşüş olmalı.

Bütün bu coğrafyada, şu anda Türkiye’nin başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi dışında yakın olduğu ülke yok.

Sorun şu ki, Türkiye hem Batı ülkeleri hem de komşularına iktisadi ve güvenlik ilişkileri açısından çok derin bağlarla bağlı. AKP hükümetleri son 15 yılda Türkiye’yi bir yandan küresel kapitalizme neredeyse kontrolsüz biçimde açmışken, öte yandan aynı dünyayla gerilimli ilişkiler yürütmeye çalışıyor.

Bununla birlikte Erdoğan ve AKP’nin daha kuruluş ve iktidarının ilk yıllarında çabuk pişirdiği ve geliştirdiği hızlı uyum sağlayabilme yeteneği var ve bu durum iktidarda kalabilmesinin hiç de sihirli olmayan nedenlerinden birini oluşturuyor. Hem ağırlıklı olarak Batı dünyasında giderek kendisini gösteren otoriter dalgaya erken dahil olurken, hem de ABD’nin Trump yönetimi altında Ortadoğu siyasetindeki değişime çabuk uyum sağlayabildi.

Bu esneklik ve pragmatizm sayesinde Erdoğan ve AKP, öyle görünüyor ki dış politikadaki bu tıkanıklığı açmak için önce İsrail ile ilişkileri düzeltti, ardından Trump yönetimiyle yakınlaşmaya bel bağladı. 16-17 Mayıs’ta yapılacak görüşme bu açıdan büyük önem taşıyor.

Fakat önce Trump yönetiminin bölgeye, İslamcılığa ve Türkiye’ye nasıl yaklaştığına bakmak gerekecek.

TRUMP YÖNETİMİ VE SİYASAL İSLAMCILIK

Genel olarak bakıldığında Batı’nın ve özelde ABD’nin İslamcılıkla kurduğu ilişki 1990’lardan bu yana evrilerek geldi ve Trump yönetimi altında en sorunlu dönemine girdi.

Hatırlanacağı gibi, 1992’de Huntington aracılığıyla Medeniyetler Çatışması tezi geliştirilmiş, Sovyetlerin yıkılışından ve sosyalizmin ideolojik olarak çöküşünden sonra uygarlıklar arası bir çatışma öngörülmüşken, bunun içine aslında Hıristiyan Batı ile İslam dünyası arasındaki çatışma ustaca yerleştirilmişti. Ne var ki, Clinton döneminde bu tez demokratikleşme ve neoliberalizmi yayma önceliği altında geri plana itildi, Bush yönetiminde 11 Eylül’den sonra kısmen kullanıldı ama 2004’te demokratikleşme dalgası Ortadoğu’yu kapsayacak biçimde genişletilince tekrar gündemden düştü. Şimdi Trump ve Avrupalı sağ popülist/neo-faşist siyaset ise açık bir şekilde medeniyetler çatışmasını öne çıkaran bir siyasete yöneldi.

Trump’ın yakın çevresindeki danışman ve kabine üyelerinin dünya görüşü çerçevesinde şekillenen bu bakış açısı o kadar ileri gidiyor ki, bütün Müslümanları tek bir pota içinde eritip, Müslüman Kardeşler ile IŞİD arasında bir fark görmüyor. Çünkü sorunu siyasal İslamcılıkta değil, İslam’ın kendisinde görüyor, İslam’ın içsel olarak şiddete zemin hazırladığını, hatta bir din değil, ideoloji olduğunu ileri sürüyor. Bu görüşler kamuya açık bir şekilde, şimdi görevden ayrılmak zorunda kalan Flynn ve başkanın baş stratejisti Stephen Bannon tarafından hiç lafı yuvarlamadan savunuldu. Bu ekip bir taraftan Avrupa’dan Hıristiyanlığın silineceğini söyleyerek uyarırken, öte yandan Amerika’nın İslamcılaşmasını Önle, Jihad İzleme Grubu gibi organizasyonlarla ABD’de İslamın baskı altına alınması gerektiğini savunan isimlerden oluşuyor.

Trump bir yandan hukuk sisteminin engellemelerine rağmen bazı Müslüman ülkelerden gelenlere seyahat yasağı getirmeye çalışırken, öte yandan medyada yeterince yer bulmayan “Aşırı Şiddet Karşıtlığı” programında revizyon yaparak, tüm aşırı grupları kapsayan bu programı yalnızca İslamcıları içerecek şekilde “İslamcı Aşırılık Karşıtlığı” programı olarak değiştirdi. Örneğin bundan sonra, 1994 Oklohama saldırısını gerçekleştiren radikal beyaz gruplar değil, yalnızca İslamcı gruplar takip edilecek.

Yine, Trump yönetimi Müslüman Kardeşler grubunu terörist ilan etme ihtimalini gündemde tutuyor, Obama döneminde bozulmuş olan İsrail ile ilişkileri en üst seviyeye çıkarıyor, Kudüs’ü başkent olarak tanıyabileceğini söylüyor, radikal İslamcılığı dünyadan temizleyeceğini ileri sürüyor.

TRUMP VE ORTADOĞU'DA YENİ SÜNNİ BLOK

Trump yönetimi bir yandan İslam karşıtlığını vurgularken, tehdit olarak radikal İslamcılığı görüyor ve politikasını bir yandan radikal İslamcı grupları yok etmek, öte yandan İran’ın Ortadoğu’da artan etkisini sınırlamak şeklinde belirliyor. Bu iki siyasal hedef için de kendisine yakın Sünni rejimlerle ilişkilerini güçlendirmeye çalışıyor. ABD açık bir şekilde İran’a karşı sertleşirken bir yandan Ürdün ve Mısır ile öte yandan da Türkiye ve Körfez ülkeleriyle iki coğrafi eksen üzerinden Tahran’ı sıkıştırmaya çalışıyor.

Bunun için çeşitli mekanizma ve araçlar devreye sokuldu. Öncelikle, ABD Sünni devletler ve özellikle Suudi Arabistan ile ilişkilerini güçlendirmeye başladı. Bunu yoğun diplomasi trafiğinden anlıyoruz. Şubat ayından itibaren bir yandan Suudi Kralı, Ürdün Kralı (iki kez) Trump ile Washington’da görüşürken, Nisan başında Ürdün Kralı Abdullah, yine Washigton’da hem Trump hem de Sisi ile görüştü.

İran’ı baskılama siyasetinin ilk gerçekleşeceği alan Suriye olarak görünüyor, ABD o yüzden ağırlığını bu ülkeye verdi, hatta IŞİD ile mücadeleyi bir miktar yavaşlattı, İran’ın uzantısı olarak gördüğü Esad’ı devirme siyasetine geri döndü, gerçekleşmese bile üzerindeki baskıyı artırmaya başladı. Suriye’ye füze saldırısında bulundu, Kerkük’e bile Amerikan askerlerini yerleştirerek bölgedeki askeri varlığını artırmaya başladı.

İSLAMOFOBİK TRUMP YÖNETİMİ KARŞISINDA AKP

İlk bakışta radikal İslamcı gruplar ve İran ile mücadelede Sünni yönetimlerle işbirliğinin artırılması politikası AKP ve Erdoğan’ın ABD ile ilişkileri düzeltmesinde avantaj sağlayacak gibi duruyor. Ama burada da bazı zorluklar var. Çünkü devasa Amerikan yönetim aygıtının bileşenleri açısından bakıldığında sıkışık bir durum olduğu görünüyor. Bir yandan New York Times, CNN International gibi medya kuruluşlarının temsil ettiği liberal çevreler koyu bir AKP ve Erdoğan karşıtlığına kaymışken, öte yandan ABD tarihinin en İslamofobik yönetimi işbaşında. Yani, Erdoğan’a liberal kesimler demokratikleşme konusundaki sıkıntılar yüzünden eleştirel, muhafazakarlar ise İslamcılık açısından mesafeli duruyorlar. Yine, Pentagon açık bir şekilde PYD’nin yanında yer alırken, CIA ve genel olarak ABD sistemi Gülen’i bir koz olarak elinde tutmaya devam ettiği gibi, Zarraf ve Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı üzerinden baskıyı sürdürüyor.

Bu koşullar altında Erdoğan her türlü olumsuzluğa rağmen, Trump ile görüşebilmek için büyük çaba harcadı. Ama erken bir görüşme gerçekleşmedi. Hatta, Trump darbeci Sisi’yi, Obama’nın aksine Beyaz Saray’da kabul etti ve onun İslamcı radikalizmle mücadeleye yaptığı katkıyı övdü.

Oysa, Obama seçildiğinde ilk okyanus ötesi ziyaretini Türkiye’ye yapmış, Meclis’te konuşma yaparak Türkiye’deki demokratikleşmeyi övmüştü. Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin Ortadoğu’ya örnek olması gerektiğini söylemiş ve “model ortaklık” kavramını geliştirmişti. Belki erken olmakla birlikte, şu ana kadar, Türk-Amerikan ilişkilerinin nasıl şekilleneceğine dair yönetim ya da akademik/think tank çevrelerinden geliştirilmiş bir tanımlama yapılmamış durumda. Bu da Türkiye politikasının tam olarak netlik kazanmadığını göstermesi açısından önem taşıyor.

İRAN KARŞITI CEPHENİN YENİ AKTÖRÜ

AKP, Trump yönetiminin başa geçmesini memnuniyetle karşılarken, İran’a karşı sertleşmesini ve Tahran karşıtı Sünni cephenin güçlendirilmesi politikasını, ilişkileri geliştirmek için müthiş bir imkan olarak gördü. Trump’ın Netanyahu’yu destekleyen koşulsuz İsrail yanlısı politikası, Afganistan’a bombaların anasını atması, Müslümanların ülkeye girişini engellemeye çalışması, Atatürk Havaalanı'nı laptop sokulmayacak havaalanları listesine sokması, PYD konusunda “Obama bizi kandırdı” derken, Trump’ın aynı politikayı yoğun bir silahlandırma programıyla bir üst aşamaya taşıması görmezden gelindi.

Erdoğan bunlara sessiz kalırken, İran karşıtı tutumunu da sertleştirmeye başladı. 19 Nisan’da Katar’a ait El Cezire televizyonuna özel röportajda ABD ile işbirliğini artırmak istediklerini söylerken, “Pers yayılmacılığının baş ağrıtmaya başladığını” ve Irak Meclisi’nin resmi silahlı güç olarak tanımladığı Haşdi Şabi birliklerinin terörist olduğunu söyledi. Böylece hem İran hem de Irak yönetimini rahatsız ederken, bu yeni bölgesel jeopolitikteki yerini kesin olarak ilan etti. Sık yapılan Körfez ziyaretleri, bu ülkelerde artan Türk askeri varlığı yine bu siyasetin tamamlayıcıları olarak öne çıktılar.

Bu noktada dikkatli bir şekilde başta Azerbaycanlılar olmak üzere, Türkmenler ve diğer grupları rahatsız etmemek adına Şii kavramı yerine Pers yayılmacılığının tercih edildiğini de not etmek gerek.

Sonuçta, Türkiye, Erdoğan ve AKP altında Trump yönetiminin yeni belirlediği Ortadoğu siyasetinde, kendi yarattığı yalıtılmışlık ve yalnızlığı aşmak, buradan iktisadi bazı avantajlar elde etmek amacıyla Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün diğer Körfez ülkeleri ve İsrail ile yakınlığa dayalı İran karşıtı bir eksenin parçası olmayı kabul etti. Çaresizlikten kaynaklanan bu siyaset Türkiye’nin dış politikada yaşadığı sorunlara çözüm getirmeyecek, hatta bazı yeni sorunlar yaratacak. Bir defa, bu politika dış politikadaki yalnızlık ve yalıtılmışlığa bir çare olamayacak. Çünkü aynı anda, İran, Irak, Suriye ve Rusya ile ilişkilerde yeni sorunlar açacak. Ortadoğu’da kamplaşma ve gerilim artarsa ve Türkiye bunun aktif bir parçası olursa, bu Türkiye’nin zararına olur. Ortadoğu’daki sorunların parçası olmanın yarattığı sonuçları zaten yeterince deneyimledik. Buradan ayrıca AB ve AB ülkeleriyle ilişkilerin gelişmesine katkı sağlayacak bir sonuç da çıkmaz. İkincisi, Erdoğan, Trump yönetimiyle yakınlaşmak istediğini o kadar çok belli etti ki, bu da ilişkilerde elini zayıflattı. Üçüncüsü, AB ile ilişkilerin giderek kötüleştiği ve Trump’ın da demokratikleşmeyi önemsemediği bir ortamda, Türkiye’nin bölgedeki rolünün kamplaşmanın bir parçası olarak belirlenmesi, içteki kutuplaşmayı artırıcı bir sonuç doğurabilir.


İlhan Uzgel Kimdir?

1988’den itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde çalıştı. Bölüm başkanı iken Şubat 2017’de ihraç edildi. Ankara ve Cambridge Üniversitelerinde yüksek lisans yaptı, Ankara Üniversitesinden doktora derecesini aldı. LSE, Georgetown gibi üniversitelerde doktora ve doktora sonrası araştırmalar yaptı, Oklahoma City Üniversitesinde dersler verdi. British Council, Jean Monnet ve Fulbright gibi burslardan faydalandı. Daha çok ABD dış politikası, Türk dış politikası, Balkanlar gibi konularla ilgilendi. Ulusal Çıkar (2004, İmge), Türkiye’nin Komşuları (derleme, 2002, İmge) ve AKP Kitabı (derleme, 2009 Phoenix) gibi çalışmaları vardır.