Türkiye’de kamunun inşası mümkün mü?

Herkesin benimseyebileceği bir ülke kurmak ve yaşatmak, çoğunluk da dahil olmak üzere, üzerinde hiçbir parçanın sahiplik iddiasında olmadığı bir bütün oluşturmakla ancak mümkün.

Google Haberlere Abone ol

Ruhi Demiray*

15-18 Eylül 2022 tarihlerinde İzmir’de 16. Karaburun Bilim Kongresi düzenlendi. Kongre’nin genel tematiğini ifade eden alt başlığının “Yarınların Şafağında Ezilenlerin Seçimi” olarak belirlenmiş olmasının da gösterdiği üzere bu yılki tartışmaların merkezinde yaklaşan 2023 seçimleri vardı. Olası bir iktidar değişiminin sol ve demokrat bir çerçeveden anlamlı bir dönüşüme kapı açıp açamayacağı tartışmalara konu oldu. Bu bağlamda önümüzde duran başat sorunlar dile getirildi. Çarpıcı bir biçimde, kongrede konuşmacı olan akademisyenler, siyasi parti ve sivil toplum örgütü temsilcileri ve de aktivistler tarafından ortak vurguya konu olan bir sorun, çeşitli boyutlarıyla kamunun çöküşüydü.

KAMUNUN ÇÖKÜŞÜ

Dar anlamıyla kavrayacak olursak kamunun çöküşü, kamusal hizmet sağlayan kurum ve kuruluşların tamamen tasfiye edilmiş ya da kamu yararına işlev göremeyecek ölçüde yozlaşmış olmasını ifade edebilir. Dolayısıyla sorun, kamu hizmeti görmekle yükümlü kurum ve kuruluşlardaki niteliksizlik ve yozlaşma ile savaşmakla sınırlı görülebilir. Ama bana göre, söz konusu niteliksizlik ve yozlaşma sorunun kendisi olmaktan ziyade, daha derinde yatan bir sorunun semptomu yalnızca. Aşağıda bu derinde yatan sorunu ortaya koymaya çalışacağım.

Öncelikle, içerisinde yaşadığımız dönemde kamunun çöküşünün genel bir rahatsızlık yaratmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını; çünkü bu sorunun mevcut siyasal iktidarın uygulamalarının ötesinde, Türkiye’de hüküm sürmekte olan rejimin temel niteliği ile ilgili olduğunu ifade etmek gerekir. Hazırlık dönemi çok öncelere gidiyor olsa da temelleri Türk-İslam Sentezi çerçevesinde 12 Eylül Darbesiyle atılan ama kendisini ancak 2010’ların ilk yarısında açıkça ortaya koyan rejim, tam anlamıyla bir popülist otokrasidir. Popülist otokrasiler ise aslında modern tarih öncesinde despotizm (mutlakiyetçilik) olarak tanımlanan rejimlerin günümüze özgü bir türevini ortaya koymaktalar. Tüm diğer despotizm formlarında olduğu üzere, temel niteliklerinden birisinin kamusal yaşamın, kamusal alanın ve kamusal olanın topyekün yadsınması olduğunu düşünüyorum.

DESPOTİZM, KAMUSAL/SİYASAL ALAN

Despotizm, belirli bir toprak parçası üzerinde bir bireyin (monarşik despotizm), bir azınlık grubun (oligarşik despotizm) veya çoğunluğu temsil iddiasında olan bir grubun (demokratik despotizm) mutlak/sınırlandırılmamış biçimde hüküm sürmesini ifade eder. Klasik siyaset felsefesi içerisinde, özellikle Cumhuriyetçi ekolün temel problematiği despotizm karşıtlığı üzerine kurulur. Söz konusu ekolün temellerini Aristoteles, siyasal alanı eşitler arasında ortak sorunları tartışarak (ortaklaşa akıl yürüterek) çözmenin alanı olarak tanımayarak atar. Ona göre, siyasal alan bir hane reisinin mutlak hüküm sürdüğü ve dolayısıyla haneye dahil diğer kişileri tabiiyetinde (bağımlılık ilişkisi içerisinde) tutabildiği özel alandaki (oikos) yaşamdan tamamen farklıdır. Kişinin vatandaş olması ve vatandaş olarak siyasal/kamusal yaşama (agora) katılması, onun başka birisinin tabiiyetinde olmadığı anlamına gelir. Söz konusu yaklaşım, Roma’nın Cumhuriyet döneminde hâkimdir. Her şeyden önce vatandaş, hâkimiyet (dominion) altında olmayan, bir mülkün (dominion/domain) parçası olmaya indirgenemeyecek kişidir. Bu basit fikir o denli başattır ki sonrasında tüm bir Roma Hukuku kişi ve mal (mülk) arasındaki ayrım üzerine inşa edilecek ve Roma’nın imparatorluk döneminde bile sulandırılmış bir formda dahi olsa da ayakta kalacaktır.

Ama belki daha da önemlisi, cumhuriyetçi yaklaşım açısından siyasal olan ile kamusal olanın özdeş olmasıdır. Öyle ki dilimize cumhuriyet olarak çevirdiğimiz Roma kavramı res publica aslında düz çevirisiyle “kamusal olan şey” anlamına gelir. Yalnız, cumhuriyetçilerin siyasal/kamusal olandan kastettiklerini doğru kavramak için onların siyasal/kamusal ilişkiden, yönetme/yürütme (administration) ve hükmetme (ruling) süreçlerini tamamen ayırdıklarını vurgulamak gerekir. Yönetme/yürütme, önceden belirlenmiş bir amaç doğrultusunda komisyon benzeri bir yapının ortaya koyduğu bir faaliyettir. Hükmetme ise, bir kişi ya da grubun kendi yorumlayacağı amaç ya da amaçlar doğrultusunda bir alanda ve o alana dahil kişiler üzerinde yetki ve etki sahibi olmasıdır. 

Dolayısıyla, yönetme/yürütme ve hükmetme ağı olarak düşünebileceğimiz devlet aygıtı, cumhuriyetçiler için bırakın siyasal ya da kamusal olana özdeş olmayı, belli açılardan onun karşıtı olarak düşünülmesi gereken bir aygıttır. En azından klasik cumhuriyetçiler için durum buydu; yani, onlara göre, bir cumhuriyetin varlığında ortak çıkarları gerçekleştirmeye dönük tüm kurum ve kuruluşlar eşit ve özgür vatandaşların siyasal/kamusal tartışmaların neticesinde üzerinde uzlaşacağı kararlarla şekillenmeliydi. Siyasal olana özdeş olan kamusallık, “ortak olana” yani “kamusal hizmet görecek olan yapılara” yani siyasetle şekillenecek genel irade doğrultusunda saptanan amaçları gerçekleştirmeye dönük yapılara öncel, onlar üzerinde kurucu rol oynayan bir süreç olarak işlemeliydi.

Klasik Cumhuriyetçi çerçeveden bakıldığında, temelde yalnızca iki devlet rejimi söz konusudur. Bir tarafta gerçek anlamda siyasal birliktelikler yani siyasal/kamusal süreçlerin kurucu rol oynadığı cumhuriyetler; diğer tarafta da siyasal ve kamusal olanı dışlayan, yalnızca hükmetme/yönetme/yürütme süreciyle işleyen despotizmler (otokrasiler). Otokrasilerde tüm kurum ve kuruluşlar belirli kişilerin ya da grupların mülkü olarak düşünülürler; kişilere veya gruplara aittirler, onların inhisarındadırlar. Söz konusu kurumlar, halka ihsan dağıttıkları durumlarda dahi kamusal hizmet görmekten çok kişilerin veya grupların iktidarını sürdürmekle ilgilidirler. Despotizmlerde/otokrasilerde kamusal olan bir şey varsa eğer bu halkların başkaldırı ve direnişinden başka bir şey olamaz.     

TÜRKİYE'DE KAMUNUN İNŞASI 

Şimdi, yukarıda aktarılan cumhuriyetçi siyaset felsefesi çerçevesinden, başlıkta ifade edilen soruya “Türkiye’de kamunun inşası mümkün müdür?” sorusuna bakacak olursak ne denli çetrefilli bir durumla karşı karşıya olduğumuz açığa çıkıyor. Bir tarafta, 1920’lerde despotizmin klasik örneklerinden birisini ortaya koyan sultanlık rejimini ilga edip cumhuriyet rejimi kurmuş olma iddiasında olan bir ülkeden bahsediyoruz. Diğer tarafta, aynı ülkede 2017 Anayasa Değişliği Referandumu ile resmen (anayasal olarak) sultanlık rejiminin belki geçmişte olduğundan daha güçlü bir biçimde hortladığına tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden 21. yüzyılın ilk çeyreğine ülkenin siyasal deneyimi otokrasiden otokrasiye kısır döngü olarak düşünülebilir. Öyleyse, aslında “Türkiye’de kamunun inşası mümkün müdür?” sorusu tarihsel bir perspektiften baktığımızda “Türkiye’de Cumhuriyet projesi niye kadük kaldı?” sorusuyla kesişir. Birçok tarihsel soru gibi bu sorunun cevabı da çok boyutlu olmalı elbette; ama kanımca boyutlardan önemli bir tanesi, siyasete ilişkin despotik yaklaşımın ülkemizde kendisini cumhuriyet fikrine taraftar gören kimseler de dahil olmak üzere ezici bir çoğunluk tarafından belki de farkına bile varmadan benimsenmiş/kanıksanmış olmasıdır. Öyle ki kamusal olanı devletle özdeşleştiren ve de mahkeme duvarlarına yazacak derecede aleni bir biçimde devleti mülk olarak gören bir tarihsel kültür söz konusu bizim memlekette…

Aslında bizdeki örneği vahim olmasına rağmen, modern tarihte cumhuriyet projelerinin çoğunluk despotizmlerine yani çoğunluğu temsil iddiasında olan bir grubun demokratik otokrasiye kayması hiç de istisnai bir durum değil. Günümüzde, başta Fransa olmak üzere aşırı sağın yükselişte olduğu birçok batılı ülkede dahi benzeri demokratik otokrasi eğilimlerini görmek mümkün. Bu eğilimlerin ekonomi-politik düzlemde, çıkar mücadelelerine ilişkin realist politika anlayışı çerçevesinde ve belki daha başka açılardan çözümlenecek birçok nedeni vardır elbet. Ama kanımca, söz konusu eğilimler ve otokrasiye kayış aynı zamanda belirli bir kavramsal kafa karışıklığı ile de ilgili. Bu kafa karışıklığı da aslında modern cumhuriyetçiliğin kurucu düşünürü olan Rousseau’da kendisini gösteriyor. Daha açık ifadeyle, devletin kamusal olanla özdeşleştirilip, kamusal/siyasal olanın ortadan kaldırılmasına yönelen süreçleri tetikleyen anlayış aslında en başında Rousseau ile ifade buluyor.

Öyle ki Rousseau kamusal olanı açık bir biçimde “herkesin olan”, herkesi de "halk" olarak tanımlıyor. Böyle olunca da cumhuriyet problematiği, herkesi yani halkı kimin temsil ettiğini bulma ve onun iktidarını sağlama problematiğine dönüşüyor. Ama bu durumda devlet ve kamu aslında tekrardan mülkiyet alanına dönüşüyor. Rousseau’nun öngördüğü ve Jakobenlerin uygulamaya koyduğu anlayış çerçevesinde yıkılan monarşiyle cumhuriyetçi rejim arasındaki fark iktidarın mutlak niteliğiyle ilişkili değil kesinlikle. Fark, cumhuriyetçi rejimin halkın gerçek temsilcileri tarafından yönetiliyor olmasında. Lakin, devleti ve kamuyu birilerinin “benim” ya da “bizim” diyebileceği bir mülkiyet alanı haline getiren bu anlayış kaçınılmaz bir biçimde baskıyı, ayrımcılığı, şiddeti ve tahakkümü beraberinde getiriyor. Sahici anlamda kamusal ve siyasal olanı, eşit-özgür vatandaşlar arasında tartışma ve ortak akıl yürütme süreçlerini boğuyor. Sonuçta ortaya “otokrasi kısır döngüsü” olarak adlandırabileceğimiz şey çıkıyor.

'HERKESİN OLAN', 'HİÇ KİMSENİN OLMAYAN' 

Bu durumda sorumuz, “peki bizi otokrasi kısır döngüsünün dışarısına çıkartacak bir anlayış mümkün mü?” sorusuna dönüşüyor. Kişisel olarak ben böyle bir anlayışın mümkün olduğunu ve hatta bizim dönemimizin önemli başkaldırı eylemlerine izini vurduğunu düşünüyorum. Batı’daki İşgal Hareketlerini (Occupy Movement) ve özellikle de bizdeki Gezi Direnişini düşünelim bir… Her şeyden önce bunlar, parklara ya da meydanlara ilişkin olarak siyasal iktidarlara karşı ‘buralar keyfe keder hükmedebileceğiniz, temellük edebileceğiniz alanlar değil!’ iddiasını ortaya koyan hareketlerdi ve bu açıdan kamusal ve siyasal olana dair farklı ve çok değerli bir yaklaşımı barındırıyorlardı. Modern siyaset felsefesi içerisinde belki Hannah Arendt’tin yazılarında esin kaynağı bulabileceğimiz bu tür bir yaklaşım, kamusal/siyasal olanı “herkesin olan” değil de “hiç kimsenin olmayan”, “kimse tarafından temellük edilemeyecek olan” olarak kurguluyor. Aynı zamanda, siyasal/kamusal alanın sınırlarının iktidarlarca dışarıdan çizilemeyeceğinde; içeriğinin ve içerdiği kişi ve grupların ayrımcı bir belirlenime tabi olamayacağında; siyasal/kamusal olanın kendisinin diğer alanlar (devlet ve devlete bağlı kurumlar) üzerinde belirleyici ve kurucu olması gerektiğinde diretiyordu.

Sonuç olarak, Türkiye’de kamuyu inşa etmek sorunu en temel sorunlardan birisi gerçekten de ve belki de diğer önemli sorunların çözümünde anahtar… Ama sorun basitçe sosyal devlet mekanizmaları içerisinde insanlara beslenme, barınma, eğitim, sağlık vb. konularda kamu hizmeti sağlayacak mekanizmalar kurmanın ötesinde bir sorun. Siyasal/kamusal olanın kurucu olması ve bunun kaçınılmaz bir biçimde çoğulculuğu ve açıklığı gerektirdiğine dair bir anlayış çerçevesinde bir dönüşümle ulaşılabilecek bir hedef. Çünkü herkesin benimseyebileceği bir ülke kurmak ve yaşatmak, çoğunluk da dahil olmak üzere üzerinde hiçbir parçanın sahiplik iddiasında olmadığı bir bütün oluşturmakla mümkün ancak…   

*Kocaeli Dayanışma Akademisi