Üç dönem, üç yazar, üç Rusya: H. G. Wells’ten Steinbeck’e Rusya günlükleri

Sürekli çöküntü yaşayan bir ülkenin en çok geleceğe ihtiyacı vardı. Meraklı, biraz haset, kabahat bulmaya meyilli, eğlenmeye hevesli Batılı turistin kayıtsız adımlarının umurunda olmayan bir gelecek..

Google Haberlere Abone ol

Ekim Devrimi’nden önce Batılıların Rusya’ya bakışı nasıldı bilmem ama devrimden sonra Rusların “egzotik halklar” listesine dahil edildiği kesin. Rusya’ya duyulan bu egzotik merakın büyük oranda “devrim” fikriyle ilişkili olduğu açık.

Devrim yapan Rusların, Gulliver’in ziyaret ettiği şu acayip topluluklardan birine benzeyip benzemediğini merak eden Batılı kamuoyunun imdadına, yazarlarının hayal gücü yetişir.

WELLS’İN ZAMAN MAKİNESİYLE RUSYA

İngiliz bilim kurgu yazarı H. G. Wells, 1914’te 'görkemli monarşi' devrinde ziyaret ettiği Rusya’ya, 1920’de, devrimden üç yıl sonra bir kez daha gelir. Üstelik turistlere ayrılan otellerde değil, dostu Maksim Gorki’nin St. Petersburg’daki evinde kalır. Birinci Dünya Savaşı’nın ve hiç bitmeyen bir iç savaşın çöküntüye uğrattığı Petersburg’da “kepenkler kapalıdır.” Gogol’ün Neva Bulvarı'nda anlattığı, insanı derin bir illüzyona sürükleyen ışıltılı vitrinlerden eser yoktur. Kararmış vitrinlerde böceklenmiş bozuk mallar sergilenmektedir. Kent, kendisini harekete geçiren 'görünmez el’den, metanın gizeminden yoksundur artık. Wells de modern kente ritmini verenin ne olduğunu anlamıştır:

“Kapanan dükkânlar yüzünden sokaklarda gezinmek artık saçma sapan bir faaliyet haline gelmiş. Artık kimse dolaşmaya çıkmıyor. Burada modern bir şehrin, sokaklarında uzun uzun sıralanan dükkânları, restoranları ve bu tarz yapıları sayesinde var olduğunu idrak ediyorsunuz.”(1)

Petersburg’u zamansız bir şark kentine döndüren şey, devrimin eşyanın tabiatıyla oynamasıdır. Artık gelip geçenlerin aklını çelecek, onları yolundan edecek nesneler yalnızca devrim müzesinde sergilenmektedir.

1950’lerde Sovyetler Birliği’ni ziyaret eden Marquez de Moskova’da zamanın durduğuna tanık olmuştur:

“Sınıfların ortadan kalkması hayret verici bir şey. Herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar var. Hiç acele etmiyorlar, telaş yok, sanki yaşamak için her şeyi ağırdan alıp tüm vakitlerini kullanıyorlar.”(2)

 

KAPİTALİSTLER ÇILDIRMIŞ OLMALI

Marquez’in en ilgi çekici anısı, şüphesiz ki etrafına topladığı gazeteci kalabalığına 'reklam'ı anlatmaya çalıştığı sohbettir. Sovyet gazeteciler önce gazetede “patron” diye birinin varlığına inanmakta güçlük çekerler, sonra da Pravda’nın Sovyet devletine nelere mal olduğunu düşünüp bu “patron denilen bey”in ne diye böyle kârsız bir işte ısrar ettiğini sorgularlar. Marquez, o anda sihirli sözcüğü söyleyiverir: 'Reklam.' Resimler çizer, örnekler verir, hesaplar yapar ama nafile. Reklamın ne olduğunu ve neden gerekli olduğunu anlatamaz. Onları oteldeki odasına götürüp içinde reklam olan gazeteleri gösterir. İki ayrı markanın reklamları vardır gazetede. Reklamın ne işe yaradığını anlatır, gazeteciler önce kendi aralarında tartışırlar, sonra da Marquez’in nedenini hiçbir zaman anlayamadığı bir gülme krizine tutulurlar.

Marquez’in, kendi deyimiyle 'tek bir Coca Cola reklamı bulunmayan 22 milyon 400 bin kilometrekare'lik bir ülkede reklamın mantığını anlatma çabası, Steinbeck’in pek suratsız bulduğu Rusları epey eğlendirmişe benzer.

 

AH ŞU SAKALLI PEYGAMBER!

Wells, 'peygamberleri Marx’tan nefret etse de Bolşevikleri dürüst ve sözüne sadık insanlar olarak görür. Hatta öyle ki, yozlaşmış bir monarşinin ve Batı emperyalizminin yok ettiği Rusya’yı, aç ve cahil bıraktığı halkı ayağa kaldırabilecek, 'medenileştirecek' tek güç Bolşeviklerdir Wells’e göre. Evrimci kolektivist Wells’in Marx’a rağmen Bolşeviklere tanıdığı kredinin nedeni bir anlamda Bolşevizm’i ve devrimi bir medenileşme projesi olarak görmesidir. Yine de Bolşeviklerin, Avrupa’da devrim bekleyen Marx’ın sözüne uyarak Avrupa işçi sınıfını bir türlü devrim yapamadığı için sürekli azarlamalarından, Lenin de dahil olmak üzere görüştüğü herkesin, kınama ve küçümseme karışımı bir tavırla “Ee, siz ne zaman devrim yapacaksınız?” diye sormalarından duyduğu bıkkınlığı gizlemez.

Marx ve 'dünyanın en gözü kara ve deneyimsiz yönetim makamı' olarak adlandırdığı Bolşevikler alaycı oklarına sık sık hedef olsalar da, Wells sevgili dostu Gorki’yi ve onun yoldaşlarını cumhuriyetin konukseverliğinin keyfini sürüp ülkesine gidince de berbat bir dedikoducuya dönüşen Bertrand Russell’ın ikiyüzlülüğüne kurban vermemeye kararlıdır.

STEİNBECK’İN GÖZÜNDEN: RUSLAR VE İNSANLAR

Ruslar, dostça duygularla gelip ateşli bir Rus aleyhtarı olarak dönen ziyaretçiler konusunda öylesine dertlidirler ki, 1947’de ülkelerini ziyaret eden John Steinbeck ve fotoğrafçı Robert Capa’ya, “övgünüz sizin olsun, gerçeği, yalnızca gerçeği yazın yeter” minvalinde bir şart koşarlar. Steinbeck ve Capa, yalnızca gerçeği söyleyeceklerine dair söz vermişlerdir ama sadık kaldıkları gerçek, Rusların canavar olduğuna inanan Amerikan kamuoyuna “Rusya’da insanların da, tahmin ettiğimiz üzere, insan olduğunu ve diğer insanlar gibi onların da çok iyi insanlar olduğunu gördük” cümlesinden öte bir gerçek sunamazlar.(3) Baktıkları her şeyde, Amerikalıların yine tahmin edebilecekleri üzere, rüküşlük, yoksulluk, pespayelik görürler. Moskova’daki küçük Amerikalı topluluğu olmasa sıkıntıdan öleceklerdir. Ne iki yıl önce Alman ordularının harabeye çevirdiği kentler ne de kolu bacağı kopmuş insanlar ilgilerini çeker. Her yerde eğlence arayan gözlerle bakarlar etraflarına; tiyatro, bale vb. etkinlikleri, entelektüel konuşmaları sıkıcı bulurlar. Bütün iyi niyetlerine, anlama çabalarına rağmen yeterince zengin ve görgülü bulmadıkları ev sahibini aşağılayan, hadi bizi eğlendirin diye tutturan şımarık ve sabırsız misafir havasından kurtulamazlar bir türlü.

Steinbeck, yazarlığından soyunup seyahat yazarı kılığına büründüğünde, adeta mensubu olduğu milletin üstünlüğünü, önyargılarını kanıtlayacak ipuçlarının peşine düşmüş gibidir. Kadınların makyajsız, ojesiz olmalarını yargılar. Amerikalının, her şeyin seyirlik olmadığı ve kendi beğenisine sunulmadığı bir dünya karşısındaki tavrı, en basit deyimle reddediştir. Steinbeck de turist gözünün yüzeyselliği ve orada kalıcı olmadığını bilmenin verdiği keyfiyetle Alexis de Tocqueville’in “(Amerikalılar) pratik hayatlarının sunduğu bütün zorlukları yardım almadan çözmeyi başardıklarını gördükçe, dünyadaki her şeyin açıklanabileceği ve dünyadaki hiçbir şeyin anlama sınırlarını aşamayacağı gibi bir sonuca varırlar”(4) diye tarif ettiği kibre düşer sıklıkla.

STALİN NEDEN Mİ SONUÇ MU?

1947’de, “Sovyetler Birliği’nde Stalin’in alçıyla, bronzla, boyayla veya iplikle işlenmiş gözlerinin görmediği tek bir köşe yok” diye yazar Steinbeck. Bir Amerikalının anlayamayacağı şeylerden biri de lider kültüdür. Rusların, Amerika’ya dair meraklı sorularını cevaplarken en çok bu meselenin altını çizer. Oysa Marquez’e göre, “Devasa boyutlardaki insan resimleri Stalin’in buluşu değil”dir. “Rusların psikolojisinde çok eskiye dayanan bir şey, hacim ve miktarla ilgili bir içgüdü”dür.

Steinbeck’e konuk olduğu evlerden birinde, ev sahibinin okuduğu 1634 tarihli pasaj, Steinbeck ve Capa’nın gözlemledikleri ve deneyimledikleri birçok şeyin aslında 'çok eskilere' dayandığını kanıtlar niteliktedir:

“Moskova’daki Ruslar, sürekli gizli polis tarafından izlenen yabancılara karşı son derece şüphecidir. Bunların her hareketi kayıt altına alınıp genel merkeze bildirilir. Her yabancının başına muhakkak bir muhafız dikilir. Ayrıca Ruslar yabancıları evlerinde konuk etmez, hatta onlarla lüzumundan fazla konuşmaktan bile korkarlar. Bir devlet görevlisine gönderilen mesaj genelde yanıtsız kalır, devamında gönderilen ısrarlı mesajlar da aynı kaderi paylaşır. Kişi fazla ısrar ederse, ilgili yetkilinin o anda şehirde olmadığı veya hasta olduğu söylenir. Yabancıların Rusya içinde seyahatine zor izin verilir ve seyahatleri esnasında yakından takip edilirler. Bu genel soğukluk ve şüphecilik dolayısıyla Moskova’yı ziyaret eden yabancılar sadece birbirleriyle ilişki kurmak zorunda kalır.”

Marquez’in, “Kızıl Meydan’daki Anıtmezar’da hiç pişmanlık çekmeden uyuyor” dediği Stalin de muhtemelen Rus Ruhu’nu bildiği için pişmanlık duymuyordur.

 

 

LENİN MÜZESİ: 'NEŞE HARİÇ HER ŞEY'

Steinbeck, Lenin Müzesi’ni gezerken, “Lenin’in bizzat tarihteki yerinin farkında olarak yaşadığı hissine” kapıldığını yazar. Lenin’le ilgili her şey o müzededir, 'neşe hariç.' “Bu adamın hayatı boyunca bir kez bile aklından hafif veya neşeli bir düşünce geçtiğine, bir kez de olsa dolu dolu güldüğüne veya bir akşamı eğlenerek geçirdiğine dair hiçbir şey yoktu burada.” Steinbeck’in gözlemi Bolşevik Devrimi’nin tarihini yazan E.H. Carr tarafından da doğrulanır aslında. Lenin, öğrenciliğinden itibaren çalışmasının ve devrimci faaliyetlerinin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmış, çok sevdiği pateni, satrancı, Latinceyi bırakmıştır. Devrimden sonra Gorki’ye söylediği sözler, müzedeki 'ciddiyeti' açıklar:

“Sık sık müzik dinleyemem. İnsanın sinirini bozuyor; budalaca, duygusal şeyler söylemek, bu iğrenç cehennemde böylesine güzellikleri yaratmayı başarmış insanların başlarını okşamak duygusu uyandırıyor. Oysa şimdi kimsenin başını okşamamak gerek –elini ısırıverirler çünkü.”(5)

Kim bilir belki Lenin de sevdiği şeyleri yapmayı geleceğe bırakmıştı. Zaten bütün Rusya geleceği beklemiyor muydu?

 

DEVRİMİN SAATİ HEP GELECEĞİ VURUR

Lenin Müzesi, Bolşevikler ve uçsuz bucaksız Sovyet toprağı, hep birlikte gözlerini ufka dikip geleceği beklemektedirler. Belki de Rus kentlerinde zamanın donduğunu düşündürten şey şimdiki zamanın yokluğudur. Savaşlar, yıkımlar ve devrim, an’ı yok etmiş gibidir. Şimdiki zamanın Moskova’sı yıkıntı halindedir, ama “bizi bir de 10 sene sonra görün” der Moskovalılar. Şimdiki zamanın pejmürdeliğinden, fukaralığından hiç utanmazlar, devrim bütün saatleri geleceğe ayarlamıştır, kapitalizmin hep şimdiyi gösteren akrep ve yelkovanının aceleciliği yoktur onda. Steinbeck, Stalingrad’da bir anda yıkıntıların arasından çıkıp saçlarını tarayarak işlerine giden kadınları görünce dehşete düşer. “Rusya’da akıllarda sadece gelecek var. (…) Enerjisini umuttan alan bir halk varsa, o da Rusya halkıdır” diye yazar günlüğüne.

Letonyalı Bolşevik Asja Lacis’e duyduğu aşkın peşinden sürüklenip geldiği Moskova’da sevdiği kadınla Benjamin’i ayıran da farklı zaman dilimlerinde yaşıyor olmalarıdır belki de. Benjamin, neden Komünist Parti’ye üye olmadığını serzenişle soran Lacis’e: “Senin için kolay tabii” der:

“Gözlerine at gözlüğü takılmış bir at gibisin sen. Yalnızca önünü görüyorsun ve yol sana düz gibi geliyor. Benim için ise mesele daha zor, daha karmaşık; ben bir sürü başka şeyi de düşünmek zorundayım.”(6) 

Sürekli çöküntü yaşayan bir ülkenin en çok geleceğe ihtiyacı vardı. Meraklı, biraz dedikoducu, biraz haset, kabahat bulmaya meyilli, eğlenmeye ve hayranlıkla bakan gözler görmeye hevesli Batılı turistin kayıtsız adımlarının umurunda olmayan bir gelecek. Turistin adımları da bildiğimiz gibi hep burada, bu andadır, geçmişi yağmaladığı şimdiki zamanda.

Robert Capa’nın 'fotoğrafının çekilmesini istemeyen yüz doksan milyon insan' arasında ne zaman deklanşöre bassa işlerinin ters gitmesinde Rusların an’a duydukları güvensizlik, geleceğe duydukları sonsuz inanç yatar. Fotoğraf geleceği belgeleyemez ne de olsa, öyle değil mi?

Dipnotlar

1. H. G. Wells, Gölgeler İçinde Rusya, Çev. Mert Moralı, İthaki Yayınları, 2019.
2. Gabriel Garcia Marquez, Doğu Avrupa’da Yolculuk, Çev. İnci Kut, Can Yayınları, 2016.
3. John Steinbeck, Rusya Günlüğü, Çev. Deniz Keskin, İletişim Yayınları, 2022.
4. Akt. Leo Löwenthal, Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum, Çev. Beybin Kejanlıoğlu, Metis Yayınları, 2017.
5. E. H. Carr, Bolşevik Devrimi 1-1917-1923, Çev. Orhan Suda, Metis Yayınları, 2006.
6. Walter Benjamin, Moskova Günlüğü, Çev. Cemal Ener, Metis Yayınları, 2006.