Siyasetçilik mesleği 4: Yeni siyasetçi ve değişim tartışması

Devletin kökeninde yer alan tüm tezlerdeki yurttaş-devlet ilişkisinin çoktan seçmen-devlet ilişkisine dönüştüğü iddia edilebilir mi? Platon 'haklı' mı çıkıyor?

Google Haberlere Abone ol

Utku Kılınç*

Sorunun tespitinin mümkün olmadığı zamanlarda da çözüm tartışılabilir. Aslında çoğu zaman yaptığımız da budur; Sevgili Ulus’un konuşmalarındaki o “sivrilmiş” “Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil” ibaresinden yola çıkarsak, siyasetçilik mesleğini anlamadan da hepimizin şikayet ettiği o siyasetçiyi tartışmak mümkün, yeni bir siyasetçi düşlemek de.

Düşlemek bir tasarı, bir kurgu işi, düşleyelim o zaman; yakındığımız siyasetçi ne zaman hizaya gelir? Hemen bir şablon yanıt yapıştıralım; seçmen oy vermediği zaman. Anahtar sözcük seçmen; yani seçen kişi. Elimdeki en yakın örneğe başvurdum, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda 3 kere seçmen, 26 kere vatandaş, hiç kere de yurttaş sözcüğü geçer. Yine çok indirgemeci bir yorumla; devlet ve vatandaş arasındaki ilişkinin devlet ve seçmen arasındaki ilişkiden daha yoğun olduğunu savlayabiliriz. Yurttaş sözcüğü ise, büyük ihtimalle Netekim tarafından 1982 Anayasa'sına “nitekim” yansıtılmamış olabilir.

Seçmen sözcüğü zaman içerikli bir sözcüktür. Anayasada da, seçmen kütüğü, seçmenlerce gibi ifadelerde sadece seçimi işaret eder. O zaman seçmen, vatandaş sözcüğün kapsama alanında kalan, seçim zamanında vatandaştan seçmene dönüşen sonra yeniden vatandaş olan kişiyi ifade edebilir; Metamorfoz.

Seçmenlik anlık bir durumdur, sevinirsin, üzülürsün biter. Vatandaşlık ise daha uzun solukludur, maazallah atılmazsan doğumla başlar ölümle biter; seçtiğinin-seçmediğinin nasıl yönettiğini görerek bahtiyar-bedbaht olursun, umursamazsın bertaraf olursun, umursarsın mahkûm olursun. Yurttaşlık ise herhâlde siyaset gibi siyasetçiden ari, yurttan bağımsız bir garibanlık hali olsa gerek, hakkında pek kelam edilmemiş, aydın jargonu gibi bir şey olsa gerek; Yurttaş Kane.

Siyasetçi, ister her dönemin geçerli yöntemi retorik, demagoji, tanınma, reklam gibi yöntemlerle olsun ister yeni ve sanal yöntemlerle olsun seçmeni etkilemek için çalışma yapmak zorundadır; İmparatorun Yolculuğu (Belgesel)

Retoriğe, demagojiye -şimdilik- itiraz yok, fark ettirmenin bir yöntemi, bunu anladık, sorun şurada; normal zamandaki yurttaşın -özellikle yurttaşı kullanacağım, gerçekten tüm şatafatlı ifadelerin içinde müthiş bir mahzunluğu olduğunu düşünüyorum- seçmene dönüşümüne hizmet eden araçlar retorik ve demagoji. Seçmen, seçimin bir tarafıdır, taraf haline gelirken yurttaşlık konumunu korumakta ise hak ve yükümlülüklerinin farkında olacak şekilde hareket edecektir, tarafgirliğinin önünde bir yurttaşlık seti olacaktır. Ancak yurttaşlık bilincini ister kendi rafa kaldırmış olsun ister yurttaşlık bilinci sistem tarafından unutturulmuş olsun, şöyle veya böyle olsun, tarafgirlik sürekli bir hal alacaktır, yurttaş daimî bir seçmene dönüşecektir, coğrafya her daim seçime hazır taraftarlar topluluğunun çığlıkları arasında kendi sesini duyamaz hale gelecektir. Retorik ve demagojinin, reklamın, tanıtımın, sanal ve yapay zekalı yönlendirmelerin sonucu koca bir seçmen ordusu yarattı herhalde; “Böylece yurttaş olmanın ne demek olduğunu unuttuk; yurttaş kavramını giderek artan bir biçimde "seçmen" kavramı ile bir tutmaya başladık…” Murray Bookchin (Kentsiz Kentleşme)

Yazının başından beri vurgulandığı üzere, siyasetçi tarafından üretilen tüm fiilleri etiğe bağlamak biraz zordur ama yapılamaz değildir. Sorun etiğin işlevsel olup olmamasıdır, işleyen bir etik yöntem pek mümkün görünmüyor, en azından siyasetçinin bir etik yaratma kaygısı yok. Siyaset kuramlarına, günlük siyasete ilişkin birçok tartışma, panel, sempozyum yapılmasına karşın siyasetçinin meslek sorunlarını tartıştığı bir atölye henüz duymadık. Olsaydı; “eve her gittiğimde milyonlarca insanın sefaletten sürünmesine yol açan politikalara teşne olmaktan çok yoruldum, bir tükenmişlik sendromu yaşıyorum, yeter ama artık kendimle çelişmekten bıktım, şov devam etmeli diye her gün farklı bir ifade ile insanların karşısına çıkmaktan usandım artık.” Nidaları ile mi yankılanırdı ortalık; “ne olacak bu mesleğin özlük haklarına ilişkin sorunlar, acaba sendika mı kursak?” şeklindeki beyin fırtınaları ile mi geçerdi atölye, “siyasetçi siyasette örgütlenir, ne işimiz var burada” ile mi biterdi toplantı, kestirmek mümkün değil. Ama düş bu, düş kurmaya ve Ulus Baker’e devam; “Ama devlet iyiliği yalnızca “temsil eder”: İyilik kendine ait değildir artık; siyasal düşünürler modern toplumda “iyi bir düzen nasıl kurulur”un peşinde değildirler. Halk ise (ister sivil toplum olarak anlayın, ister yönlendirilmeye açık kamuoyu olarak) kendinden masum değildir; iktidar tarafından kendisine hizmet edilecek, adanılacak bir amaç olarak ilan edilen varlıktır.” (1)

O halde yeniden yönetilene dönmekte fayda var, Ulus Baker haklı, bir masumiyet sorunu var; en basiti ile çıkar, umut, korku veya Platonca bir söyleme -“insan haklı olmaya değil, kuvvetli olmaya bakmalıdır”- çoktan yol alındı.

Yönetmeye aday olanın bir etik kaygısı yoksa yönetilenin bir etik isteği var belki de, seçmen değil ama yurttaş en azından öngörebileceği bir hayatın hakkı olduğunu düşünmekte. O zaman, belki yurttaş siyasetçinin etiğini belirleyebilir; “Demokrasi kendi başına kimin hakikati söyleyebilmek için gereken özel niteliklere sahip olduğunu (ve böylece hakikati söyleme hakkını elinde bulundurduğunu) belirleyemez.” (Foucault, “Doğruyu Söylemek)

Belki de seçmen değil ama yurttaş hakikatin ifadesinde siyasetçiye bir etik elbisesi biçebilir; “Üyelerini umutsuz çözümlere zorlayan bir toplum sürdürülemez bir toplumdur, değiştirilmesi gereken bir toplumdur. Bunu söylemek yurttaşlık görevidir.” (Frantz Fanon, Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)

Fanon, toplumun değişmesi gerektiğinden bahsediyor. Doğru kabul edersek, o zaman içinde bulunduğumuz ve anlamlandıramadığımız tüm bu olanları aslında seçmen-yurttaş tartışması olduğunu düşünmemiz için bir engel var mı?

Dünyanın bir kısmında seçimlere katılım oranının düşüklüğü dikkate alınırsa, ciddi oranda bir insan grubunun seçmen kimliğinden dahi vazgeçmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Dünyanın diğer tarafındaki yüksek oranlı seçim katılımlarının ise büyük bir oranda sadece seçmene dönüşmüş bir kitlenin varlığını düşündürtmesi mümkün mü?

O halde, devletin kökeninde yer alan tüm tezlerdeki yurttaş-devlet ilişkisinin çoktan seçmen-devlet ilişkisine dönüştüğü iddia edilebilir mi? Platon “haklı” mı çıkıyor, insan seçim kuvvetini kullanarak yönetme gücünü mü yitiriyor veya gerçekten yönetme gücü var oldu mu?

Siyasetin en değişmez, her krizde hortlayan kavramı ile de bakalım meseleye; değişim sonucu değiştirir mi? Sonucu değiştirmezse süreci değiştir mi? En önemlisi neyin değişimi bekleniyor veya isteniyor? Siyasetin mi, hedeflerin mi, kişilerin mi, toplumun mu? Neyin değişimi ve nasıl değişimi? Daha önemlisi değişimi kim istiyor, a) halk b) Siyasetçi c) her ikisi birden d) hiçbiri? Veya, Siyasetçinin, her kesimden siyasetçinin, daha çok seçmen daha az yurttaş paradigmasında yakaladığı başarının değişimi de dahil mi değişim paradokslarına?

Tüm bu konulara çokça düşünce ve sözcük sarf edildi, daha da edilmesi lazım. İkircikli bir düşünüşle demem odur ki:

Çağ değişmedi: Köleler gibi yaşıyoruz, köleler gibi çalışıyoruz, çocuklarımızın efendi olma şanslarını artırmaya çalışarak, gerçekten hoş bir seda gibi hayatın dehlizlerinde kaybolup gidiyoruz. Serbest bir piyasanın içinde, çizilen sınırların izin verdiği serbestleriz, emtia değerimiz tartışmasız, üretmek ve satmak, ürettiğimizin bir kısmını tüketmek, sahip olmaya çalışmak, sahip olamadıklarımıza imrenerek bir hayat, tüketmek için yaşamak; bazı nüanslarla her dönem aynıymış gibi geliyor bana, şart mı sırtımda kırbaç, zamanı ve yemeği satın almak için çalışmak da aynı tınıda şaklamıyor mu kulağımın dibinde?

Ayın karanlık yüzüne ilişkin söylemle:

Çağ değişti: Ekonominin arz talep dengesine bağlı olduğunu iddia edip, tam da bu iddia doğrultusunda bir sistem kuranlar, “insanın bitmez tükenmez isteklerinin” kıt kaynaklarla karşılanacağını varsaydıkları bir felsefi sistemi de bunun yanına eklediler. Ekonomi, yani kelime kökeni ev yönetimi, oldu sana dünya yönetimi, insan da sonsuz isteklerinin olduğuna inandı. Varsayım inanca dönüştü, bilgi deforme edildi.

Klasik bitirelim:

EYYY değişememiş değişenler veya değişmiş değişenler, nasıl oluyor da yeni bir siyasetçiyi ortaya çıkartamıyor? Veya eski de olsa razı geleceğiz herhalde; yurttaşı?

*Hukukçu


1) Ulus Baker, Dolaylı Eylem, Birikim Yayınları, 2012