YAZARLAR

15 Temmuz sonrası devlet oluşumu

Alman sosyolog Max Weber’in öğrencisi Otto Hintze devlet anayasasının (Staatsverfassung) özünde savaş anayasası (Kriegsverfassung), askeri anayasa (Heeresverfassung) olduğunu öne sürer. Hintze’ye göre daha büyük insan grupları arasındaki daha sıkı devlet ilişkisi her şeyden önce savunma ve saldırı gerçekleştirmeye yöneliktir. Zor gücünü elinde bulunduran bir hükümetin bireyin karşısına dikilmesi ancak askeri teşkilatın ortaya çıkmasıyla mümkündür ve bu teşkilat ne kadar sık savaşa girerse o kadar güçlenir. Hintze’nin tarifini kabul edersek hükümetin orduya ilişkin KHK’lerle yaptığı düzenlemelerin anayasa değişikliğine tekabül ettiği sonucuna varırız. Saydam olmayan bir personel rejimi ve parlamento denetiminin dışında uygulanan bir kurumsal refomu nasıl tarif edebilir ve açıklayabiliriz?

Şu soruyla başlayalım: Tüm yetkilerin tek ve sorumsuz bir makamda toplandığı bir rejimde devlet aygıtı nasıl şekillenir?

ELİTLERİN REKABETİ

Öncelikle devlet oluşumunu sadece iktidardaki bireylerin irade, niyet ve rasyonaliteleriyle açıklamaktan vazgeçmeliyiz. Devlet dar anlamda bürokratik bir aygıtı, geniş anlamda ise toplumsal bir ilişkiyi ifade eder. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz rejim ülkemizdeki toplumsal iktidar ilişkisinin bir ürünüdür. Devleti toplumsal düzlemde kavrayabilmemiz için soruna sosyolojik yaklaşmamız gerekiyor.

Tek adam rejimlerin sosyolojik tahlilinde vazgeçilmez bir kaynak Norbet Elias’ın XIV. Louis’nin mutlakiyetçi rejimini incelediği Saray Toplumu adlı çalışmasıdır. Elias’ın temel tezi tek adam rejiminin güçlü bir otorite yokluğunda birbirinin gözünü oymaya hazır elit kliklerini idare ve disipline eden bir mekanizma olduğudur. Elitlerin yönetim merkezi olarak saray tıpkı fabrika, bürokrasi gibi toplumsal bir kurumdur ve oluşumu kralın duygu ve düşünceleriyle açıklanamaz. Elitler arasındaki rekabet saray entrikalarına endekslendikçe çatışma iç savaş ihtimalinden uzaklaşır. 17. yüzyılın Barok sarayı elit yönetimiyse, bu yönetimin toplumun geri kalanı üzerindeki hakimiyeti ordu ve maliye kurumu üzerinden kurulur. Yani, erken kapitalist devlet aygıtı üç temel kurumdan oluşur: saray, ordu ve maliye.

MALİYEDEKİ DÖNÜŞÜMLER

Bu tespite doğruysa şu anda saray ve ordu üzerinde yoğunlaşan tartışmalar ve kaygılar maliye alanında gerçekleşen çok ciddi dönüşümleri ikincil plana atmaktadır. Cumhuriyet gazetesinde Çiğdem Toker “Hazine’nin istiklali adına” başlığıyla kaleme aldığı yazıda Yap-İşlet-Devret modeliyle çalışan büyük projelerde Hazine’nin garantisi olduğuna dikkat çekiyor. Bu iktidarın merkantilist politikayla gelir transferi yapması ve çatışan klikleri bölüşüm yoluyla disipline edebilmesi imkanı veriyor. Ancak bu siyaset ne kadar sürdürülebilir? Hazine garantili projelerin finansmanı için 45 yaş altındaki çalışanlardan zorulu bireysel emeklilik kesintiyle oluşturulacak Varlık Fonu’nun kullanılacağı anlaşılıyor? Geçen seçimlerde verdiği asgari ücret zammını çoktan eritmiş olan hükümetin bu politikası acaba çalışanlar tarafından nasıl karşılanacak? Devletin de çalışan hesabına fona yaptığı katkı giderek günü kurtarma telaşında olanlar tarafından geleceğe yapılmış bir tasarruf olarak olumlu değerlendirilecek mi? Toker başka bir yazısında açıldığındanbu yana Osmangazi Köprüsü’nden geçen otomobil sayısının Hazine’nin sözleşme yaptığı şirketlere garantilediği otomobil sayısından 539 bin 68 eksik olduğunu belirtiyor. Toker’e göre Hazine’nin günlük kaybı sadece otomobil bazında 3 milyon TL. Karlılığı kuşkulu olan bu projeleri işleten şirketlerin günün birinde Hazine’nin kapısına dayanması durumunda ne olacak? Ecevit’in nemalara el koyması gibi bir politika lazım gelirse bu rejim açısından nasıl bir sonuç yaratır? Devlet oluşumunun kalıcığında maliye belirleyici bir konumda olacak.

İKTİDARIN TEK BİREYDE TOPLANMASI

Konuyu şimdilik uzmanlarına bırakıp bir sonraki sorumuza geçelim: İktidarın tek bireyde toplanması devlet aygıtını güçlendirir mi?

Elias’ın analizinin bize gösterdiği şey diyalektiğin şu temel varsayımıdır: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Saraydaki tavan ve duvar resimlerinde, halılarında; meydanlardaki anıtlarda, heykellerde; saray müziğinde antik mitolojideki tanrılar katında dolaşan ve siyaset kuramında Eski Ahit’teki peygamber krallar ve antik Atina ve Roma’daki kahramanlarla karşılaştırılan kral gerçekten bu kadar güçlü müdür? Mutlakiyetçiliğe dair güncel tarihyazımındaki tartışmayı izleyenler için bu sorunun cevabı “Hayır”dır. Tersine bu yüksek alegori mutlakiyetçi krallığın zayıflığını örtme işlevi görür. Başka bir deyişle,“mutlak güç”, yönetimin iddiasından (moda tabirle “algı yönetiminden” başka birşey değildir.

Tarihçi Tim Blanning’in Avrupa Fransa’da mutlakiyetçi krallara dair çıkardığı tabloya bakalım: “Fransa’nın son dokuz kralından ikisi suikaste kurban gitmiştir (1589’da III. Henry ve 1610’da IV. Henry), bir tanesi idam edilmiştir (1793’te XIV. Louis), bir tanesi hapiste ölmüştür (1795’te XVII. Louis), bir tanesi sürgün edilmiştir (1815’te XVIII. Louis) ve ikisi kaçmıştır (1830’da IX. Charles ve 1848’de Louis Philippe). Kralların hayatına kasteden iki dönem arasındaki uzun aralık da göründüğünden daha az durgun geçmiştir. XIII. Louis Protestan tebaasına karşı üç kere savaş açmış, kardeşi Orléans dükü Gaston’un öncülük ettiği büyük bir komplonun üstesinden gelmek zorunda kalmıştır. Oğlu XIV. Louis ise kraliyet sarayını basıp kralın hala rehine olarak başkentte ellerinde olup olmadığını kontrol etmek isteyen isyankar Paris kitleleri Kraliyet Saray’ını basıp, yatak odasına kadar girerken uyuma numarası yapmak zorunda kalmıştır”.

Günümüzü 17. yüzyıl mutlakiyetçi rejimleriyle karşılaştırmaya itiraz edilebilir. Kuşkusuz iktidarın toplumsal içeriği – buna teknolojiyi de dahil edebiliriz - çok farklıdır. Ancak kimi anayasa profesörlerinin dile getirdiği gibi yönetimin tek elde toplanması istikrar ve daha fazla güç anlamına gelmemektedir. Özetle: Güç merkezileşmesi ve güç yoğunlaşması birbiriyle çelişen süreçler olabilir. Konuya devam edeceğim.