Veba Geceleri: Görsel bir modern epik

Orhan Pamuk'un romanı Veba Geceleri Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta Haçlı Savaşları’ndan 2021’e kadar gelen süreçte, pespembe bir rengin hâkim olduğu bir adanın tarihi anlatılır.

Orhan Pamuk’un 'Veba Geceleri' kitabına eşlik eden çizimi
Google Haberlere Abone ol

Jale Parla*

“Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir” diye başlayan Veba Geceleri, okuru yapıtın ait olduğu türe ilişkin düşünmeye davet ediyor.(1) 2021 yılında basılmış bir tarihi roman, elbette kendi türünün ilk örneğinden sonra ortaya çıkan diğer örnekleri hatırlamadan yazılamaz. O zaman bugün yazılmış bir tarihi romanın satır aralarında daha önce yazılmış tarihi romanların mirasını ve yazarının da bu mirasın farkındalığını bulmamız doğal. “Roman biçiminde yazılmış tarih” ifadesi biraz daha karmaşık bir iddia. Tarih disiplini de artık salt olgusal kayıtların toplamından oluşan tarih anlayışını uzunca bir süredir yeniden gözden geçirmekte. Tarih de artık savaşlar, devrimler, devletlerin kuruluş ve yıkılış olayları kadar günlük, olaysız yaşamların ayrıntılarına, sıradan insanın tecrübelerine, hatırladıklarına, unuttuklarına, ya da unutmak zorunda bırakıldıklarına odaklanarak yazılıyor. Dolayısıyla ister tarih romana, ister roman tarihe nüfuz etsin, ikisinin de yaşadığımız bu çağda ciddiye alınması gereken bir geçerliliği olduğu kadar, hem tarih hem de roman anlatılarının, o anlatıları bugüne getiren aşamaların izlerini taşımaları da kaçınılmaz. Kitabın sözde yazarı tarihçi/romancı Mîna Mingerli, iki farklı türde anlatıyı harmanlamaktaki amacını “kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissettim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım” diyerek açıklar (11).

Uluslaşma süreçlerinin kronotopu sayılan tarihi romanın klasik örneği, Sir Walter Scott’ın Waverley Romanları (en popüleri Ivanhoe’dur), klasik incelemesi de, Georg Lukacs’ın Tarihi Roman’ı diye bilinir. Tarihi roman türünü kuramlaştıran Lukacs, Perry Anderson’ın özetiyle, beş önemli noktaya işaret eder: Tarihi roman toplumsal güçlerle sürüklenen sıradan insanların yaşamının nasıl dönüştüğünü anlatan bir epiktir. Karakterler arasında ünlü tarihi figürler olabilir ama bunların hikâyedeki rolleri dolaylı ya da marjinaldir. Olaylar büyük bir özelliği olmayan ortalama karakterler etrafında döner. Bu sıradan karakterler birtakım karşıtlık ve çatışmalar arasında sıkışırlar. Lukacs’ın incelediği Sir Walter Scott’ın romanlarında gerileyen ve ilerleyen toplumsal süreçlerde insanların maruz kaldığı trajik çatışma anlatılır. Bu çatışmada kaybedenler nostaljiyle geçmişe gömülürken, kazananları tarihsel koşullar belirler.(2)

Pamuk da, Veba Geceleri’nde, Tolstoy’un başyapıtı Savaş ve Barış’a, Alexander Dumas’nın Monte Kristo’suna yaptığı atıflarla romanının türsel akrabalığının ipuçlarını verir. Ama aşağıdaki incelememde göstermeye çalışacağım üzere, Veba Geceleri post-modern bir çerçeveden sunulmuş olsa da, ben onu modern epik olarak sınıflandırarak okuyacağım. Romanı büyük anneannesinin mektuplarından ve kendi araştırmalarından derleyerek yazdığını söyleyen tarihçi/romancı Mîna Mingerli, metni “Giriş” ve “Yıllar Sonra” bölümleri arasında çerçeveleyerek sunar. O zaman klasik epik’ten, modern epik’e, oradan da post-modern epik’e kısa bir özet yapalım.

Gerek sözlü (Homer, İlyada, Odise, Gılgamış, Mahabaratha), gerekse yazılı (Vergilius, Aeneid) epikte olaylar tanrıların yardımıyla ulusun kuruluşunu gerçekleştiren ve ulusu koruyan bir kahramanın serüvenlerinden oluşur. Ulusun kaderiyle kahramanın kaderi özdeştir ve epik kahraman ulusal norm ve değerlerin de temsilcisidir. Modern epik diye tanımladığımız anlatı türünün ise klasik epikle ilişkisi parodiden öteye geçmez. Bu parodinin amacı değişen çağın bilincini aktarmaktır. Modern epik deyince ilk akla gelen örnekler arasında James Joyce’un Ulysses’ini, Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ını, post-modern epikler arasında ise Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını, Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları’ını sayabiliriz.

EPİK KAPSAM

Veba Geceleri’ni bir modern epik olarak incelemeyi seçtiğime göre, önce romanın kapsamından başlamalıyım. Romanda, Haçlı Savaşları’ndan 2021’e kadar gelen neredeyse bin yıllık bir süreçte, pespembe bir rengin hâkim olduğu güzeller güzeli bir adanın tarihi anlatılır. Roman kahramanlarından ikisi, Pakize Sultan ve kocası Damat Doktor Nuri, Aziziye gemisinin güvertesinden Minger Adası’nı seyretmektedirler:

Hemen yanında güverteden turkuvaz mavisi denize bakan karısı dipteki kayalardan, el büyüklüğündeki hızlı ve dikenli balıklardan, zarif çiçekleri andıran yeşil ve lacivert yosunlardan büyülenmişti ve denize hatıralarına bakar gibi bakıyordu. Rüzgârsız denizin aynasında şehrin çoğu pembemsi beyaz, kimisi sarımsı turuncu renkli evleri; ağaçların çeşit çeşit yeşili, Kale’nin külahlı kuleleri ve kilise ve camilerin kurşuni kubbeleri pırıl pırıl yansıyordu. (75)

Gerçi bu pembe rengin bilimsel bir açıklaması vardır. Adaya rengini veren, oraya özgü pembe renkli mermer taşlarıdır. Ne var ki, bu renk hikâyenin başladığı güne kadar adadaki yaşamın aldatıcı pembeliğini de akla getirir. Olayları başlatan kişileri adaya taşıyan Aziziye gemisinin yanaştığı tarihe kadar adada alttan alta süren ama su yüzüne çıkmasına izin verilmeyen çatışmalar, kıskançlıklar, siyasi rekabetlerin bastırılarak gizlenmesiyle sürdürülmüş pembe yaşamlar, veba salgınıyla artık tehdit altındadır. Aziziye gemisinden görülen Kale’de, tam da yolcular oraya bakarken, gardiyan Bayram’ın veba sancıları ve sanrılarıyla can çekişmesi, bu güzel pembeliğin vebanın koyu rengiyle kararacağının habercisidir. Aynı şekilde çiçekleri, bitki örtüsü, gül ve kekik kokularıyla bir yeryüzü cenneti olabilecek Minger Adası’nda bu kokulara önce lizol, sonra irin, ceset, ve leş kokularının karışacak olması da, adaya rengini veren mermerin sanıldığı kadar kırılmaz bir madde olmadığını gösterecektir.

Ada’nın coğrafyası, iç kapaktaki haritayla, özenle çizilmiştir; sokak sokak, mahalle mahalle, ev ev, dükkân dükkân, meydanlarıyla, yokuşlarıyla, tepeleriyle. Bu kapsamlı coğrafi konumlandırma bu adanın tarihinin kendine özgü özellikleri olduğu kadar, benzer başka ada tarihleriyle de ortaklıkları olabileceğini düşündürür, ve vardır da. Çünkü Minger’de anlatılan, büyük bir felaketin ardından bir milletin bağımsızlaşmasıdır. Minger Adası’nın özgürleşme öyküsü bütün sömürülen ülkelerin bağımsızlık yolunda geçirdiği aşamaların postkolonyal alegorisidir. Coğrafi, kültürel, ve siyasi izolasyonuyla hem Batı’nın hem de Osmanlı Devleti’nin kolonize ettiği bir yerdir Minger. Valisi Sami Paşa, İstanbul’dan tayin edilmiş olsa da bir müstemleke valisi gibi davranır. Ada da zaten, vebanın yayılmasıyla, Osmanlı Devleti’yle uluslararası güçlerin ortak kararıyla kordon altına alınacaktır (256). Salgın tıbbi bir gerçek olmanın da ötesinde, derin bir sembolik değer kazanır. Bağımsız bir vilayet olarak ilan edilmiş olmakla birlikte, bir yandan Abdülhamit, diğer yandan Batılı devletler tarafından kolonileştirilmiş bu adaya vebanın gelmesi, adanın kaderi için hem bir lanet hem de bir lûtuftur. Modern epik, klasik epik’in tek yorumcu bakışından farklı olarak tarihe böyle ironik bir açıdan bakmayı seçer.

Orhan Pamuk adayı bir nüfus memuru titizliğiyle ve ayrıntısıyla nüfuslandırmıştır. Her evde, her dükkânda kimler yaşamakta, soylarıyla soplarıyla, akrabalarıyla, çok eğlenceli biçimde anlatılır. Öyle ki, ilk iki yüz sayfayı okuduktan sonra siz de meşhur Lando’ya binip hızlı bir ada turuna çıktığınız takdirde, kimlerle karşılaşacağınızı, hangi dükkânların önünden geçeceğinizi, hangi vitrinlere bakacağınızı kestirebilirsiniz. Pamuk’un epik anlatışıyla okur yavaş yavaş adanın yerlisi olduğunu hisseder—aynı saraylı Pakize Sultan’ın hissettiği gibi.

Romanın epik kapsamlılığı elbette başka anlatı stratejileriyle pekiştirilmelidir ve pekiştirilir de.

MİTOLOJİ

Hayal ürünü bu ada, doğal zenginlikleriyle bir yeryüzü cennetidir. Adaya yaklaşan gemileri iki baskın manzara karşılar. Tarihi temsil eden Kale’yle, zaman ötesinden parlayan Beyaz Dağ. Haçlılar, Venedikliler, Bizanslılar, Araplar ve Osmanlılar’dan kalma taş yapılarıyla neredeyse 700 yıllık bir tarihi olan Arkaz Kalesi, hafif pembemsi ve beyaz Minger taşlarıyla yapılmış bu muhteşem Kale, “tuhaf külahlı kuleleri ve aynı taşlarla yapılmış arkadaki binalar, köprüler[iyle]… derin ve büyülü bir etki”ye sahiptir (73). Bu büyülü mekânın aslında tekinsiz bir mekân da olduğu öykü geliştikçe ortaya çıkacaktır. Çünkü “Batılıların ‘Levant’ dediği Doğu Akdeniz’in bu köşesinden geçen gemilerin yolunu keser gibi yükselen pembemsi renkli kale, bakanlara çok eski zamanlarda, masallardan da eski zamanlarda bu adada insanoğlunun yaşadığını, çalıştığını, ve birbirlerini acımasızca öldürdüğünü hatırlatı[r]” (74). Adanın diğer göze çarpan noktası olan Beyaz Dağ, tarihin izlerini, yara berelerini barındıran Arkaz Kale’siyle tezat teşkil eder; zamansız, doğal ve lekesizdir. Pamuk bütün romanlarında dünyevi olanla aşkınlık arasında sıkışmış insan kaderini hatırlatmayı sever; Beyaz Dağ da aynı Beyaz Kale’deki kale gibi ulaşılmazlığın, aşkınlığın simgesidir.

Adada sık sık rastlanılan iki saat vardır ki neredeyse mitolojik bir önem kazanırlar. Bunlardan birincisi Vilayet Binası’nın saatidir. İkincisi ise Hamidiye Meydanı’nda inşaatı süren saat kulesi. Kale ve Dağ’ın temsil ettiği ikili karşıtlıklar gibi, bu iki saat kulesi de iki farklı tarih anlayışını temsil ederler. “İnşaatı hâlâ süren yeni saat kulesi” tarihin sürekliliğin, daha doğrusu süreçliliğin, Minger’in tamamlanmamış bağımsızlık tarihinin simgesidir. PTT’deki saat ise bir otokratın taktırdığı saattir. Postanedeki saat geçen zamanı ve o ânı gösterirken, meydandaki saat henüz bitmediği için geleceği, olasılıkları ve potansiyeli gösterir. Postanedeki saate büyük hayranlıkla bakan Kolağası Kâmil, ömrü vefa etse, ve iktidarını sürdürebilse bir Halit Ayarcı’ya, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bütün saatlerin aynı zamanı göstermesini sağlamaya çalışan otokrat eğilimli sahtekârına mı dönüşürdü?..

Postane adayı dünyayla bağlayan yer olduğu için ayrıntıları da dikkatle anlatılır. Her hafta İstanbul, İzmir, Selanik’ten gelen posta çuvalları kıyıda bekleyen sabırsız kalabalıklar ve postayı almak için yollanan uşaklar, beslemeler, yanaşmalar, kâtipler, memurlarca karşılanır, bazıları yerine çabuk varsın diye zarflarına adresle birlikte dua da eklenmiş mektuplar sahiplerine dağıtılır, çuval ve paketleri postaneye taşıyan at arabaları arkasından koşan çocuklar için oyun vesilesi olur, ve gene araştırmacı yazarın bildirdiğine göre “1901 yılında Minger Merkez Postanesi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 1360 postaneden en gelişmiş ellisi arasına girermiş” (111-112). Bu postanede Kolağası Kâmil’in hem hayranlığını çeken hem de aklını karıştıran duvarda asılı Abdülhamit’in gönderdiği TETA marka saattir. Üzerinde hem Arap hem de Avrupa rakamları olan bu saat hem Doğu’daki hem de Batı’daki vakti gösteriyordu. Kolağasının aklını karıştıran ise şuydu: “Tahta oturduktan sonra bütün Osmanlı vilayet merkezlerine saat kuleleri diktiren Padişah bu saatlerin her yerde hep aynı saati göstermesini istiyorsa, üzerlerinde hem Arap hem Avrupa rakamları niye yazıyordu?” (114). Kafasında bu düşüncelerle Kolağası Kâmil postane binasından çıkar ve “Padişah’ın tahta çıkışının yirmi beşinci yılı için dikilen ama hâlâ bitmemiş saat kulesinin çevresindeki sokaklarda yolunu kaybetmiş gibi bilinçsizce ve yer yer büyülenerek yürü[r]” (114).

Abdülhamit’e karşı kalkışma PTT’deki TETA marka İsviçre saatine kurşun isabet etmesiyle ve saatin, görgü şahitlerine göre “sihirli bir şekilde yok olması”yla başlar. Zaten biraz sonra PTT kapatılarak İstanbul’la ilişki ve iletişim engellenecektir. Ama isyanın ilk lideri Kolağası’nın Vilayete yürürken geçtiği Hamidiye Meydanı’ndaki bitmemiş saat kulesi yerli yerindedir. “O yürüyüş sırasında Kolağası’nın bugün tarih dediğimiz şeye iyice yaklaştığını hissediyoruz” (267) diye yazarken tarihçi Mîna Mingerli, bugün tarih dediğimiz şeyin ulu tasarımlardan değil, kimi zaman küçük entrikaların sonuçlarından, çoğu zaman da rastlantılardan oluştuğunu ve nerede başlayıp nerede bittiğinin de sınırlarının çizilemeyeceğini ima eder.

ŞEHİR

Modern epiklerin merkezi modern şehirlerdir. Adada bu mekân Arkaz şehridir. Okur, Damat Doktor Nuri ve Pakize Sultan’ın zırhlı landoyla Vilayet Merkezi’ne gelirken ilk kez geçtikleri sokaklarda şehirle tanışır:

Karı koca zırhlı landonun penceresinden İstanbul Caddesi’ndeki Avrupai binalara, otellere, aşevlerine, seyahat acentalarının yazıhanelerine, büyük mağazalara ilgiyle baktılar. Caddenin doğu tarafındaki dükkânlar, kumaşçı, elbiseci, ayakkabıcı, tuhafiyeci, kitapçı (Minger Adası’nın tek kitabevi Medit, Yunanca, Fransızca ve Türkçe kitaplar satardı) ve İzmir’den ve Selanik’ten getirilmiş kap kacak, mobilya ve kumaş satan dükkânları gördüler. Esnaf vitrinlerini güneşten korumak için renk renk şeritli tentelerini sonuna kadar indirmişti. Palmiye, çam, limon ve ıhlamur ağaçlarıyla yemyeşil bahçelerin derinliğini ve bitki ve ot çeşidinin zenginliğini görerek şaşırdılar. Mavi, pembe ve mor güllerin rayihası başlarını döndürüyordu. (79)

Bu ayrıntılardan kokular, renkler, ve sesler, kalabalıklar, kısaca modern yaşamın uyarıcıları hiç eksik olmaz.

Doktor Nuri’nin gece yürüyüşü, siyah beyaz bir filmin karelerinden oluşmuş gibidir. Bu yürüyüşte romanın diline hâkim olan sesler ve kokular gene vardır, ama renkler eksiktir. Dr. Nuri’nin yürüyüşü Pamuk’un sevdiği karanlık ve karanlığın gölgelerinden oluşmuştur.

Sütunlar ve kubbeler altından yürürken bir hayalet gibi hissetti kendini. Ağır ağır meydanı dönerken her an biriyle karşılaşacağını sanıyordu ama gece sanki iki boyutlu bir karanlık odaydı; adım attıkça karanlık bir kutunun içinden çıkamıyordu ama bazan bir ağacın gölgesi, bazen solmuş bir renk yanından sessizce akıp gidiyordu. Karantina ilanlarının, kapalı kepenklerin önünden geçtikten sonra ara sokaklara girdi ve karanlıkta vebalı şehrin sınırsız sokaklarında uzun uzun yürüdü. (175)

Yürürken köpek çeteleriyle karşılaşır, denizden gelen yosun kokusunu içine çeker, martıların çığlıklarını işitir, gül kokuları arasından geçer, Rumca fısıldaşan bir Rum çiftini duyar, yolunu kaybederek bahçelere girer, yönünü çıkaramadığı bir havuzdan gelen kurbağa sesleri arasında ilerlemeye çalışır, karanlıkta her türlü yön duygusunu kaybetmiştir ama koku ve işitme duyuları iyice keskinleşmiştir. Sonunda bu “metafizik” deneyimini karısına anlatınca Pakize Sultan dinlediklerini kelime kelime yazar ve başlığını da “Veba Geceleri” koyduğu bu mektubunu, İstanbul’a kolay kolay ulaşamayacağını bilse de, zarflar (176). Böylece romana adını veren ifadenin şehirdeki bu gece yürüyüşünden esinlendiğini öğreniriz. Dahası, bu başlıkla Pakize Sultan yalnızca kocasını dinleyen, anlayan, seven kadını değil, başkasının deneyimini kendi deneyimiymiş gibi hissedebilen, Pamuk’un sık sık kullandığı “başkası olabilen” yazarı da temsil eder.

Arkaz şehrinin sokaklarında en sık rastlanan araç, Vali Sami Paşa’nın özel konuklarını bindirdiği, kendisinin de halktan uzak durmak istediği zaman kullandığı, kendinden önceki vali tarafından “Arkaz’ın en namlı demircisi Köse Kudret’e” yaptırılan zırhlı landodur (35). (Buradaki epik parodiye dikkat çekmeden edemeyeceğim. Yunan mitolojisinin tanrılar için silahlar ve zırhlar üreten usta demircilik tanrısı Hephaestus’un karşılığıdır Köse Kudret, 44-45).

Lando’nun bir işlevi adayı sokak sokak dolaşarak sosyal coğrafyasını yansıtmaksa, diğeri işlevi, taşıdığı yolcuların değişmesiyle iktidarın nasıl el değiştirdiğini göstermesi, yani hem yatay hem de dikey hareketliliği temsil etmesidir. Lando, Minger sokaklarında hızla dolaşırken sanki içinde bir kameraman oturuyormuş da kayıt yapıyormuş gibi bu sokaklar, dükkânlar, yürüyenler, duranlar yansıtılır. Bu Lando’nun Minger’deki yatay hareketi gösterme işlevidir.

Lando Eski Çarşı’nın dar sokaklarına girince eskicilerin ve manavların sehpalarının kalktığını gördüler. Tatlısu Mahallesi’nde akşam hava kararırken çocuklar hâlâ sokaklarda oynuyordu; Bektaşi tekkesinin arka sokağında ıhlamur kokusuyla leş kokusu birbirine karışıyordu; boşalan evlerde hırsızlık olmasın diye Vali’nin özel emriyle sokaklara yollanan devriyeler işbaşındaydı; Rum Ortaokulu’nun yanından rıhtıma doğru inerlerken Kolağası, Vali’ye Karantina Neferleri’ni silah altına almaya başladığını anlattı. (169)

Ama bir de o Lando’dan inip adayı adımlayan karakterlerin gözünden resmedilen ada vardır:

Kolağası o gün postaneden dönerken yolunu uzattı ve derenin öbür tarafına geçti. Müslümanların çoğunluk olduğu mahallelerde yürüdü. Bayırlar Mahallesi’nde tenha bir sokağa açılan gölgelik bir bahçede üç zeytin ağacının altında ikisi sessizce, biri hüngür hüngür ağlayan üç küçük erkek çocuk gördü. (212)

Romanın birçok sinematografik pasajından biri olan bu paragrafta yanılmıyorsam ilk kez bir Pamuk romanında çocuk figürasyonuna da rastlıyoruz.

İki bahçe ötede bir evin kapısında “hastalığı sen bulaştırdın, hayır sen bulaştırdın” kavgası eden başörtülü teyzeleri dinledi. Tuzla Mahallesi’nde salgından korunma konusunda bilgili bir liman işçisinin bir ölünün eşyalarını kullanan kadınlara söz geçiremeyişine tanık oldu. Aynı sokaktaki Zaimler tekkesinde bir hocanın salgına karşı muska yazdığını ve bahçe kapısında sessizce bekler, huzura çıkmadan her iki kolunu göğsünde çaprazlama kavuşturup üç kez eğilerek “arz-ı hürmet ederim efendim” dersen seni içeri alacağını öğrendi. Bir mahallede ölümün ve korkunun sessizliğini ve devletin doktor ve memurlarıyla çaresiz kalışını hissediyor, bir sokak bir bahçe geçtikten sonra kendisini çocukluğunun tozlu ve uykulu sokaklarında buluyor ve korkusu biraz hafifliyordu. (212-13)

Bu uzun pasajı alıntılamamın nedeni modern epik anlatının hemen bütün öğelerini taşıması: Çevreyi yürüyerek algılayan bir karakter (buna modernist yazında bilinç merkezi de diyoruz), bu karakterin sinematografik algısı, çevrenin en ufak ayrıntılarına kadar tasviri, geçilen yolların kartografik bir dikkatle belirlenmesi, çevresel duyguyu yansıtan insan figürasyonu (ağlayan çocuklar, kavga eden kadınlar, bilgili liman işçisi), karakterin bir şehir gezgini olarak algıları, duyguları ve daha da önemlisi canlanan anıları. Bunların hepsi modern epik anlatıda, klasik örneği olarak da Joyce’un Ulysses’inde kullanılan motiflerdir.

Klasik epikte silahlar, modern epikte sokaklar ve vitrinler önemlidir:

Bonkowski Paşa ve Doktor İlias eczaneye yürüdüler. Hrisopolitissa Meydanı’na çıkan dar sokaklardaki dükkânların sahipleri vitrinlerinde sergiledikleri renk renk kumaşları, dantelleri, Selanik’ten ve İzmir’den gelmiş hazır elbiseleri, melon şapkaları, Avrupai şemsiyeleri ve ayakkabıları sabah güneşinden solmasınlar diye mavi, beyaz ve yeşil tentelerini indirdikleri için sokaklar olduklarından daha dar gözüküyordu. […] Sabah çocuklarıyla alışverişe çıkmış kadınlar, ceviz, kurabiye, güllü Minger çöreği ve limon satan seyyar satıcılar, kibar müşterisini sessizce tıraş eden bir berber ve son gemiden inen Atina gazetelerini satan çocuk şehirde hayatın olduğu gibi sürdüğünü gösteriyordu. Bu mahalle ve sokakların görece zenginliği, Arkaz’ın Rum burjuvazisine hizmet sunan dükkânlardaki çeşitlilik Bonkowski Paşa’ya eski dostu Nikiforos’un işlerinin yolunda olduğunu düşündürdü. (50)

HİCİV

Modern epik hiciv üzerine kuruludur; klasik epik, yüceltme ve övgü üzerine. Orhan Pamuk’un hicivci üslubunda Stendhal etkisi görürüm ben. Şehzadeler eğitimsizdir, çünkü eğitim sistemi dayak üzerine kurulu olduğu ve şehzadeler de dövülemeyeceği için cahil kalırlar (199). “Arsenikle zehirleme adamızda kimse Fransız romanı okumadığı için [Madame Bovary’yi kastediyor] bilinmez” gibi Stendhal cümlelerinde. Vebayla birlikte bilimin dine nasıl yenildiği (doktorlar da hocalar ve vaizlerin okudukları ayetlere teslim olurlar); korku ve çıkarın ada huzurunu nasıl bozduğu, siyasi rekabetin nasıl çirkinleştiği, verilen beş altın ödül için saklanan hasta komşularını ihbar eden adalılar (226), yalnız yaşayan ihtiyarların evini soyan haydutlar (227) Stendhal ironisini hatırlatır bana.

ANSİKLOPEDİK BİLGİ

Modern epik ansiklopedik bilgi içerir; bu yüzden modern epiklere ansiklopedik roman da denmiştir. Veba Geceleri’nde de vebanın tarihi, kliniği, gülsuyu üretimi, modern eczacılığın kuruluşu (58), kalenin tarihi; detektif romanı türünün tarihi, zehirler ve etkileri, Kolağası Kâmil’e istediği Kayzer Wilhelm bıyığı şeklini verebilmek için berber Panayot Efendi’nin, Berlin’de kullanılan yapıştırıcının formülünü ele geçiremeyince “palamut ağacının ham meyvası ve Minger çamının sakızını ezerek” ve gülsuyu ve leblebi tozuyla karıştırarak imal ettiği özel balmumunun (217) yapılışı ve daha yüzlerce ansiklopedik bilgi bulunur. Klasik epik’in özelliği parataksik anlatı bu ansiklopedik sapmaları tamamlar. Ama parataksik anlatı klasik epikte epik kahramanın gücünü, modern epikte tüketimin istila ettiği yaşamların parçalanmışlığını göstermek üzere kullanılır. Bu türden bir pasaja iyi bir örnek Dr. Nuri’nin Aktar Vasil’in dükkânında gördüklerinin listesidir:

Vasil’in dükkânının önünde okuma yazma bilmez reçete sahiplerinin dükkânı tanımasına yarayacak bir devekuşu yumurtası vardı. Eski Çarşı’daki diğer bir dükkân kapısının önüne Arap Feneri’nin bir küçük maketini, Vavla’daki diğer aktar ise kocaman bir makas koymuştu işaret diye. Bu iki küçük dükkânda da en çok arananlar müshil, basur, öksürük hapları, yaralar, romatizma ağrıları için merhemler ve mide ilaçlarıydı. Damat Doktor, Eczacı Nikiforo’nun dikkat çektiği acıbadem suyu, kara ardıç, papazotu, tatula gibi İstanbul’da eczacıların baskısıyla aktarlarda satılması yasaklanmış bazı ilaç ve hammaddelerin de bu dükkânlarda satıldığını görüp not aldı. Bu bilgilerin karantinacı doktorlara kasteden kumpası düzenleyenlerin bulunmasına yardım edeceği inancıyla, mide ilacı karışımları için papatya, rezene, anason ve çöre otu kullanıldığını da kaydetti Doktor Nuri. Vitrinine kocaman bir makas koyan aktar, vebaya karşı okunmuş kâğıt, muska veren şeyhlere de en çok yazdıkları pomatın kükürt, balmumu, zeytinyağı ve gül yaprağından yapıldığını bir şişesini Doktor Nuri’ye verirken anlattı.

Pakize Sultan misafirhane odasında bu sıvıları, karışımları şakayla da olsa denemek istedi ama kocası izin vermedi ona. Tartışmalar, küskünlükler, cilveler sonunda şişeler bir kenara kondu. (210-211)

Bu ayrıntılar, uzun listeler, dükkân vitrinleri, modern epik türünün işaretleridir. Şişeler bir kenara konduktan sonra ne olduğu ise okurun muhayyilesine bırakılır.

MODERNİST NATÜRALİST ÜSLUP

Veba tasvirleri modernist natüralist anlatının başarılı örneğidir. Bu anlatının klasik örneği Flaubert’in Madame Bovary’sinde Emma Bovary’nin arsenik zehirlenmesinden ölümünün sayfalarca tasviridir. Modernist natüralist nesrin geleneksel natüralist anlatıdan farkı hem objektif bir gerçekçilik hem de beş duyuyu birden harekete geçirecek, yani görsel, işitsel, dokunma, koku, ve tat duyularının hepsini birden uyaran bir dille anlatılmasıdır. Pamuk bu anlatının dünya çapında bir ustasıdır. Bayram’ın veba ateşiyle gördüğü rüya ve kâbuslar örneğin:

Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. (27)

Bu kâbusun görsel, dokunsal, tatsal, ve işitsel imgeleri vebanın korkunç ama gerçekçi şiiridir. Kusma, ateş, sayıklama, bayılma, kanlı gözler, istemsiz çırpınmalar, şiddetli baş ağrıları, boyunda, kulak arkasında, koltukaltı ya da kasıkta çıkan veba hıyarcıkları, bunların vebalı birini nasıl kademe kademe ele geçirip ölüme sürüklediği ayrıntılı anlatılır. Hastanın psikolojik tepkisi de ihmal edilmez: şaşkınlık, korku, isyan, inkâr, tevekkül. Kitapta çok sık rastladığımız klinik veba tasvirlerinden bir örnekle yetinelim:

Hücre kapısının önündeki kalabalık çekilip içeri yeterince ışık girince Bonkowski Paşa ile muavini, gardiyan Bayram’ın vebadan öldüğünü ve buradaki salgının veba olduğunu anladılar. Aynı aşırı beyaz ten rengini, içeri göçmüş gibi gözüken yanaklarla, hayretle açılmış fırlak gözleri ve acıdan kurtulmak ister gibi mintanın kenarını kavrayıp sıkmış parmakları İzmir’de en azından üç ölüde görmüşlerdi. Kusmuk ve kan lekeleri ve tuhaf koku da aynıydı. Doktor, zindan bekçisinin düğmelerini dikkatle çözüp gömleği çıkardı. Boyunda ve koltukaltlarında hıyarcık yoktu. Ama ölünün karnı ve bacakları soyulunca, sol kasığın üzerinde veba hıyarcığını gördüler. Hiçbir şüpheye izin vermeyecek kadar gelişkin ve büyüktü. Parmaklarının ucuyla hafifçe dokunarak hıyarcığın o ilk sertliğini kaybettiğini, demek ki en azından üç günlük olduğunu ve ölünün çok acı çektiğini anladılar. (43)

Bu klinik natüralist anlatı vebadan ölenlerin yakılmaları, kireçlenmeleri, bunu tercih etmeyen Müslümanların ölü yıkamaları, dezenfektasyonları işlemlerinin grafik ayrıntılarıyla tamamlanır.

TARİH

Abdülhamit’in hem Müslüman ayaklanmalarını destekleyen hem de Batılı büyük güçlerle iyi geçinmek için sürdürdüğü “çelişkili” ve son tahlilde başarısız politikalar (31), kaybedeceği kadar toprak kaybettikten sonra artık toprak kaybetmeyeceği inancıyla yaptırdığı ve imparatorluğun en ücra köşelerine dağıttığı harita, o haritada hâlâ Osmanlı toprağı olarak gösterilmesine rağmen kaybedilmiş Mısır, büyük bir gayrimüslim nüfus ve bunların ayrılıkçı hayalleri, Rum ve Ermeni ticaret sınıfının yükselişi, Abdülhamit ne kadar görmezden gelmeye çalışırsa çalışsın, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş göstergeleriydi (30-34).

Roman bu çöküş öyküsünün yanı sıra, bir de kuruluş öyküsü anlatırken kimi zaman resmi tarihe, kimi zaman kurguya, kimi zaman da parodiye yaslanır. Ama en çok da bu üçünü birbirinin içine geçirerek kurduğu cümlelerle okuru şaşırtır: Örneğin Padişah Abdülhamit’in detektif romanlarına düşkünlüğü bir vâkıadır; geceleri uyumadan önce bu romanları sesli olarak okutarak uykuya geçtiği de belki öyle. Ama hafızası çok kuvvetli olduğu için kendisine okunan bir romanı yıllar sonra da hatırladığı ve daha önce dinlediği bir romanı tekrar okumaya kalkan bir saraylıyı ceza olarak sürgüne gönderdiği muhtemelen bir efsanedir.

Farklı görüş açılarını kayda geçirmek Orhan Pamuk romancılığının önemli unsurlarından biridir. Daha kitabın epigrafında bu konuyla buluşturur okurunu Pamuk: Kapak resminde Arkaz şehrinin değişik açıdan resmedilişini ressam Ahmet Işıkçı’nın tercihi olarak sunar. Ahmet Işıkçı’yı ise elbette hatırlıyoruz. Cevdet Bey ve Oğulları’nın üçüncü kuşak genç ressamıdır o. Mîna Mingerli de kitabı yazarken tekli bakış açısını bozmak için duygularla olguları kasten karıştırarak anlattığını, bazı olayların farklı biçimde açıklanmalarına, kendi düşüncesine uymasa da, eşit ağırlık verdiğini (Abdülaziz tahttan indirildikten sonra öldürüldü mü, intihar mı etti?), her ne kadar tarihsel gerçekleri yansıtmasalar da popüler tarihçileri de ciddiye aldığını söyler.

Modern epik anlatılarında tarih birçok başka metin gibi değerlendirilir; tarihi anlatıların da kesinliğinden kuşku duymak, bunların da çeşitli versiyonları olabileceğini kabul etmek gerekir. Örneğin Kolağası Kamil ile Zeynep’in ilk karşılaşmalarına ilişkin anlatılanlar gibi. Bu karşılaşmada, Kâmil ve Zeynep’in, tarih kitaplarında yazıldığı gibi, öyle uzun uzun konuşmuş olmaları ihtimal dışıdır:

Çiftin Mingerce uzun uzun sohbet ettikleri daha sonra başta Kolağası’nın kendisi tarafından uydurulan bir efsanedir. Resmi tarihler, ders kitapları ve 1930’larda Hitler ve Mussolini etkili popüler aşırı milliyetçi sağ basın da beslemiştir bu yalanları. 1901 yılında Minger dili iddia edildiği gibi, “Çok daha erken karşılaşacaktık!” ya da, “Her şeyi çocukluğun diliyle yeniden adlandıralım!” gibi karmaşık ve derin anlamları ifade edebilecek kadar gelişmiş değildi ne yazık ki! (151)

VE MÎNA MİNGERLİ

Kitabımızda halkın ve yöneticilerin kuvvetle inandığı uydurmalara, yalan hikâyelere yer verdik çünkü bu söylentiler tarihin şekillenmesinde etkiliydiler. Ama halkın kahve falı, yıldız okuma merakı, hatta Şeyh Hamdullah’ın vebaya karşı dedelerinin kitaplarında ve Hurufi metinlerinde cevaplar, işaretler araması, bize kalırsa, vebaya karşı davranış ve temel kararların biçimlenişinde yüz yıl önce olduğu kadar etkili olmamıştır. Söylentiler, milliyetçi önyargılar hatta genel bilgisizlik ve cehalet kadar Minger vebasını etkilemediği için biz tarihimizde Hurufiliğin, yıldız ve fal örneklerini önemsemedik. (239-40)

diye savunur bu yöntemi Mîna Mingerli. Zeynep’le Kolağası’nın adadan “kaçma teşebbüsü” konusunda ise “bir tarihçi olarak Pakize Sultan’ın mektuplarındaki sözlerden başka verebileceğimiz bir kanıt ve belge yoktur. Minger milliyetçisi tarihçiler bu konuyu tabu addederler, hiç konuşmazlar bile” (255) der. Minger isyanının başlangıcında “İlk kurşunu kimin attığı konusunda Osmanlı ve Türk yazarlarının ayrı; Minger milliyetçisi tarihçilerin ayrı ve geri kalan dünyanın ayrı iddiaları vardır” (317). Hal böyle olunca da tarihçi Mîna Mingerli anlatısına neden romanesk öğeler katmasın ki?

Modern epik yazarının bir amacı tarihi çoklu bir bakış açısından yansıtmaksa, diğeri de parodi yoluyla resmi tarih anlatılarını sorgulatmaktır. Bu parodi öğeleri özellikle de Minger’in bağımsızlığını ilan etmesinin anlatıldığı sayfalarda yoğunlaşır:

Minger’in bağımsızlığının ilan edilişini anlatan sayfalar, Vilayet hademesi Haşmet’in baskın ihtimaline karşı yanında taşıdığı sopaya gül işlenmiş kırmızı bezi bağlayarak (Eczacı Nikiforos’un dükkânının reklam bayrağıydı bu ve Sami Paşa tarafından el koyulmuştu) Kolağası’na vermesi, Kolağası’nın yaralı kolundan akan kanla ıslanmış bu bezi Vilayet’in penceresinden sallayarak “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” diye Mingerlilere seslenmesi, Kolağası’nın Vilayet binasından ellerin ve omuzların üzerinde çıkarılması, Alexander Satsos’un bu sahneyi resmeden yağlıboya tablosu (“Teksaslı alkolik bir petrol milyonerinin koleksiyonu”na düşmüş), sonradan Haşmet’in köyüne yapılacak olan okula Sancaktar Haşmet İlkokulu adının verilmesi gibi ayrıntılarla Pamuk, bütün dünyada milliyetçi tarih yazımını hicveder (326, 332). Bunları izleyen balkon duasının ise yakın tarihimize yaptığı atıf açıktır (331). Alexander Satsos’un resmi kaybolmuş olsa da, o gecenin ölümsüzleştirilmesi bütün adanın bildiği “ressam Tacettin’in Vilayet’in zırhlı landosunun gecenin ortasında şehrin boş sokaklarında ilerlemesini gösteren resmi” sayesinde mümkün olmuştur (335). Evet, tankların yerine bu lando dolaşacaktır Minger’de gerçekleşen bu tiyatro gibi ihtilalin gecesinde. Benzer bir parodistik hiciv, Pamuk’un bu romanında, önceki romanında pek de rastlamadığımız çocuklara ilişkindir: “Bu çocukların ölüm kalım mücadelesi, boş evlere girip saklanmaları ve bahçelerden portakal toplayıp ceviz çalarak yaşamaya çalışmaları çok renkli ama acıklı bir konudur.” der ve sonradan okul kitaplarında bu “acıklı maceranın sanki çok güzelmiş gibi romantik bir milliyetçilikle” abartıldığını, hatta 1930’larda bir dönem Minger İzci Teşkilatı da bu çete çocuklarının halk arasındaki adı olan “Ölümsüz Çocuklar” adını aldığını ve “daha sonra Dünya İzci Teşkilatı’nın isteği üzerine ‘Yavru Güller’” olarak değiştirildiğini yazarken, milliyetçi tarihlerin abeslikleriyle de güldürür (277-278).

Minger Adası yöneticilerinin vebayı saklama çabaları otoriter rejimlerin antidemokratik uygulamalarını örtme taktiklerinin bir yansımasıdır da. Çünkü vebanın sembolize ettiği şeylerden biri de siyasi veba, yani baskıcı rejimlerdir. Romanın başlığı da herhalde bu yüzden Veba Günleri değil Veba Geceleri, çünkü Minger adasında yönetim, hesap verilirliği olmayan, her türlü hile ve desiseyle yürütülen, antidemokratik bir “gece” yönetimidir.

Sami Paşa basını kontrol altında tutar (336); güç gösterisi olsun diye en küçük tekkeyle uğraşır, gel gör ki, taşlı sopalı bir kavgada bu tekkenin “aylakları, miskinleri ve müminleri”ne yenilmesi bir alaycı-epic (mock epic)tir (337). Napolyon’u ve Fransız İhtilali’ni idealize eden Komutan Kâmil (Stendhal’ın Julien Sorel ve Fabrizio del Dongo’sunu çağrıştırır) Jakoben baskılar uygulamaya başlar. Vilayet Meydanı’na kurulan darağacında Ramiz ve arkadaşları (suçsuz oldukları halde) asılır. Minger bağımsızlığını gerçekleştiren ihtilal, karşı ihtilallerle sürer: Şeyh Hamdullah adanın ücra bir köşesine sürülür, Halifiyeciler ve diğer tekkeler isyan ederek Kale’nin kontrolünü ele geçirirler; suçlu suçsuz Kale’de kim varsa ortalığa saçılır, iktidarı Keçe Külahlı Naip Nimetullah Efendi ele geçirerek Şeyh Hamdullah dönemini başlatır. Ve “bağımsız Minger Devleti’ne kimsenin karışamayacağını göstermek için” Vali Sami Paşa idam edilir (418). Vali Sami Paşa’nın idamından önce duyduğu pişmanlık, iç hesaplaşması ve hatalarıyla yüzleşmesi siyaset ve vebanın birlikte kararttığı Minger’de insani bir aralıktır. Bunu komik bir siyasi hamle izler. Yeni rejime meşruiyet kazandırılması için Pakize Sultan Şeyh Hamdullah’la evlendirilerek Kraliçe unvanını alır. Kraliçe Pakize Sultan’ın halk tarafından benimsenmesi onun karantina konusunda etkili olmasıyla sonuçlanır ve veba vak’aları hızla azalarak adada veba biter. Tarihsel parodist anlatı bu noktada artık postmodernizmin fantastik/büyülü anlatılarının ritmine yaklaşmıştır.

Minger Anayasası’nın yazılmasında kurucu anayasaları taklit eden parodist bir üslup kullanılırken, Komutan Kâmil’in Cumhurreisi seçilmesi ve bu vesileyle verdiği Nutuk’ta Mingerlilik’le övünmesi, adada konuşulan o kadar başka dil varken Mingerceyi resmi dil ilan etmesi, Türkiye Cumhuriyeti de dâhil, diğer ulusların kuruluşundaki tekçi öğeleri hicveder. Modern epik’in parodist, sorgulatıcı, hicivci üslubunu etkili ve eğlendirici bir biçimde kullanan Pamuk, tarihi romanların ulusalcı yüceltmelerle, örneğin Abdullah Kozanoğlu gibi bir romancının üslubuyla yazılmasına ve kuruluş tarihlerine uygun tek anlatının klasik epik tarzı olduğuna inanan okurların edebi tercihlerine cevap veremez.

Gene de roman, ironik olmadığından emin olduğumuz bir sözcükle biter: Hürriyet!

VE TABİİ YAZAR

İkisi de kadın iki yazar personası kullanır Pamuk bu romanında. Pakize Sultan Vilayet Konağı’ndaki odasında kâh pencereden dışarı bakarak, kâh kocasının anlattıklarını dinleyerek mektuplarını yazarken, onun erişemeyeceği mekân ve bilemeyeceği olayları o mektuplara tarihsel araştırmalarına hayal gücünü de katarak torunu tarihçi Mîna Mingerli ekler. Bu iki yazar figürasyonunun da çözemediği durumlarda, yazarlık konumu, okurun muhayyelesine de yer bırakılarak oluşturulur. (Örneğin Eczacı Nikiforo’nun, Hatice Sultan’ın yaşlı kocasının saptamasıyla Abdülhamit’in “muhbir provocateur”lerinden biri olup olmadığı, 204).

Pakize Sultan’ın 1901 ile 1913 yılları arasında ablası Hatice Sultan’a yazdığı mektupları romanlaştıran Mîna Mingerli. Ama bu mektuplar romanın ancak bir kısmında kullanılmış, çünkü romanda Pakize Sultan’ın orada olmadığını, başkalarından da duymadığını bildiğimiz olaylar da yer alıyor. Gardiyan Bayram’ın Kale’de vebadan ölürken son saatleri gibi. Bayram’ın yalnız ölümünün başka bir şahidi olmadığına göre, demek ki Mîna Mingerli bu saatleri tasvir ederken hayal gücünü kullanmış.

Mektuplar Orhan Pamuk’un yazar karakterlerine ayırdığı o favori mekânlardan birinde yazılmış:

Pakize Sultan iç içe geçen iki odadan oluşan ve hemen dikkatini çektiği gibi “güllü sabun ve ahşap kokan” bu dairenin bir köşesinde Kale’ye, limana ve şehrin harika manzarasına ve bahçelerine bakan bir masa olduğunu görünce, İstanbul’daki son günlerinde, pek çok sarsıcı mutlu olaydan sonra Hatice ablasının kendisine verdiği zarfları, şık mektup kâğıtlarını ve gümüş, zarif kalem takımını ve ona verdiği sözü hatırladı. […] “Bana gördüğün, duyduğun her şeyi anlatacağına söz ver!” demişti bu mektup takımını verirken. “Bak, çok yaz diye iki tomar kâğıt bırakıyorum. Ama sen de Hatice ablana her gün yazacaksın!” (80)

Orhan Pamuk’un romanlarında bu odaların önemli yeri ve anlamı vardır. Yazarın çekildiği, bir tür gönüllü karantinaya girdiği bu odalar, onun dışarda akan yaşamla, yaşamın ötesinde gözünü diktiği aşkınlığı temsil eden bir mekân (Kara Kitap’ta Kaf Dağı, Beyaz Kale’de Beyaz Kale, Yeni Hayat’ta otobüsün camında görülen melek, Benim Adım Kırmızı’da Üstat Osman’ın körlüğe kavuştuğu hazine odası, Kar’da mükemmel kar taneleri), yaşamın ve sanatın özlediği aşkınlığı, ama bu aşkınlığa kavuşmanın olanaksızlığının da ancak yaşamla bütünleşen bir sanata adanmak olduğunu gösterir. Modern(ist) sanatın bu ikilemi, Orhan Pamuk’un bütün romanlarında temsil edilir. Bu ikilemden kurtulmak mümkün olmadığına göre sığınılacak oda, sanatçının yapacağı tercihlerin odasıdır. Dışarıda yaşam hastalığıyla, sağlığıyla, vebasıyla aşkıyla sürmekteyken, yaratıcılık sanatçıya ne kadar kendini tecrit etme hakkı tanır? Bu odanın penceresinden dışarı bakmayı seven yazar, yaşamın ötesinde var olduğunu bildiği ama kavuşamadığı aşkınlığa ancak odanın dışındaki yaşamı anlatabilirse yaklaşabileceğini sezmiştir ve bunun için yazar. Pamuk’un yazar figürleri bu yüzden gönüllü karantinalarından çıkar ve yaşama karışırlar, ama sonunda hep o odaya dönerler. Bir sonraki salvoya hazırlanmak, bir sonraki romana başlamak üzere.

Pakize Sultan’ın renkli anlatımı onun bir kadın olmasıyla, özdeşleşme yeteneğiyle ilişkilendirilir (11). Gene bir kadın olan torunu Mîna Mingerli de bu özdeşleşme yeteneğinden payını almıştır (12). Roman yazmak için gerekli olan bu yeteneğinin yetmediği zamanların ise erkeklerle, paşalarla, ve doktorlarla özdeşleşmeye çalıştığı durumlar olduğunu itiraf ederek Mîna Mingerli yalnızca kadın anlatıcılığı değil, feminist bir anlatıcılığı da savunmuş olur (12). Birinci yazar Pakize Sultan’a gelince, o hem kadın, hem de sürgünde bir kadın olarak, bir yandan feminist bir yandan da postkolonyal yazarlığın çağımız için ayrıcalıklı kriterlerini yerine getirir. Ayrıca politik bilinci de bütün diğer roman kişilerinden yüksektir: Pakize Sultan’ın kocasına siteminden anlarız bunu:

Abdülhamit’ten başka bir Babıali, devlet ve millet olduğunu düşünmenize cidden şaşırıyorum…” […] “‘Devlet’ dediğiniz paşalar ve kâtipler amcamın her istediğini yaparlar ve O’na göre adalet onun her istediğinin yapılmasından başka bir şey değildir…” (228)

Minger Adası’ndan ayrılmadan önce Pakize Sultan’ı son kez Lando’yla gezerken görürüz:

Kapalı kapılar, çarpık çurpuk duvarlar, yemyeşil ağaçlar, sarı düzlükler, pembe ve mor çiçekler gördü Pakize Sultan. […] Bir bacanın kırık olduğunu, bir bahçede anasından kaçan bir çocuğu, başörtüsünün kenarıyla yaşlı gözlerini silen bir kadını gördü ve onlar hakkında ablasına kendi kelimeleriyle yazacağını anladı. Tek başına kararlılıkla yürüyen şapkalı, kara giysili bir adamı, tembel tembel kenarda uyuyan biri tekir, öbürü kara iki kediyi, dar bir sokakta bağdaş kurmuş oturan sakallı bir dedeyle torununu (kocası söylemeseydi onların dilenci olduğunu anlayamazdı), bir hamakta uyuyan ihtiyarı gördü. Kafesleri sökülmüş cumbalardan, yola bakan, pencerelerden geçmekte olan landoyu merakla seyreden pek çok yüz gördü. (449-450)

Gördü! Pamuk’un belki de en sevdiği fiil! Ve bu romanının muhteşem görselliğini yaratarak Pamuk bu en sevdiği fiile ihanet etmediğini bir kez daha kanıtlamış.

*kitap-lık dergisi, sayı 216, Mayıs-Haziran 2021

  1. Orhan Pamuk, Veba Geceleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2021, s.11. Bundan sonraki bütün alıntılar bu baskıdandır.
  2. Perry Anderson, “From Progress to Catastrophe”, London Review of Books (vol.33, no.15: 2011), 1.