YAZARLAR

Umut ve güven ya da bir hakem heyeti önerisi

Devlete “kadim gelenek” sıfatı yakıştıran, bu yakıştırma yoluyla yapmaya ya da yapılmasına göz yummaya niyet ettiği yakışıksız işlere rıza istemektedir.

Türkiye söz konusu olduğunda umuttan söz etmek, hatta sözcüğü herhangi bir formda cümle içinde geçirmek bile naif olmakla yaftalanmanıza yetiyor. Denenmemiş tek bir siyasî iddia ya da hegemonik proje kalmamışken, yani bildiğimiz, ülkenin bağrından çıkmış (!) tüm ana akım tarz-ı siyasetleri denemiş ve bizi nasıl başarısızlığa götürdüklerine, yalnız heveslerimizi ve (ortak) yaşam arzumuzu değil, birbirimize ve kendimize duyduğumuz saygıyı ve güveni de yerle yeksan ettiklerine şahit olmuşken nasıl umutlanacağız ki?(1) Umudun naif bir halet-i ruhiye olarak damgalanmasına sebep olan başlıca müşterek meselemiz ise kimsenin birbirine ve kurumlara güvenmemesi. İnsanlara, kurumlara, mekanizmalara güvenmek safça hatta salakça bir zayıflık gibi. Güvenin zıddı olan kuşkuculuğun kaynağı ise üzerinde en çok ortaklaştığımız tecrübeye dayanıyor. Daha ilerlemeden başa dönüyoruz: Tüm tarz-ı siyasetlerin denenmiş ve o siyasetlerin savunucularının hepimizi kendi başarısızlıklarına mahkûm ettikleri tecrübesine. En son alnı secdelilere güvenmeye kalktı toplum ve hale bakın. Aramızdan “işe yarar” olanların “keyfini sür, aşılandım” yazan maskelerle döviz kaynağı turistleri ağırlamasını istiyorlar. Allah’ım biz nereye düşürdük kendimizi böyle? Neden herkes kendisi hakkındaki her türlü iddiasının yalnızca aksini ve tersini sergiliyor? Ne yani bu sonsuz umutsuzluk ve güvensizlik sarmalında, ehven-i şerler arasında seçimler yapıp, bir sükût-u hayalden ötekine koşarak mı bekleyeceğiz ahir zamanı?

Bu hissiyat hayata şöyle yansıyor genellikle: Bizim başımıza nasılsa iyi şeyler gelmez. O zaman hiç değilse çok kötü felaketler yaşamadan göçüp gitmenin yolunu aramalı. Kimseye güvenmemeli, umuda kapılmamalı yani uğraşmamalı, idare edip gitmeli. Vakti çok olanlar başka yerlere gitmeli, vakti az kaldığını düşünenler sürünmeden ve kimseye muhtaç olmadan veda etmeli. Yok ki başka seçenek, nasıl olsun? Tanıdığımız bütün alay komutanları tam da böyle emrediyor: Fazlasını isteme, dahası çıkmaz bu topraklardan. Sürünmeden, kimseye muhtaç olmadan veda edecek bir hayat yaşamanın yolu da sadakatten, itaatten ve payına düşene razı olmaktan geçiyor. Çalana razı ol evinin önüne asfalt döktü diye. Bal tutanın parmağını yalarken çıkardığı seslere razı ol, belki bal tutma vakti sana da gelir diye. Senin payını kendi itibarını sırmalamak için sarfedene razı ol. Hem başka ne yapabilirsin ki? Milliyetçilerin milletten, İslamcıların dinden ikrah ettirdikleri düzene razı ol, çünkü nasılsa umutların kırılacak ve güvenin suistimal edilecek. Başka türlü bir memleketin mümkün olduğunu söyleyen naiflere de kanma. Hem herkes bu kadar kötüyken o naifler nasıl kazanırlar ki? Harcanırlar, mutlaka harcanırlar, sen de onların peşine takılıp harcananlardan olma!

Bu halet-i ruhiye yüz yıllık cumhuriyetin birikimi değil yalnızca. Evveliyatı var. İnsanı canından bezdirip “eeeeh yeter artık, ferman padişahınsa dağlar bizimdir” dedirten bir devlet geleneğine sahibiz ne de olsa. “Ekende yok, biçende yok, yiyende ortak Osmanlı” diye mâni düzdüren, “Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem” diye nameler söyleten, gözümüzü kör eden şişinmelerden sırrına nail olamadığımız yüzlerce destanla, masalla ve hatta hurafe diye damgaladığımız inanışlarla çeşit çeşit tarifini miras aldığımız o pek kadim (2) ve ağır devlet geleneği. Adını koyalım cumhuriyetten hemen her kesimin duyduğu hayal kırıklığının kaynağı da başlangıcı itibariyle o adı batasıca kadim geleneğin itibarı için yaşamak zorunda olmayacağımıza dair bir inançtı. Devlet yaşasın diye yaşamakla yetinmeyecektik güya! Yurttaş olmak bu demekti. Eşit olmak bu demekti. Çok da uğraşmadık bu kavramların içeriğini bizi eşitleyen haklarımızla doldurmak için. Alay komutanları o kadim evin alışkanlıklarından azıcık bile uzaklaştığını gördükleri herkese asker kaçağı muamelesi yaptılar zira.

Ve şimdi yine, bir kez daha o kadim halin ayyuka çıktığı dönemlerden birinden geçmekteyiz. Umutlanmak saflık, güvenmek salaklık, öyle ise daha iyisi için uğraşmak beyhude. Seçenekler sınırlı: Köşeden izle olup bitenleri ve aklına gelen kötülük vuku bulduğunda neşeli ama acı bir “ben sana söylemiştim” türküsü çığır. Hiç o tarafa bakma, zaten her şey mide bulandırıcı, kendi hayatınla meşgul ol, zaten bu koşullar altında kaç günün kaldı ki? En güçlü gördüğünün peşine takıl, belki az biraz koruma ve ayrıcalık kazanırsın, artık payına ne düşerse. En güçlü görünen de muhtemelen en umutsuz, en güvenilmez olandır, çünkü işini bilir. Boşver kimin ne diyeceğini, çocuklarının senin yüzüne nasıl iğrenerek bakacağını. Zaten herkes böyle yapmıyor mu? Ucu sana dokunana kadar hiçbir şeye itiraz etme. Sıra sana geldiğinde suçla en çok da bir işin ucundan tutarken diz kapaklarının arkasına “ben söylemiştim” tesbihinle vurduklarını: E hani, benim hakkımı korumayacak mısınız?

Buradan da ancak “kadim devlet geleneği”ne gidilir. Alışkanlıklar baştan tesis edilir. Mesnedini mesnetsizliğinden alan bir tarz-ı hayat başa sarılır. Bugüne getiren bütün hatalar baştan alınır, onca tecrübeye rağmen hiçbir şey temize çekilmez. Müsvedde bir hayatı sürdürmek için tüm bilinen kaynaklar tahrif edilir. Bu mudur yani kendimizden beklediğimiz?

TESLİM OLMAYANLAR

Hiç sanmıyorum. Çünkü memlekete bakarken “ya bizden adam olmaz, zaten bu insanlar böyle, öğrenmezler, anlamazlar iyiliklerinin nerede olduğunu. Çıkarlarının peşinden gider yolsuzlara yoldaş olurlar” sayıklamalarını bir kenara bırakıp sevgiyle ve özlemle değil, merakla baktığımda vaziyetin de gidişatın da hiç böyle olmadığını görüyorum.

Ne zaman bir kadın öldürülse ya da kaybedilse ayağının altından bırakın zemini dünyanın çekildiğini hissedip direnen, adalet arayanlar var. Ölüler için kimsenin adalet aramadığı bir toplumda hayatın manasının da kalmayacağının farkında olanlar...

Tren kazasında ölen oğlu için adalet arayan Mısra Öz mendebur virüse yakalanıp yoğun bakımda yatarken, onun sözünü alıp binlerce, on binlerce çoğaltanlar var.

Lenf kanseri iken Erdoğan Bayraktar’ı bakan/devlet yerine koyup yardım isteyen, buna karşılık bakanın/devletin cebine koyduğu üç-beş kuruşu görünce "Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda” diyen rahmetli Dilek Özçelik’in meydan okumasını her fırsatta hatırlatanlar var...

“Çocuklar ölmesin” dediği için başına olmadık işler getirilen Ayşe Öğretmen’i unutmayıp baştacı edenler var.

Öyle çok örneği var ki bu dediklerimin...

Devletin kadim geleneği uyarınca kaybettiği çocukları, yakınları için adalet arayan ve bunu yıllardır hepimizin gözleri önünde, olanca cömertlikleriyle aradıkları adaleti hepimizle paylaşarak, adaleti müşterek bir talebe dönüştürerek var eden, mücadele eden Cumartesi Anneleri var mesela!..

Suruç’ta, 10 Ekim’de katledilmiş insanlar için adalet arayan avukatları hiç dinlediniz ya da izlediniz mi? Bütün o akıl, bütün o yol yordam bilgisi, yargıyı ve devleti herkesin olmaya zorlayan bütün o inat ve irade var!

İş cinayetlerinde kaybettiğimiz emekçilerin davalarını takip eden avukatlar var! Takibata uğrama, hapse düşme ve orada yalnız bırakılma risklerini her şeye rağmen göze alıp hepimiz adına hesap soranlar ve onların yanında olanlar. Sayıları az değil, çok da sayılmaz, ama görmüyor musunuz? Nasıl da dirençliler!

Bir yandan yaşam hakkını savunurken bir yandan hepimizi ve her birimizi mahkûm eden sınırların ne denli boğucu ve korumaktan çok yaralayan, parçalayan sınırlar olduğunu hatırlatan, onları aşmak konusunda hepimize ve her birimize rehberlik eden, ilham kaynağı olan, ne zaman kendilerinden yana baksak kendimiz hakkında yeni bir şey öğrendiğimiz LGBTİ+ hareketi var.

İkizdere’de, Kaz Dağları’nda, İstanbul’da, Hasankeyf’te, Dersim’de “kadim devlet geleneği”nin herkese ait olanı satıp savma, nakde çeviremediğini yakma ve boğma alışkanlığından korumak için uğraşan, bir yerde yenilse başka bir yerde mücadeleye yeniden başlayanlar var.

Suriyeli mültecilerin hakları için, sırf bu toplum toplum olma niteliğini koruyabilsin, bir kez daha kesif ve mutlak bir müşterek suçun yükünü sırtlanmasın diye mücadele edenler var! Mültecinin, sığınmacının haysiyetinin, hakkının korunmadığı bir ülkede kimsenin hakkının ve haysiyetinin garanti altında olmayacağının farkında olan ve hiç yorulmadan tekrar tekrar anlatanlar var.

Gencecik çocuklar var ya hu, “zulüm bizdense ben bizden değilim” diyerek anasından babasından öğrendiği hayat bilgisini bir kenara atma iradesi gösteren ve bunun için zulüm görmeye de hazır olan. Kendisinden olmayanlarla eşitlenmek için dışlanmaya, örselenmeye, hapsedilmeye hazır olduğunu açıkça dile getiren.

Birbiriyle rekabet içinde bile olsalar zor zamanda dayanışmanın onlarca yolunu her gün bulan, mirasyedi devletin kadim işbirlikçilerinin elinden kurtarabildiğini kurtarmak için uğraşan... Bütün bu çürümeye direnen ve ayna tutan, aldığı yenilgiler karşısında kolay kolay yılmayan, mücadele tecrübesini kazanım sayacak bilgelikte... Allah’ım o kadar çok insan ve o kadar çok grup var ki bütün bunları yapan. Yalnız aklıma gelenleri alt alta yazsam sayfalar sürecek.

Ne yani bütün bu insanlar saf, salak ve cahiller mi? Bilmiyorlar mı en güçlü bulduklarının peşine takılıp kapabildikleri kadar zenginlik ve dokunulmazlıkla yaşayıp ölmeyi? Bu ülkede işlerin nasıl yürüdüğünden habersizler mi? Anlamıyorlar mı “kadim devlet geleneği”nin ne olduğunu, işlerin nereye varacağını? Niye zorluyorlar mekanizmaları, kurumları, hele bizi, en çok da bizi... Çünkü onlar mücadele etmeseler, nasılsa hiçbir şeyle hiç kimsenin mücadele edemeyeceği, kimsenin -tabii bizim de- hakları için mücadele etmeye değmediğini düşünerek ürettiğimiz kendimize acıma konforu içinde yaşar gideriz. Coğrafya kader değil mi? Ne olacak yani? Bunun için mi yapıyorlar bunca şeyi? Umutlu oldukları için suçlayalım mı bütün bu insanları? Hak aradıkları, eşitlik ve adalet istedikleri için seslerini mi kısalım? Şüpheyle mi bakalım onlara? “Mutlaka bir çıkarları vardır, olmasa niye bu kadar uğraşsınlar, kimlerle nasıl işbirlikleri vardır kim bilir?” “Kadim devlet geleneği” de böyle yapmıyor mu? Aaaa yoksa o geleneği kadim kılan bizim bu halimiz mi? Gerçekten mi? Olabilir mi böyle bir şey?! İnsan hayret etmez mi kendine?!

DEVLET GİRDABI

Devlet ne biliyor musunuz? Bizlerin birbirlerine güvensizliklerinden, kendimize değer vermeyişimizden, hakkımızı arama bahsindeki üşengeçliğimizden, hülasa umutsuzluğumuzdan beslenen devasa bir boşluk. Kimsesizliklerimizi, beklentisizliklerimizi, harcanmışlıklarımızı kurumlaştırıp başımıza çoban ettiğimiz bir heyula. Ve tam burada dönüp dolaşıp gene sözü muhalefete getireceğim kavşağa varmış bulunuyorum.

Hangi kamuoyu araştırmasına baksanız kahir ekseriyetin işlerin yolunda gitmediği düşüncesinde olduğunu görüyorsunuz. İnsanlar endişelerden endişe beğenerek başlıyor günlerine. Yataklarından telaşla fırlayıp, kendilerine ayrılan güzergâhta işlerine gidiyorlar. Kazandıkları üç kuruşla ayın sonunu nasıl getireceklerini hesap etmeye çalışanlar şanslı olanlar. Bir de hiçbir şey kazanmazken biriken borçların yükü altında ezilenler var. “Bana yazarkasa fırlatılmadı” diye sevinen bir reis-i cumhurun ülkesinde insanlar hayatlarını fırlatıyorlar hemen her gün hepimizin gözleri önüne. Sahi hayattan umudunu, iş bulamadığı, çocuklarını geçindiremediği için kesip çareyi ölmekte bulanlar için intihar etti mi diyeceğiz? İntihar süsü verilmiş cinayetler değil mi bunlar?

Ve böyle bir vaziyette iktidarın oyları azalırken, muhalefetin oyları artmıyor. Kararsızlar ve protesto edenler sütunları kabardıkça kabarıyor. Lafı dolaştırmadan bu manzaranın herkesin pekâlâ bildiği manasını, tartışabileceğimiz bir spekülasyon olarak ifade edelim mi birlikte: İktidardan yüz çevirmeye hazır o kadar insan, muhalefet partilerine güvenmiyor ve onların meseleleri çözebileceklerine dair bir umut beslemiyor. Çünkü hemen her kesimin umut eden ve güven duyan yerleri kanıyor. Gönlümüz kırık, aklımız her konuşmaya başlayanın kendisiyle alay etmekte olduğunun bilincinde. Muhalefet partilerinin, bugünkü iktidarın kaldığı yerden devam etmeyeceği konusunda kimse garanti veremiyor bize. Liderler kendilerine güvenmemizi istiyorlar. Niye güvenelim size ya hu? Siyasî partiler programlardan, hal çarelerinden bahsediyorlar. Nasılsa seçilemeyeceksiniz atın tabii bol keseden cevabıyla karşılaşıyorlar. Haksız mı insanlar bu tepkileri vermekte? Deneyip aksine ve tersine maruz kalmadığımız kimse var mı iktidara talip olanlar arasında? Henüz denemediklerimize fırsat vermemekte yarışacaklarından da eminiz üstelik. Farklı çıkan her sesi, her çareyi kendi sıradanlıklarında boğmak için yarışacaklar. Çünkü şu an birbiriyle işbirliği edenlerin hepsi o “kadim devlet geleneği”nin öz çocukları. Onunla bir dertleri yok, o geleneği en iyi biz takip ederiz, diyorlar sadece. Ama biz galiba asıl onunla dertliyiz. Dönüp dolaşıp takıldığımız yer onun “kadim”liği. Eeeee nasıl olacak bu iş? Nasıl çıkacağız bu badireden? Kimse birbirine güvenmiyor, umutsuzuz da... Nereden bulacağız bu girdaptan kurtulacak gücü?

ŞANSSIZLIKLARIMIZ VE ŞANSIMIZ

Aslında bu karanlık manzaranın çıkış noktamız olduğunu düşünün bir an. Kimse birbirine güvenmiyor, siyasî partiler de güvenmiyorlar birbirlerine. Devlete zaten güvenmiyoruz ve bu yalnızca mevcut iktidardan kaynaklanmıyor, bunu iyice ve pek derinden biliyoruz. Elimizde de mevcut siyasî partilerden başka bir şey yok. Hadi onları da boş kaplar olarak tarif edelim şimdilik. Elbette lebalep dolular kötü hatıralarla. Umuttan ve güvenden yana boşlar. Nasıl dolacak o boşluk. Kim olduklarını, nereden geldiklerini unutmaksızın, içeriğini hesaba işlemin sonraki aşamalarında katacağımız bir paranteze alalım ve şöyle düşünelim.

Mesela bu partiler geleceğe ilişkin yol haritası oluşturmaya başlarken, yani mevcut ittifakı güçlendirirken, kalabalıklaştırırken birbirlerine ve devlete bakmak yerine biraz topluma baksalar. Az önce bütün o mücadele hatlarını boşuna hatırlatmadım. Devleti ve birbirlerini taklit etmek yerine, o mücadele hatlarında oluşmuş birikimden yararlanmanın yollarını arasalar.

Bu birikimden yararlanmak bütün o mücadele hatlarının temsilcilerini partilere dahil edip olmadık parti içi saçmalıklarla meşgul etmekle olacak iş değil. Bu da denendi daha evvel ve işe yaramadı. Onun yerine siyasî partiler toplumsal muhalefet aktörlerini kendi aralarındaki ilişkilere hakem etseler. Aralarındaki pazarlıkları, müzakereyi, akıllarına kendi tuttukları yordamlar ölçüsünde gelen hal çarelerini tartıştıkları masayı gören, gözeten ve kamuya mal eden, yani şeffaflaştıran bir mekanizma olarak tanısalar. Partiler arası komisyonlardan vs. bahsetmiyorum. Aksine siyasî partilerin toplumsal muhalefeti/sivil toplumu (yani partilerin içeremedikleri muhalefeti) siyasî tartışmanın moderatörü olarak gördükleri bir düzenek oluştursak hep birlikte. Ne zamandır alttan alta geliştirdiğimiz bir forum kültürü var. Türkiye’nin her yerinde kadınlar, çocuklar, çevre, hayvanlar ve türlü çeşit dertlerimiz için ürettiğimiz sivil inisiyatiflerin oluşturduğu ağlar var. Meslek örgütlerimiz ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar, öyle olmasa mevcut iktidar aklına geldikçe onları oyun dışı bırakmaya çalışmazdı.

Yani şunu diyorum: Siyasî partiler kendi içeremedikleri toplum kesimlerine, “dertlerinizin çaresi bizde” demek yerine, “bu dertlerin tarifinde ve çözümünde size ihtiyacımız var, buyrun gelin bizim aramızdaki siyasî tartışmaların, müzakerelerin tarafsız hakemleri de siz olun” deseler. Saf değilim, kendiliklerinden bunu demeyeceklerini, bu adımın bizim “kadim” siyasî parti geleneğimizin ufkunu çok aştığını biliyorum. Ama bize (bu biz arzu ettiğiniz her anlama gelebilir) en çok ihtiyaç duydukları şu anda onları pekâlâ zorlayabiliriz buna. Neden yapmayalım?

Niye mi öneriyorum bunu? Demokrasi şu üç temel üzerinde yeşerip olgunlaşıyor: Eşit haklar, (kurumlara ve birbirimize) güven ve (eşit haklar için) dayanışma... Bu üçünden biri eksik olduğunda demokrasi de eksiliyor. Ve şu an yalnız biraz dayanışma dışında hiçbir şey yok elimizde. Az şey değil. Verimli ve bereketli bir başlangıç noktası. Hele başka hiçbir şeyimiz yokken.

Kurumlara güvenmediğimiz için, güvenin başlayacağı yer birbirimizle kurduğumuz ilişkiler. O ilişkilerin garantörü devlet olamaz, devlet kendi arkasını toplayamaz halde şu an, ne zaman daha iyi bir durumdaydı ki? Hal böyleyken mevzuya dayanışmadan başlamak lazım gelecek. O kadar açız ki güven duymaya ve haklarımızla yaşamaya öyle arzuluyuz ki, dayanışmayla üreteceğimiz enerjinin kısa zamanda dönüştürücü bir neşeye evrileceğinden adım gibi eminim. Bir kurtarıcı beklemek yerine, birlikte kurtulmak için dayanışmanın yollarını aramak “kadim devlet geleneği”mizde yok biliyorum. Zaten o yüzden bu yola güveniyorum.

Eşitlenmek için örgütlendiğimiz dayanışma içinde birbirimize güvenmeyi öğrenmek. Karmaşık gibi görünen önermenin ana fikri bu. Ve bunu muhalefetteki siyasî partiler başlatabilirler pekâlâ. Bu topluma yapılmış “bana güvenmediğinizi biliyorum, iktidara değil güveninize talibim” diyen zarif bir jest olur. Yolu da çok açık. Her konuyu, her meseleyi, aralarında yaptıkları ittifak pazarlıklarından, işsizlik için önerdikleri hal çarelerine kadar, mevcut iktidarın birikmiş vebalinin muhasebesini yapacak araştırma komisyonlarının yapısı için önerdikleri yöntemden, yargı ve eğitim reformlarının temel başlıklarına ve güçlendirilmiş parlamenter sistemin öngördüğü güçler ayrılığı ve denetim mekanizmalarına kadar her şeyi oturup konuşabilecekleri geniş bir hakemler meclisi düzenli olarak toplansa. Dinlesek partileri, saatlerce dinlesek! Hangisinde neyi beğendik neyi beğenmedik söylesek. Anlaşamadıkları konularda uzlaşılar önerse hakemlerimiz, onlar da dinleseler hakemleri ve önerilerini. Bu diyaloğu seçmen de görse ve dese ki, “benim partim yalnız beni değil herkesi dinlemeyi biliyor. Bir eleştiriyle karşılaştığında adab-ı muaşereti unutmuyor. Partim benden itaat ve sadakatle trolleşmemi değil, saygın bir yurttaş olmamı istiyor.”

Güven tuhaf bir duygu. Biri size güvendiğinde siz de ona güvenmeye başlıyorsunuz. Size sürekli bir şeyler veren ve bana güven diyen insanlardan şüphe ediyorsunuz. Hele karşılıksız veriyorsa. Çocuklara boş yere sokakta yabancılardan bir şey alma demeyiz. Karşılıksız verilen ve istenen her şey bize, o eylemin ardında başka bir gündem saklı olduğu hissini verir. Bu da kadim bir tecrübemizdir. Toplumsal muhalefet, sivil toplum, seçmenler iktidara talip olan siyasî partilere ancak o partiler de onlardan bir şeyler almayı öğrendiklerinde güvenmeye başlayacak. O şey de oy değil artık. Çünkü insanlar oy verdikleri partilerin kendilerinden canlarını bile istediğine tanık oldu. İnsanların verecekleri bir oy karşılığında cömert vaatlerde bulunan herkese bunca şüpheyle yaklaşmaları bu yüzden.

Toplumun her kesiminin mücadelesine tanık olduğu yüzlerce, binlerce insan var. Devletin ne olduğunu, onun iktidarına talip olanlardan çok daha iyi biliyorlar. Zaman zaman, özellikle seçim dönemlerinde siyasî partilerin ilgisine mazhar oldukları için siyasî partileri de tanıyorlar. O hak mücadelelerini veren insanlar, mevcut siyasî partiler arasındaki müzakerenin hakemliğini de yürütebilirler. Bu müzakere meclislerinin ille bir yerde kurulması da gerekmez. Ama mevcut iktidara atıp tutmak yerine, o gittikten sonra ne yapacağımızı, eksiğimizin gediğimizin ne olduğunu, gerekirse kavga ederek ama masadan kalkmadan konuşabileceğimiz bir açıklık ve şeffaflık hem kendimize hem başkalarına güvenmeye başlamak için olabilecek en iyi antrenman şekli. Masadan kalkmamayı mümkün kılacak şey ise o kavganın bile geleceğimiz ve haklarımız için oluşturduğumuz dayanışmanın bir parçası olduğu bilgisi. Siyasî partilere düşen, o dayanışma ve güven oluşturma halinin kendilerini yeniden şekillendirmesine izin verecek bir esneklik ve tevazu.

Naif miyim, saf mıyım? Allah bilir. Belki de öyleyimdir. Fakat “bu ülke böyle” kabulüyle bulunacak hal çarelerinden medet umacak kadar salak olmadığımı gayet iyi biliyorum. Belki yeni bir başlangıç yapmanın en kestirme yolu, bu ülkenin böyle olduğu tezinin “kadim” bir yutturmaca olduğunu fark etmektir. Tüm kurumların yerle yeksan olduğu, ülkenin tek bir kurumunun bile, bırakın dünyayı, kendi yurttaşları gözünde itibarının ve saygınlığının kalmadığı bir zamanda, “kadim” olduğu söylenerek bize yutturulan kimi örüntüleri ayaklarımıza pranga etmenin alemi yok. Muhalefetteki partilerin var saydığı devlet yok artık. Her şeyin yeniden kurulması ve yapılması lazım. Ve bunun için on yıllardır mücadele edenlerden kurulu bir hakemler kurulundan daha iyi bir arabulucu mekanizma da düşünülemez. Her birine ayrı ayrı güvenmediğimiz partilerin, birbirleriyle kapalı kapılar ardında kurdukları ittifaklara da güvenmeyeceğiz. Ağzımızı yakmakla kalmayıp, tüm müşterek organlarımızı harap eden mainin süt görünümlü zehir olduğunu iyice öğrenmişken, bırakın üflemeyi kendi mayalamadığımız yoğurttan başkası geçmeyecek boğazımızdan.

1- Sosyalizm, komünizm ve anarşizmi bu dediğim çerçevenin dışında bırakıyorum müsaadenizle. Çünkü bu üçü eşitlik idealimize eşlik eden yöntem önermeleri olarak kaldılar ve ama birer hegemonik projeye dönüşme fırsatı bulamadılar Türkiye’de. Hatta geriye kalan siyasî projeler, bu üç yöntem önermesi hiç hayata geçmesin, yeşermesin diye yapılan işler yüzünden çürüyüp geçerliliklerini kaybettiler. Nihayetinde, bu üçünün dünya tasavvurunu hayatları ve siyasetleriyle temsil ettiğini düşündüğümüz insanların ve grupların kendi tecrübelerinde denedik, ama ne yaptıkları “herkes” tanımını ne de o herkes için önerdikleri şeyin tam olarak ne olduğunu görme fırsatı bulduk henüz.

2- Bakmayın sözcüğün bunca sevildiğine. Kendini karizmatik zanneden siyasetçiler, bürokratlar ve onların kiraladıkları metin yazarları pek severek kullansalar da kadim yalnız eski değil, başlangıcı olmayan demektir. Başlangıcı olmayan, nedensel dayanaktan yoksun ya da mesnedi unutulmuş, demek ki varlık gerekçesini yitirmiş, lakin varlığı tecrübeyle sınırlı anlamına da gelebilir. Nihayetinde gelenek dediğimiz şey yeni bir icattır. Devletse sürekli yenilediğimiz bir başka icat. Sözcüğün “devlet geleneği” tamlamasının önüne, onu adeta kutsar gibi getirilmesi bu hiç de nedensel olmayan, ismi var cismi yok varlığa (Zümrüd-ü Anka ya da cinler gibi ve hatta tanrı gibi) aşkınlık/kut ithaf etme arzusunun ya da ihtiyacının ürünüdür. Arzu ise o aşkınlıktan nasip almayı yani o aşkın varlığa dönüşme arzusunu, ihtiyaç ise o aşkınlıkla mücadeleden kaçmayı yani karşısında sinmiş olma halini estetize etme ihtiyacını ifade eder. Bu iki eğilim sıklıkla aynı eylemde vücut bulur. Şu anlama gelir: İcat edilmiş bu icadın şimdiki mucidine dokunulmazlık ve sorgulanmazlık talep ediyorum ya da atfediyorum. ‘Niye?’ ‘İşte öyle... Sebebi bilsem ya da söylemeye cesaretim olsa kadim der miydim hiç?’ Sözün kısası devlete “kadim gelenek” sıfatı yakıştıran, bu yakıştırma yoluyla yapmaya ya da yapılmasına göz yummaya niyet ettiği yakışıksız işlere rıza istemektedir. Kendisinden özenle uzak durmak, mümkün değilse bu tekerlemenin irad ettiği komik insiyakın apaçık ortada olduğunu hatırlatmak gerekir.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.