Walter Benjamin ve Uğur Kaynar’ın çantası

2 Temmuz geldi sonra, 93 yazı... Sivas’a gidenler bir daha dönmediler. Şairler, türküler, kitaplar yakıldı, sonra ağıtlar... Günler sonra küllerin arasından bulundu Uğur Kaynar’ın çantası...

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Yılmaz 

Walter Benjamin 1940’ın 24 eylül gününde Fransa’dan İspanya’ya gitmek üzere ayrıldığında, yanına siyah renkli deri bir çanta aldı. Gruba klavuzluk eden arkadaşının karısı Lisa Fittko ile birlikte fotoğraf sanatçısı Henny Gurland ve 16 yaşındaki oğlu da vardı. Yolculuğa, Adorno’nun daveti ve yardımları ile başlamıştı. Önce, yürüyerek Fransa sınırını geçip Port bou'ya ulaşılacak, oradan da Portekiz ve sonra Amerika’ya gidilecekti. Benjamin yaşlı olmamasına rağmen sağlık durumu iyi değildi. Çok zorlandığı ve çaresiz hissettiği bir anda, arkadaşları çantayı bırakması gerektiğini söylediler. Ama o şiddetle itiraz etti. Kendisinin kalabileceğini ama çantanın mutlaka Amerika'ya ulaşması gerektiğini söyledi. En sonunda Akdeniz göründü. İspanyol sahil kasabası olan Port bou’ya ulaştıklarında, bir gün önce değişen uygulamadan dolayı, yasadışı girişlerin geldikleri ülkeye iade edileceğini öğrendiler. Gestapoya teslim edilmekti bu. Benjamin, o akşam kaldıkları Hotel Franca’ın 3 numaralı odasında, yüksek doz morfin alarak 26 eylülde hayatına son verdi.

Benjamin’in bu kadar değerli gördüğü ve kendisinden daha değerli olduğunu düşündüğü o çantada ne vardı? Uzun yıllar hiçbir haber alınamadı. Yıllar sonra açıklandığına göre, bir Katolik mezarlığına gömülmüş. Eşyalarının teslim alındığı tutanak listesinde; deri çanta, bir altın saat, pasaport ve fotoğraflar, iki gözlük, birkaç dergi, biraz mektup ve bir miktar para yazıyordu.

Acaba o çantada daha önce bahsedilen felsefe tarihi üzerine yazılan tezlerin (Theses on the Philosophy of History) el yazmaları mı vardı? Yoksa yarım kalan pasajları ( the Arcades project) mıydı? Ne yazık ki bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

Uğur Kaynar’ı ilk ve hep Ankara’da Kardelen Kafe’nin önünde otururken gördüm. Genelde çantasıyla birlikte otururdu. Askılı bir deri çanta ne kadar güzel eskiyebilirse öyle eskimişti. Aldığı şekilden anlaşıldığı kadarıyla, çantaya, hep sığabileceğinden daha fazla kitap konmuştu. Kilit kısmının yanlarından yukarıya doğru açılmıştı ön tarafı. El yazıları sığmıyordu artık. Omzunda bir mavzer taşır gibi taşırdı çantasını.

Konur Sokak, bir dönemin edebiyat, politika ve aşkın tarihi ve tanığı gibidir. Mülkiyeliler'de bira ve Engürü’de çay içmeyen, Dost’tan kitap almayan öğrenci yoktur o dönem. Konum atmadan (böyle bir kavram yoktu o zaman) herkes birbirini bulurdu bir şekilde. Şehre inmediğimizde şehrin bir başka yöne gideceğini zannettiğimiz dönemlerdi. Büyük bir zerafetle içerdi Metin Altıok, içine iki dilim limon koyduğu sek votkasını Mülkiye’de. Sevmek cesaret isterdi, bir başka ağırlığı vardı, havası gibi. Kırık aşkların tarihidir o şehrin tarihi.

2 Temmuz geldi sonra, 93 yazı... Sivas’a gidenler bir daha dönmediler. Şairler yakıldı, türküler yakıldı, kitaplar yakıldı, sonra ağıtlar yakıldı. Günler sonra küllerin arasından bulundu Uğur Kaynar’ın çantası. İçinden çıkan bir şiirde şu dizeler yazıyordu: 

"...Öldüğümde doğduğum yere gidiyorum

Yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği

İşte böyle yeniyorum..."