YAZARLAR

Televizyon ekranına cemre düşüren dizi: Bahar

Bahar’ın kuaförde diğer kadınlardan aldığı alkış, ‘minnet hırkası’ giydirilen ve bunu bir gün çıkartmaya cesaret eden tüm kadınlar içindi. Bizi sadece alışverişle mutlu olmaya indirgemediğin için, her mahalleden kadının kendini bulabileceği bir karakter olduğun için, bekar-evli-boşanmış-çocuklu-çocuksuz-işsiz-çalışan kadınlar vardır dediğin için ve kadınların maddi özgürlüklerinin olması gerektiğini hatırlattığın için hoş geldin Bahar.

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Televizyon ekranına bahar geldi. Sadece bir dizi üzerinden böyle iddialı bir cümle kurulur mu diyen varsa okumayı bırakmayın, anlatacağım.

Son yıllarda televizyon ekranında izlediğimiz dizilerdeki kadınların hikayeleri birkaç konu içine hapsedildi. O birkaç konu elbette önemlidir ancak duygusal ve fiziksel şiddet, aile kurmanın ötesine geçemeyen hayaller, ezberlenmiş toplumsal cinsiyet rolleri içinde hep aynı temsiller kadınların hikayesini anlatmak için yeterli değil. Her zaman bir kahraman, kurtarıcı rolünde erkeğe ihtiyacı olan kadınlar görüyoruz. Bir de bu hikayelerdeki kadınları birbirlerine o kadar benzettiler ki ya çok zengin ya çok yoksul karşıtlığı içinde hep aynı mimikler izliyoruz. O yüzden Özgü Namal’ın çizgilerine, Ceren Karakoç’un sadeliğine bayılıyoruz.

Kadınların hikayelerini anlatan dizilerde bile görünmeyen bir mevzudur kadın emeği. Evin içinde aile için harcanan zaman çok sıradanlaşır. Çocuklar, eşler, belki ailenin diğer üyeleri için gündelik yaşamın ritminin kadınlar tarafından sağlandığı görünmez, kanıksanmış bir bilgi oluverir. Gündelik yaşam döngüsünden ellerini çektiklerinde yıkılıverir her şey, o zaman anlaşılır değerleri ama en hızlı unutulmaya yüz tutmuş bir bilgi olarak hatırlanır kanıksanan rutinler. Bize bunları hatırlatan bir diziyi uzun zamandır izlememiştik. Sonra ekrana Bahar geldi.

Bahar dizisi bir Güney Kore uyarlaması, orijinali Doktor Cha Netflix’ten izlenebilir. Orijinalinde 16 bölüm süren dizi bizim ekranımızda her bölüm 140 dakika olunca bambaşka bir hikayeye dönüşecektir. Ama şimdiden iyi bir yerelleştirme örneği olarak uyarlama olduğunu hiç hissettirmiyor. Kadın dizisini hatırlar mısınız; o da bir Japon uyarlamasıydı ve izleyici olarak Japonların içinden Kemalettin Tuğcu çıktı demiştik, cesur bir sadelikle oynayan Özge Özpirinçci’yi izlerken. Şimdi Demet Evgar aynı duyguyu yaşatıyor. Hepimizi Bahar’a döndüren heyecanı, umudu, gönlünde biriktirdikleriyle ve elbette içindeki çocuğu bırakmayan dansıyla kimi izlediğimi şaşırıyorum; Bahar’ı mı, annelerimizi mi, en yakın dostumuzu mu, geçmişimizi mi, geleceğimizi mi karar veremiyorum.

Kadının sesini ekranda bu şekilde duymayı o kadar unutmuşuz ki yapımcı, yönetmen, senarist kadın olunca heyecanlandım. Ne de olsa kadınlarla ilgili her meselenin ekranda erkekler tarafından konuşulmasına çok alışkınız. (Yerel seçimlere az bir zaman kalmışken ve adaylar nihayet kesinleşmişken tüm partilerin kadın aday gösterme konusunda cimriliğini de gördük ve yine şaşırmadık.) Kadın olmayı, anne olmayı kutsallaştırmadan anlatan bir güzel örnek de Sandık Kokusu. Demet Akbağ ve Nalan Okçuoğlu’nun iki kardeşi oynadığı dizide kendi yaşlarının gerçekliği içinde çocuklarını, torunlarını çekiştirdikleri gerçekçilik ekranda az bulunuyor.

Bahar’ın kuaförde diğer kadınlardan aldığı alkış, ‘minnet hırkası’ giydirilen ve bunu bir gün çıkartmaya cesaret eden tüm kadınlar içindi. Bizi sadece alışverişle mutlu olmaya indirgemediğin için, her mahalleden kadının kendini bulabileceği bir karakter olduğun için, bekar-evli-boşanmış-çocuklu-çocuksuz-işsiz-çalışan kadınlar vardır dediğin için ve kadınların maddi özgürlüklerinin olması gerektiğini hatırlattığın için hoş geldin Bahar.

Gelelim yazının başındaki iddialı cümleye... Diziler ve izleyici davranışları üzerinden toplumu anlamaya çalışmak benim işim ancak dizi izleyen-izlemeyen herkesin yerli diziler üzerine konuştuğu bir dönemden geçiyor olmamıza ayrı bir ilgi duyuyorum. Geçtiğimiz günlerde Göksel Aymaz yazısında şöyle bir cümle kuruyor: Popüler kültür bizim son sığınağımız. Toplumda olan biteni tartışabildiğimiz, kamusal alanda konuşabildiğimiz tek araç diziler oldu. Yalnızca popüler kültür ürünleri üzerinden politik tartışmalara dahil olabiliyoruz. Bu durum tarih boyunca baskı, kriz dönemlerinde görülmüştür. Ama bunu başka bir yazıda tartışalım.

Bahar hastaneden sonra evdeki kalabalığı bir köşeden izlerken Turgut Uyar’ın dizelerini içinden geçirdi. O günden beri kulağımda Sezen Aksu’nun bestesiyle Denge şiirini dinliyorum. Belki siz de dinlemek isterseniz diye buraya konser görüntüsüyle birlikte bırakıyorum. İyi seyirler.


Aylin Dağsalgüler Kimdir?

Lisans eğitimini Celal Bayar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. City University of London’da Uluslararası İletişim alanında yüksek lisans yaptı. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo-Televizyon-Sinema alanında doktora derecesini aldı. 2005 yılından itibaren İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya Bölümü’nde çalışıyor. Medyanın ekonomi politiği, ağ toplumu, televizyon kültürü ve izleyici çalışmaları alanında dersler ile medya için proje üretimi dersi veriyor, bu alanlarda akademik çalışmalar yürütüyor. Avrupa Birliği, İstanbul Kalkınma Ajansı ve Poynter Institute destekli projelerde yönetici olarak çalıştı. 2015-2022 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı olarak görev yaptı. Akademik çalışmalarına ek olarak RGB YouTube kanalında Diziwiz ismiyle dizilerle ilgili 45 bölümlük bir sohbet programını öğrencileriyle birlikte hazırlayıp sundu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Toplum Ruh Sağlığı Bilim Kurulu üyesidir.