Türkiye savrulurken ne yapmalı?

Yirmi yıldır baş edilemeyen bir iktidarla baş etme potansiyeli olan tarafa destek vermek önümüze düşen tarihi bir durumdur.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Türkay*

Bütün iktidarlar bir koalisyon üzerinden inşa edilirler. Bir koalisyon imparatorluğu olan Osmanlı’nın son döneminde de, İttihat Terakki ile başlayan süreç “Modernleşme”, “Batılılaşma” kabulü üzerinden yürümüştür. Bunun anlamı, bir kapitalist toplumsal projenin esas alınmış olmasına denk düşer. Söz konusu toplumsal projenin hayata geçirilmesi 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı ile mümkün olmuştur ve bu durum elbette bir uluslaşma projesi anlamına gelecektir. Bir iktidar inşası olarak uluslaşma süreci bir koalisyon üzerinden kendini var edecektir.

CUMHURİYET HALK FIRKASI: ULUSAL İNŞA SÜRECİNİN TAŞIYICISI

Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) bu tarihsel misyonu yüklenmiş ve söz konusu inşa sürecini başlatmıştır. Elbette bir koalisyon olarak başlayan bu süreç iktidar olmanın mantığı gereği olabildiğince tektipleştirilmeye çalışılmış, bir ulusal inşa süreci bu haliyle başlamıştır. 1923 İzmir İktisat Kongresi'nden çıkan “liberal” sonuç yirmili yıllarda uygulanmaya çalışılmış ancak pek sonuç alınamamıştır. Bu aşamada, 1930’lu yılların başında liberalizmi savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) “talimatla” kurulmuş, karşılaştığı toplumsal destek üzerine talimatla da kapatılmıştır. Bu durum esas olarak o günkü koşullarda yapılmış bir kamuoyu araştırmasıdır.

GEÇ KAPİTALİSTLEŞMENİN GERÇEKLİĞİ OLARAK 'DEVLETÇİLİK'

İktidar, zaten aklında olan ve bir anlamda başlatmış olduğu “devletçilik” politikalarını hızlandırmış ve bu çerçevede temel alanlarda altyapının inşasına yönelmiş ve inşa etmiştir. Bu durum geç kapitalistleşen bir ülkenin tarihsel gerçekliğine denk düşer. Bu çerçevede “liberalizm” ve “devletçilik” olarak ifade edilen politika ve/veya stratejilerin kapitalizmin tarihsel ihtiyaçlarına denk düşen, bu anlamda birinin diğerini dışlamadığı bir zeminde anlam kazandıkları akılda tutulmalıdır. Zaman içinde “devletçilik” anlayışı “kamuculuğa” dönüşmüştür. Böyle bir çerçeveden bakıldığında kapitalizmin kurucu ideolojisi olan liberalizm tanımlayıcı bir yerde durmaktadır ve devletçilik belirli tarihsel zorunluluklarda kurucu ideolojinin belirlediği sınırlar çerçevesinde uygulanan bir politikadır. Bilinen bir gerçeğin altını yeniden çizmek anlamında, kapitalizmi tanımlayan asli ilişki üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu ilişki çerçevesinde yapılan her önermenin kapitalizme dair olduğu akılda tutulmalıdır.

CHP’NİN YENİ KURUCULUK İDDİASI

Kapitalist bir toplumsal işleyişte “kamuculuk” önermesi esas anlamını gelir dağılımında adalet ve kamusal hizmetlere eşit şartlarda ulaşım talebinde bulur. Bu çok önemli bir taleptir. Bugünün koşullarında elbette sosyalistlerin bu talebi dillendirmesi önemlidir. Güncel siyaset açısından bakıldığında sosyalistlerin bu talepleri dillendirmesi CHP’yi bulunduğu ittifak dolayısıyla sağa kayan söylemlerini yeniden düşünmek durumunda bırakacaktır. Bu önemlidir; çünkü cumhuriyetin kurucu iradesi olan CHP, bugün ittifak çerçevesinde yeni bir kuruculuğa yönelmiştir. Bu bir iktidar koalisyonudur elbette, farklılığı, görünür bir özelliğe sahip olmasıdır. CHP ve İYİ Parti dışındaki partiler düşük oy potansiyellerine rağmen sembolik temsiliyetleriyle var olmaya çalışmaktadırlar. Normal zamanlarda karşılaşılmayacak bir durumla karşı karşıyayız. Elbette bu durumu mümkün kılan AKP iktidarıdır.

İKTİDAR GÖZÜNÜ KARARTMIŞ DURUMDA

Siyaseten güçsüzleşen ancak kurumsal olarak devlet olanaklarını kullanan AKP iktidarının Ekrem İmamoğlu ile ilgili aldığı karar bundan sonra ne tür müdahalelerde bulunabileceğinin göstergesi olarak düşünülmelidir. AKP’nin “kindar gençlik” yetiştirme anlayışı, İstanbul’u kaybetmiş olmanın hırsıyla genel olarak bir kin gütme politikasına dönüşmüş durumda. Bu kendi başına siyaseten gerilemenin bir ifadesidir. Ancak AKP’nin yeniden iktidar isteği bir anlamda histeriye dönüşmüş, sahip olduğu olanaklar ve iktidar isteği gözünü karartmış durumda. Bu hırsla her şeyi yapabilecek bir ruh haliyle davranıyor.

İKTİDARIN SALDIRILARI KARŞISINDA KİM DURACAK?

İktidara dönük bu tespitler doğruysa, iktidar tabanının neler yapabileceğini kestirmek mümkün değil. 6-7 Eylül meselesi aklımızda. AKP, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin uygulamaya çalıştığı stratejinin bir versiyonunu hayata geçirmeye çalışıyor. Eğer böyleyse maalesef potansiyeli daha yüksek durumda. Devletin yasama, yürütme, yargı ve güvenlik gibi bütün kritik kurumlarını denetler durumda olan bir iktidar, sahip olduğu bu olanakları elbette kullanacaktır. Esas sorun bu gücün karşısında kim, nasıl duracaktır? Muhalefetin çabaları anlamlı; ama maalesef toplum nezdinde bir belirsizlikle karşı karşıya. Zor bir zamanda zor bir ittifak, kendi sınırlarını zorlamak durumunda.

Siyasal İslam’ın tasavvur ettiği Türkiye, AKP iktidarıyla yol aldıysa da henüz sonuçlanmadı. Ancak bu sonuçlanmayacağı anlamını da gelmez. AKP’nin genel olarak devlet içinde oluşturduğu güç bu amaca hizmet etmek üzere oluşturulmuştur. Geçmişte Gülen cemaatinin denedikleri bir anlamda rehber olmuştur. Esas olarak ABD’nin kurguladığı “Yeşil Kuşak” projesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Kadim “iç dinamikler-dış dinamikler” tartışması bu ülkede AKP iktidarıyla somut, görünür hale geldi. İktidarı sürecinde her iki dinamiği de arkasına alan AKP, yolun sonuna geldiğinin farkında. İrrasyonel uygulamalarla iktidarın her alanda zor kullanmayı arttırması da elbette bu durumla ilgili. Burada önemli olan muhalefetin bu duruma nasıl cevap vereceği. Bütün görünürlüğüne rağmen muhalefet hâlâ ne zaman açılacağı belli olmayan “kapalı kutu” görünümünde. Bu aşamada muhalefetin elini rahatlatacak olan adayını ilan etmesidir. AKP’nin çizdiği sınırlar içinde yapılan muhalefetin bir karşılığı yoktur, üstelik AKP’nin siyasi duruşuna hizmet etmek anlamına gelmektedir.

TOPLUMSAL TAHRİBATA KARŞI BİR ARADA DURMAK GEREK

AKP’nin yarattığı toplumsal tahribat ve bir tür toplumsal mahkumiyet ortada. Ancak bu toplumun yarısından fazlasının karşı olduğu bir iktidar söz konusu. AKP’nin seçim sürecine dair muhtemel müdahaleleri akılda tutularak, siyaseten farklı tarafların, HDP ve diğer sosyalist partiler dahil, kısa bir beraber yürüyüş yapmaları bu süreci sonlandıracak potansiyele sahiptir. Aslında bu AKP-MHP ittifakı karşısında duran tarafa tarihin yüklediği bir görev olarak da okunabilir. Türkiye tarihinde sosyal demokrasinin sağ ile çeşitli koalisyonları yaşandı elbette. Ancak bugün karşı karşıya kalınan durum bir koalisyon anlamına gelmiyor. Bir zorunlulukla karşı karşıya kalındı ve böyle bir pozisyon alındı.

SOSYALİST SİYASETİ İŞLEVSEL KILMAK GEREK

Bu durumu soldan eleştirenler amiyane bir tabirle sosyal demokrasinin derdi sosyalistleri mi “gerdi” mealinde düşünenlerin meseleyi anlamadığının bir ifadesi olarak anlaşılabilir. Siyaset, toplumsal bir karşılığın varsa operasyonel hale gelebilir. Sosyalistlerin topluma nasıl ulaşırız üzerinden yeni bir dil kurması kritik bir anlama sahiptir. Bu nasıl bir dil olabilir diye düşünürsek, ilk akla gelen gündelik bir dil olmasıdır. Yüksek siyasetin ifadelendiği bir dilin toplumda karşılık görmesi imkânsız. Kullanılan dili değiştirmek imkansız değil ama zor. Yılların taşıdığı bir ifade biçimine müdahale etmek zorundayız. Zorundayız derken, akla doğal olarak 'kim' sorusu gelecektir. Malum muhalefet dışında HDP ve sosyalistlerin müdahil olması bilindiği üzre kritik bir öneme sahiptir. Gerekçelere sığınmadan uzun dönemli bir siyaset sürecinin önü açılmak isteniyorsa mevcut iktidar karşıtı bloka bir biçimde destek vermek tarihi bir anlam taşır durumda. Burada tarihi derken vurgulanmak istenen, Türkiye’nin bir kırılma noktasına hızla yaklaştığı ve muhtemelen dönüşü zor bir sürece gireceği öngörüsüdür.

Topluma dair sözü olan yapıların aynı zamanda topluma dair her durumda bir önermesi olmalıdır. Yirmi yıldır baş edilemeyen bir iktidarla baş etme potansiyeli olan tarafa destek vermek önümüze düşen tarihi bir durumdur. Siyaset, müdahalelerle biçimlenir.

*Prof. Dr. (E.), Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi