YAZARLAR

Taliban’dan dünyaya olumsuz bir mesaj yok!

Kötülüğe sessiz kalınsın ve aslında kimsenin acı macı çekmediği sanılsın diye kurgulanıyor bu büyük yalan. Şimdi işte “Büyük insanlık” da böyle büyük bir yalana giderek daha fazla kapılmaya başlıyor. Mesela Suriyelilerin ve Afganlıların acı çekmediğini, artık alıştığını, bu anlamda da bildiğimiz insan değil birer “suret” olduklarını düşünüyor.

İngiliz polisiye yazarı Michael Dibdin’in keşke şimdi elimin altında olsaydı dediğim bir romanı var. Karanlık Suret. Evde bir yerlerdeydi ama bir türlü bulamadım. Bizim evde kayıp şeyleri ben asla bulamam zaten. Evde kayıp her şeyi eliyle koymuş gibi dakikasında bulan biri var neyse ki. Fakat şu aralar az biraz mecalsiz olduğu için kalkıp bakamadı. Bakmasın zaten, bir an evvel iyileşsin yeter. Kayıp eşyalar da hiç bulunmayıversin...

Allah kimseyi sevdiklerinin sağlığıyla sınamasın. Bundan daha güzel bir dua yok bence. Fakat mesela şu anda herkesin kendi hayatı da yakınlarının hayatı da korkunç risklerle ve dehşetle karşı karşıyayken, Afganistan’da böyle bir duanın karşılığı nedir? İslam adına, din adına konuştuğunu söyleyen zifiri bir karanlık Afgan halkının üzerine çökmüş. Aileler darmadağın. Herkes kaçış kaçış... Öyle ki havalanmakta olan uçağın kanadına yapışıyorlar. Ölümleri Taliban’ın elinden olmasın istiyorlar.

Michael Dibdin romanından söz ediyordum, adı üstünde karanlık bir roman. Uzun zaman evvel okudum. Kara roman denilen türden. Romanın temel bir meselesi de eğer bir tanrı varsa bunca zulme neden ve nasıl izin verdiği meselesi. Bilhassa çocuklara, hiçbir gücü ve hiçbir suçu olmayanlara bunca zulmedilmesine tanrı neden izin veriyor? Neden? Bunu soruyor kitap. Keşke bulabilseydim o cümleleri şuraya yazardım, ne kadar güzel ifade edilmişti.

Yakın zamanda okuduklarımdan biri de yine böyle karanlık bir romandı. Melih Günaydın’ın Sürgün Avı romanı. Oldukça şaşırtıcı ve aynı zamanda sürükleyici bir siyasi polisiye. Kulağımızın dibindeki Ortadoğu’da hüküm süren kötülüklerin ne kadar ağır ve ne kadar akıl almaz olabildiğini anlatıyor. Tabii ki hayat başka roman başka... Yazar -bu rolden istediği kadar kaçmaya çalışsın- nihayetinde kurduğu dünyanın tanrısıdır. Karakterlerin kaderini elinde tutar. Kötülüğe bile isteye izin verir. Çünkü genellikle bir derdi vardır. Kötülüğün derinliklerine bakmak ister; gerçek dünyada yaşayan bir fani olarak gerçekle başa çıkabilmek için ister bunu. Roman karakterlerinin canı da yanmaz sonuçta.

İnançlı bir tanıdığım, tanrının insana çektirdiği her eziyetin muhakkak içinde hayırlı bir şeyler barındırdığını ve insanın er ya da geç bunu idrak edeceğini söyleyip durur. Sanırım buna inanmak insanları rahatlatıyor. Ama gerçek bu değil. Bismillahirrahmanirrahim nidaları arasında diz çöktürülerek kurşuna dizilenler, kafası kesilenler veya canlı canlı yakılanlar bu kötülüklerden ders çıkaramaz. Onlar kabus gibi korku dolu günler yaşadıktan sonra acılar içinde hayata veda ettiler çoktan. Evlatları ya da sevdikleri bu şekilde öldürülen insanların da bin yıl bile geçse o cinayetleri düşünerek idrak edecekleri hiçbir hayır yok... Lanet olsun ki yok, yok, yok...

Hatırlarsanız bir vakitler Erdoğan Ortadoğu’dan “Bataklık” nitelemesiyle söz edenlere demediğini bırakmazdı. Yönümüzü Batı’dan Ortadoğu’ya ve Asya’ya çevirmekten söz etmişliği çoktu. “Ortadoğu’ya bataklık demek ırkçılıktır” derdi ki bunda haklılık payı yok değildi. Fakat öyle konuşurdu ki sanırsın yönümüzü oraya çevirerek Ortadoğu’ya huzur, barış ve asayiş gelmesi için mücadele edecektik. Gördük ki öyle bir şey de yok. Yok oğlu yok. Herkes “Batak”tan pay kapma, kendi iç ve dış meselelerini batağa taşıyarak oraya gömme ve üstünü örtme peşinde...

Dönelim baştaki soruya. Tanrı bütün bunlara neden izin veriyor sorusuna. Yarattığı güzelim kız çocuklarının ve kadınların -üstelik de kendi adına- o garabet burkalar içine sokulmasına, kapatılmasına ve diri diri mezara gömülmelerine neden izin veriyor mesela? Dinleri de inançları da kendi uçkurlarının keyfine uyarlayan bu korkunç erkekleri neden kahretmiyor?

Michael Dibdin’in romanı başka bir coğrafyada bambaşka kötülüklerle ilişkili olarak soruyor bu soruyu tabii. Romanda sorunun bir cevabı da var. Ah keşke doğru olsaydı diyeceğimiz bir cevap. Ama maalesef doğru filan değil, romanda bu cevabı uyduran da yine hatırladığım kadarıyla, “yüksek felsefesinin” arkasına basit bir uçkur derdini gizlemiş ve başka da hiçbir önceliği olmayan rezil bir tarikat lideri. Zaten kadın haklarını ve kadın bedenini hedef alan zorbalıkların hiçbir zaman başka da bir açıklaması yoktur.

Kendi “iktidarlarına” yönelik bitmeyen şüphelerini, kıyaslanma korkularını ve komplekslerini kadınları kapatmakla, kadın bedenini denetlemekle yatıştırmaya çalışıyorlar. Dibdin’in romanında tanrının kötülüğe ve başta çocuklar olmak üzere insanların acı çekmesine asla izin vermeyeceğini savunan bir tarikat lideri var. Basitçe anlatacak olursam, tanrının kötülüklere sadece ders çıkarılsın ya da ibret olsun diye izin verdiğini, fakat kötülüğe maruz kalanların gerçek insanlar değil aslında birer “suret” olduğunu söylüyor. Yani ne o kadınlar ne o acı çeken çocuklar gerçek değil. Suçu, cezayı, acıyı ve empati kurmayı öğrenip düzgün insanlar olalım diye tanrının yarattığı “hissiz suretler” onlar.

Roman işte... Oysa gerçek hayatta gerçek insanlar acı çeker. Üstelik romanda da tarikat liderleri tarafından, kötülüğe sessiz kalınsın ve aslında kimsenin acı macı çekmediği sanılsın diye kurgulanıyor bu büyük yalan. Şimdi işte “Büyük insanlık” da böyle büyük bir yalana giderek daha fazla kapılmaya başlıyor. Mesela Suriyelilerin ve Afganlıların acı çekmediğini, artık alıştığını, bu anlamda da bildiğimiz insan değil birer “suret” olduklarını düşünüyor. Yoksa insan bir sevdiğine bir şey olduğunda canı giderken, başkalarının acısına nasıl bu denli kayıtsız kalabilir? O uçaklara doluşmaya çalışan insanlarla nasıl dalga geçebilir, onlara nasıl hakaret edebilir?

Sınırımızın öte tarafında gerçek terör örgütlerince başta Ezidi ve Kürt kadınlar ve çocuklar olmak üzere insanlara (insanlığa) gerçek ve korkunç acılar yaşatıldı. Çok yaygın ve “kulakları sağır eden bir sessizlikle” sustuk... Canan Kaftancıoğlu’nun bile terörist ilan edildiği bir ülkede bu korkunç ve gerçek “terör” karşısında sustuk. Susmayan, yaşananlara karşı demokratik protesto hakkını kullanarak tepkimizi göstermemiz gerektiğini söyleyen herkes akademisyeninden, gazetecisine ve siyasetçisine, “terörist” ilan edildi. Esas savaş onlara açıldı...

Şimdi de yeniden Afganistan... Bu aşağılık zulüm taburlarının birbirinden hiçbir farkı yok.

Sabahın erken saatlerinde dolaşıma giren tweet’lerde Afganistan’da çok sayıda kadın hakları savunucusunun Taliban tarafından infaz edildiği bilgisi var. Kadın hakları konusunda “şeriat kurallarına” bağlı kalacağız demiş olmaları bu infazlara dair bilginin yalan olabileceği konusunda en küçük bir umut vaat ediyor mu? Mart 2015’te Farkhunda’nın nasıl linç edildiğini unuttuk mu?

Afganistan’da emperyalist işgale son verildi öyle mi Perinçek Efendi? Şeriat propagandası yapan ve şeriata uyarak tarihte Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük medeniyetler kurduk diyen Bay BOYNUKALIN, sevinelim öyle mi... Taliban’dan dünyaya olumsuz bir mesaj yok değil mi Sayın Çavuşoğlu? Zaten Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin inancında Taliban’a ters bir şey yok dememiş miydi?

Taliban’ın dünyaya verdiği olumsuz bir mesaj yok... Yönetimi ele geçirir geçirmez, “burka” giydikleri müddetçe kadınların sokağa çıkmasına engel olmayacaklarını söylediklerinde, olumlu bir şey mi söylemiş oluyorlar? Kadın nüfusunun ezici çoğunluğuna ya burka ya ölüm dayatmasıyla giydirilen giysinin ta kendisinde olumsuz bir mesaj yok, öyle mi? Altı yüz kişinin sıkış tepiş doluştuğu uçakların, binlerce kilometrelik ölüm yürüyüşlerinin verdiği olumsuz bir mesaj yok...

Afganistan’la ilişkiyi kesip Taliban’ı izole etmenin zulmünü artıracağını düşünerek bir denge aradıklarına ben hiç ikna olmuyorum doğrusu. Çünkü hukuku çiğneyip durmakta beis görmeyen, şeriat propagandası yapanlara mevki makam vererek “konuşup durmalarının” yolunu açan bir iktidarın Taliban’dan rahatsızlık duyacağını düşünmek için bir nedenim yok.

Öyleyse ne yapacağız, ne biliyoruz. Bu bildiklerimiz ne işe yarıyor?

Afgan kadın hakları aktivisti Seraj Mahbouba da Batılı dünya liderlerine tepki gösterdi: “Hepiniz iğrençsiniz, kendinizden, dünyanın bu bölgesine yaptıklarınızdan utanın” dedi. Gerçekten de utanmaları gerekir. Mahbouba bunu söylediğinde sonsuz haklı bir şey söylüyor.

Fakat Türkiye’de de öfkenin en öncelikli olarak Batı’ya yönelmesinde bir sorun yok mu? Sağıyla soluyla Batı’nın emperyalist ikiyüzlülüğüne, işgalciliğine saydırıp duruyoruz. Saydırmakta hiçbir beis yok ama orada durmakta bir yanlışlık yok mu?

“Gerçek İslam’ın o, bu, şu” olmadığını söyleyip duran Müslüman dünyanın hiç mi suçu yok? Bismillah’la kafa kesenlere ve İslam adına haykırıp duranlara karşı “Gerçek İslam” bu değil demek yetiyor mu? Müslüman dünya üzerine çöken bu karanlıkta hiç mi payları yok? Bir zamanlar İhsan Eliaçık da bu soruyu şöyle sormuştu:

“‘Batılılar geldi bizi işgal etti, onlar da Irak’ta 1 milyon kişiyi öldürdü, öfke dolu bir kuşak doğdu, Batı İslam dünyasının örgütlerini terörize etti, onların şiddete baş vurmasına yol açtı, bu örgütleri onlar yarattı’ deniyor. Ama bana göre bunun ortaya çıkan tabloya etkisi yüzde 1 bile değildir. Yüzde 99’u içeridedir. Bu görüşlere sığınanların şuna cevap vermesi gerek; İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi kim basıp ateşe verdi? İslam tarihi kan şiddet ve ayaklanmaları bastırmakla dolu.”

Evet. Müslüman ülkelerin ekseriyetinin içinden çıkamadığı kaos tablosunun tek suçlusu emperyalist Batı değil. Suçun büyük bir kısmı da “içerideki” işbirlikçi faşizmlerde. Sadece onlarda da değil, Türkiye’de sık tanık olduğumuz gibi onların birçok önceliğini sorgusuz sualsiz kabul eden ve “milli çıkarı” onlarla çoğu kez aynı doğrultuda tanımlayan “muhalefetlerde.” Solun bu konuda sağdan pek de geri kalmamasında.

Toplumlar da kişiler gibidir, başlarına gelen felaketlerde ya da tekrar edip duran sıkıntılarda evvela kendi paylarıyla hesaplaşıp yüzleşmedikçe hiçbir şeyi değiştiremezler ve hiçbir şey iyiye gitmez. Bu kadar açık.

Taliban’dan dünyaya olumsuz bir mesaj yok demek zaten bizatihi değişimin ta kendisinin karşısında olmaktır. Çıkarını “değişmemekte” tanımlamaktır. Nitekim Çavuşoğlu önceki sözlerini düzeltirken de “çıkar”a vurgu yaptı. Taliban’ın yönetim anlayışını olumlu karşılıyoruz demediğini, kendi menfaatlerimiz için herkesle görüşmemiz lazım demek istediğini belirtti. Afganistan’daki yurttaşlarımızın tahliyesi konusunu bu çıkarlardan biri olarak saydı ki elbette bu çok önemli. Fakat bir yandan da bugün AKPMHP iktidarının bir temsilcisi “çıkar” ya da menfaat” dediği zaman, bunun esasen “yurttaş çıkarı” olmayacağından adı gibi emin olanların sayısı da hızla artıyor...

Taliban’ın okunacak bir mesajı yok, olamaz. Ortalık biraz yatışıp herkes yönünü başka gündemlere çevirince, bildiklerini okuyacaklar. Bunu Bakan Çavuşoğlu herkesten iyi bilir...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.