Türkçe edebiyat kavgasında mesele sadece edebiyat mı gerçekten?

Türkçe edebiyatı tercih edenleri ideolojik davranmakla itham ederken kendi yaptıklarının da ideolojik olduğunu hatta bir çeşit ulusalcı-milliyetçi hezeyanla hareket ettiklerini- kabul etmeyeceklerdir.

Google Haberlere Abone ol

Rojhat Turgut

Türk edebiyatı mı Türkçe edebiyat mı tartışması, 30 yıldır ara ara alevlenen ama bir türlü doğru bir zeminde tartışıl(a)mayan, çoğunlukla bir lincin ardından patlak veren ya da bir linçle sonuçlanan kronik bir hâl aldı. Bu meselenin neden sürekli gündeme geldiğini, verilen tepkilerin neden bu kadar sert ve yıkıcı olduğunu anlamak için birkaç soruya cevap vermek gerek. Ama bu cevaplara ulaşmak için sadece bugüne değil düne de bakmak kaçınılmaz. Belki böylece aralıklarla olsa bile bu kadar tartışılıp da -geçtim nihayete erdirmeyi- metinler düzeyinde karşılıklı, nitelikli bir tartışmayı dahi yaratamamış olmamızın sebepleri ve tartışmadaki bazı sorunlar üzerine biraz düşünebiliriz.

KALDIĞI YERDEN DEĞIL HER DEFASINDA EN BAŞTAN: BU TARTIŞMANIN DÜNÜ YOK MU?

Türkçe edebiyat tartışmasında bugün yeteri kadar referans verilmeyen[1] öncüler olarak Yılmaz Odabaşı ve Mehmet Yaşın bu tartışmaların ilk metinlerini kaleme almışlardı. Haziran ’95’te Evrensel Kültür dergisinde yayımlanan yazısında Odabaşı’nın belirttiğine göre “Türkiye şiiri” ifadesini ilk defa kendisi 1988’de bir söyleşide kullanmış ve o gün Behçet Aysan bu ifadesine katıldığını söylemiş, diğer şairler ise suskunlukla geçiştirmiştir. Odabaşı ise yedi yıl sonra Ahmet Necdet’in bu tanımlamayı hedef alan bir yazısı vesilesiyle yukarıda bahsettiğimiz “Şiirin Kürt Sorunu; Yeniden ‘Türk Şiiri’ Değil, Türkiye Şiiri” başlıklı yazıyı kaleme almıştı. “Türkiye şiiri” önerisi bazı şairler, edebiyatçılar tarafında kullanılmışsa da pek tutulmamış ya da bastırılmıştı. Aynı zamanlarda Mehmet Yaşın Adam Sanat dergisinde kaleme aldığı ve ardından Poeturka adıyla kitaplaştırdığı yazılarında “Türkçe şiir” üzerinde durmuş ve bunu gerekçelendirmeye çalışmıştı. Kıbrıslı bir şair olarak yeterince Türk görülmeyen, makbul bir Türk olarak tanınmayan Yaşın’ın yazdıkları ve argümanları da yeterince özenli ve aynı düzeyde itidalli tartışılmamış, daha çok onun Kıbrıslı oluşu üzerinden Türklüğü sorgulanmış ve bu girişimi onun art niyetine bağlanmıştı. Misak-ı Milli sınırlarını aşmayan bir Türk edebiyatına karşı bu sınırların dışındaki Türkçe ürünleri de kapsayacak bir “Türkçe edebiyat” önerisinde bulunan Yaşın da yine bazı tartışmalar dışında esasen suskunlukla karşılanmıştı.

O günden bugüne ara ara yeniden tartışılsa bile mesele ne “kaldığı” yerden devam etti ne de yeni bir hal aldı. Türkçe edebiyat kullanımı arttıkça her defasında karşı tavır daha reaksiyoner bir biçim aldı, dil daha da provokatifleşti, tartışmalar muhataba değil onu linç etmesi için hedef gösteren bir dille okura yöneldi, çağrılar yapıldı… Eğer mevcut adlandırmaya itiraz eden Türkse Türklüğü sorgulandı (çünkü Türk olmak asla sadece ırkla ya da vatandaşlıkla ilgili değildi!) zaten Türk değilse vay haline. Ne kökü dışarıdalığı kaldı ne Türk düşmanlığı. Milliyetçi de ilan edildi, liberal foncu da… Özellikle bir önceki tartışmada Turgay Fişekçi ve Oğuz Demiralp’in başına gelenler nasıl bir tartışma tarzının içinde olduğumuzu görmek açısından epey öğreticiydi.

MİLLİ EDEBİYATLAR O KADAR MASUM MU GERÇEKTEN?

Biz de bu derin kuyuya bir taş atmadan evvel şunu söylemek gerek ki bütün bu canhıraş savununun ve hedef göstermenin sebebi anlaşılmalı ilk olarak. Feodalizm çözülüp de burjuvazinin egemenliğinin şafağı sökerken, bütün dünyada ulus devletler çağı başlıyordu.  Biraz geç de kalsa Türkiye de en nihayetinde Osmanlı’dan ve onun bakiyesinden kurtulup taze bir Cumhuriyet’e kavuşmuştu. Yeni kurulan Cumhuriyet’in temelleri de Osmanlı’dan farklı olacaktı elbette. Müslüman tebaa yerini modern bir ulusa, Türk ulusuna bırakacaktı. Ama halihazırda böylesine yekpare bir birlik olarak ulus da yoktu ortada. Ulus biraz da yaratılması gereken bir şeydi nihayetinde. Kaldı ki bizdekine benzer deneyimleri yaşamış pek çok ülke de vardı. Yaratılmak istenen bu ulusu “Genç Cumhuriyet” iki alanda bina edecekti; dil ve tarih. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi de böyle bir işlevle ortaya atılmıştı zaten. Yaratılacak yeni ulus tarihte ezeli bir yere oturtulacak dili de kaynak bir dil olarak sunulacaktı. Bu fikirlerin gerçekliği ya da sonradan yumuşatılmış olması bir yana, görüyoruz ki dil bu ülkede milliyetçiliğin en temel unsurlarından biri olarak kurgulanmıştı. Dil ile yapılan edebiyat da bundan münezzeh değildi elbette. Yeni kurulan bir ulus devlet dil üzerinden yükseltip teorize ettiği milliyetçiliğini edebiyat eserlerinde de bilinçli ya da bilinçsiz sürdürecek, edebiyat da ulusu yaratmanın en etkili araçlarından biri olarak cepheye sürülecekti. Üstelik bu sadece bizim ülkemizde işleyen bir süreç de değil. Türkiye ile paralellikleri de düşünerek okunduğunda ufuk açacak bir kaynak olarak Jusdanis’in Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür Milli Edebiyatın İcat Edilişi kitabına bakıldığında Yunan modernleşmesi esnasında dil ve edebiyatın yüklendiği misyon, ulus-devletleşmedeki işlevselliği açıkça ortaya koyuluyor.

Tıpkı kurulan yeni Cumhuriyet gibi kurulan yeni edebiyatın da ne kadar “Türk” olduğunu ve “Türk” ulusunu yaratmak için diğer ulusları edebiyatta nasıl temsil edip yansıttığını görmek üzere örneğin Rohat Alakom’un Türk Edebiyatında Kürtler’ine ya da Herkül Milas’ın Türk Romanı ve “Öteki” Ulusal Kimlikte Yunan İmajı kitaplarına bakmak biraz fikir verecektir ki böyle eleştirel milliyetçilik çalışmaları gün geçtikçe artmaktadır.

MESELE GERÇEKTEN DE SADECE BİR EDEBİYAT TARTIŞMASI MI?

“Türk Edebiyatı-Türkçe Edebiyat” tartışmasındaki Türk vurgusuna böyle bir çerçeveden bakıldığında -ki bu çerçeveye halihazırda da süren Kürt ulusal sorununu, 1915’i, 1938’i, milliyetçi duygularla işlenen onlarca cinayet ve katliamı da eklemek gerek- kesinlikle kapsayıcı olmayan, hatta aksine dışlayıcı bir tanım olarak “Türk edebiyatı” vurgusunu tercih etmemek o kadar da anlaşılmaz olmasa gerek.[2] Türkçe edebiyat demekteki politik gerekçelerimiz açıklıkla ve kesin bir biçimde ifade edilmedikçe mesele sadece edebi bir tartışmaymışçasına “Neden Alman edebiyatı diyorsunuz da Türk edebiyatı demiyorsunuz?” sığlığında sürüp gidiyor. Sanki bütün dünyada standart bir edebiyat kategorizasyon sistemi varmış ya da olmak zorundaymış gibi. Elbette bu tartışma sırf buradan bile cevaplanabilir. Diğer ülkelerde de artık dil merkezli edebiyat tanımlamalarının artışı, bölümlerin açılması, yayınların artması gibi pek çok veri sunulabilir. Ama kabul etmek gerek ki niyeti bu tanımlama sorununu ciddi bir bilimsel sorun olarak tarihsel, sosyolojik, felsefi boyutlarıyla ele almak olmayan muhataplar ile böyle bir zeminde seviyeli ve ilerletici bir tartışma sürdürmek pek de mümkün değil. Çünkü Türkçe edebiyatı tercih edenleri ideolojik davranmakla itham ederken (ki bu tamamen yanlış değildir) kendilerinin yaptıklarının da ideolojik olduğunu -hatta daha da ilerisi bir çeşit ulusalcı-milliyetçi hezeyanla hareket ettiklerini- asla kabul etmeyeceklerdir. O yüzden burada meselenin bir edebiyat tartışmasından ziyade Türkiye Cumhuriyeti tarihine, azınlıklar sorununa ve ulusal soruna, insan haklarına, güncel politikaya vs. dair taban tabana zıt bir yaklaşımdan kaynaklandığını görmek lazım ilk olarak. Yoksa aksi durumda zaten dinlemek, anlamak ve bir çözüm üretmek üzere tartışmayan kimilerine sizin her farklı argümanınıza aynı sığ cevabı vermeleri için fırsat sunmaktan gayrısına yaramıyor sözlerimiz. “Kafalarında bir polisle birlikte dolaşan” bu insanlar bu yüzden tek tek isimleri, yayınevlerini, kurumları hedef gösterip boykot çağrıları yapıyorlar. Tartışmanın düzeyi ve tarafların ciddiyeti özellikle “Türk edebiyatı” savunucularında her defasında biraz daha düşüyor. Daha önceki tartışmalarda en azından tartışan isimlerin bir iddiası, metin düzeyinde yazdıkları, kendilerine göre misyonları vs. varken bugün iş sosyal medyadan linç ve boykot çağrılarına, bunun üzerinden şahsi hesaplaşmalara ve grup kavgalarına dönmüş durumda. Bundan dolayı da Türkçe edebiyatı savunanlar arasında meselenin politik muhtevasına değinmeden, mümkün olduğunca üzerinden atlayarak parçalı ve ürkek cevap verme eğilimi göze çarpıyor. Linç kültürü ve saldırgan dilin de etkisiyle verilen bu yanıtların yetersizliği bir yana, saldırıyı savuşturmaya ya da yumuşatmaya yaramadığı da çok açık. “Türk” yerine “Anadolu” ya da “Türkiyeli” önermek de başka ülkelerden örnek vermek de, biz Alman edebiyatı için Almanca edebiyat diyoruz demek de saldırı dalgasından kurtulmaya yetmiyor çünkü. O yüzden ilk olarak bu tanımlamanın neden eksik olduğunu sadece edebi gerekçelerle de değil politik gerekçelerle tartışmamız gerek. Tam da vurmaya çalıştıkları yere mevzi kurarak. Ve bu tavra, bu ideolojik baskı ve yasakçılığa, onu yaratan fikri de tartışarak karşı çıkmamız gerek.

Ancak tartışmanın bu ilk perdesinde sağlıklı bir yol katedebilirsek “Türkçe edebiyat” dahil bütün tanımlamaların sınır(lılık)larını, yetersizliklerini konuşmaya sıra gelecektir. Tartışmada çıta o kadar düşük ki bizler Türkçe edebiyat tanımının da her şeye deva olmayabileceğini, onun da kendi iç sorunları olduğunu konuşmaya ya da başka alternatifleri değerlendirmeye geçemiyoruz. Türk edebiyatı demenin de illa bir kötü niyet barındırmadığının farkında olduğumuzu, her Türk edebiyatı diyeni kötücül etiketlerle yargılamadığımızı anlatma gereği duyuyoruz. Kafalarında taşıdıkları polisleriyle dedirtmezükçü ulusalcıların kopardığı yaygara bizi hep en dipte tutuyor çünkü.

PEKİ NE YAPMALI?

Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu tartışmayı izleyenlerin, Türkçe edebiyatı savunanların ve kullananların umutlu olmaları gereken bir manzara görüyorum. Edebiyatın üzerinde şekillendiği zemin, genç araştırmacıların-akademisyenlerin bakışları, yazarların ve yayıncıların ufukları gittikçe demokratikleşiyorken bu kullanımların eskisi gibi sorgulanmadan devam etmesi ve eski işlevini yerine getirmesi beklenemezdi. “Türkçe edebiyat” her duyulduğunda bu kadar telaşa kapılmalarının, vatan elden gidiyor nutuklarına sarılmalarının temel sebebi de bu olsa gerek. Yıllardır ulusalcı hezeyanları ve paranoyaları ile edebiyat alanındaki en ufak demokratik temayül karşısında eskinin bekçiliğine soyunanlar bugün altlarındaki zeminin kaydığını görüyor ve artık bundan kolay kolay geri dönülemeyeceğini biliyorlar. Bu yüzden de gittikçe saldırganlaşıyor ve seviyeyi düşürüyorlar. Bütün dünyada ulusal edebiyatlar toplum mühendisliğindeki rollerini ve etkilerini yitiriyor, bu anlamda çözülüyorken bizim ulusalcı kalemşörlerimizin kendi ülkelerinde de yaşanan bu değişime direnme çabaları afaki kalmak durumunda. Daha önce edebiyatımızda dillendirilmemiş bazı hassasiyetlerin bugün artık daha gür biçimde tartışılıyor ve çözülüyor olması eşyanın tabiatı gereğidir ve bu anlamda değişim kaçınılmazdır. Kadın sorunu, engellilik meselesi, LGBTİ’lerin varlığı, azınlıklara dönük ifadeler dün demokratik bir düşünceyle tartışıl(a)mıyordu diye bugün bu gündemleri suni ve gereksiz bulmak, demokratikleştirme girişimlerini neredeyse vatan hainliğiyle bir tutmak bir çeşit muhafazakarlık alametidir de. Tıpkı bu alanlardaki hassasiyetlerin artık edebiyatımızda yer etmiş olması gibi Türkçe edebiyat kullanımı da gittikçe yaygınlaşmış ve edebiyatımız demokratikleşme yoluna girmiştir bir kere. Elinde sadece çekiç olan her şeyi çivi olarak görür, denir. Bu yüzden, bugün ellerinde kalan tek çekiçle her yerde çakılacak çivi arayan, her sorunu o çekiçle çözebileceğini sanan ve diğer her çözüm önerisine saldırgan bir biçimde karşı çıkan ulusalcılar ile yapıcı olmadığı sürece tartışmaya girmemekten ve yolumuza bakıp bu adlandırma meselesinin başka sorunlarını konuşmaya başlamaktan gayrı yapacak bir şey yok.

[1] Bu tartışmada özellikle Yaşın’ın pozisyonu ve yazdıkları üzerinde geniş bir biçimde duran bir kaynak olarak bkz: Mesut Varlık’ın “Olaylar Türkiye’de Geçiyor” adlı kitabındaki ilgili bölüm.

[2] Bu minvaldeki iyi bir değerlendirme için Yiğit Bener’in 27 Aralık 2020 tarihli “Ne Türk ne Türkçe: Bunun adı nefret edebiyatı” başlıklı yazısına bakılabilir.