Sınıfın ve cinsiyetin kesişiminde 8 Mart

Ne yalnızız, ne güçsüz… Yüzlerce yıllık şiddet, sömürü, yoksulluk ve adaletsizlik üzerine kurulu ataerkil sistem yerine eşit bir yaşam kurabiliriz.

Fotoğraf: Sosyal Medya
Google Haberlere Abone ol

Toplumun üretim ilişkileri; toplumsal cinsiyetin kalıp yargılarını, kadınların varoluş mücadelesini, eşitlik ve adalet arayışlarını belirler.

Sanayileşmenin ilk dönemlerinden başlayarak fabrika sahipleri, kadınların parmaklarını bir meta kaynağı olarak görüyordu.

Tarımın kapitalistleşmesiyle de kentlere göçe zorlanan kitleler, buralarda hızla büyüyen gecekondularda yıkıcı, derin bir yoksullukla yaşamaya mahkum bırakılırken, tüm süreçlerde ayakta durmak zorunda olan en başta yine kadınlar oluyor.

Sistem tüm zamanlarda kadını ve çocuğu “yeter ki çarklar dönsün” diyerek uzun ve zorlu çalışma koşullarında canlarıyla sınıyor.

Bugün durum ülkemizde de farksız. İSİG Meclisinin Türkiye verileri bunu doğruluyor.

Kadınları “ kuralsız alanda” geçici, güvencesiz ve kayıt dışı işlere mahkum eden despotik emek rejiminin kadın emeğini değersizleştiren politikaları, kadın emeğinin ikincil konumunu daha da pekiştiriyor, diyor İSİG Meclisi… Devamında da kadın emeğinin görünmez olduğu, ayrımcılığın, şiddetin, sömürünün kıskacındaki son 10 yılda en az 1379 kadın işçinin hayatını kaybettiğini kaydediyor.

İş hayatında ayrımcılığa ve adaletsizliğe maruz kalan kadınlar mücadeleyi sadece dışarıda değil, yaşadığı evde de hayatta kalmak için veriyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2023’e ilişkin erkek şiddeti verilerine göre 2023’te 315 kadın, erkekler tarafından öldürüldü, şüpheli kadın ölümü de 248…

Kadınların yüzde 41’i evli olduğu erkek tarafından katledildi. Bunun yanı sıra, evli olduğu erkek tarafından öldürülen 30 kadının fail ile boşanma aşamasında olduğu belirtiliyor Görülüyor ki sömürüyü derinleştiren uygulamaların kadınlar üzerindeki etkisi her dönem ve her yerde korkunç; hem sosyal hayatta, hem de yaşadığı evde hayatta kalma mücadelesi veriyor kadınlar…

Buna cevap olarak kadınlar meselenin özünde bir “çelişki,” kökeninde sömürü ve baskının yattığını görüyor, özgürleşmek için verdikleri mücadele de “çelişki”nin giderilmesine yönelik bir netliğe kavuşuyor.

Yine de kadınların işgücüne katılması kadınların özgürlüğü, kadınların erkeklerle eşit sayılması için önemli bir başlangıç noktası…

Yukarıda saydığım korkunç koşullardan kurtulmanın bedeli ise kadının erkeğe tabi hale getirilmesi ve neredeyse tek başına çocukların yetiştirilmesi oluyor.

Yani süreç esasen kadınların kamusal alandan silinmesine, evin koridorlarında kalmasına da dönebiliyor. Kadının yeniden üretim için harcadığı, “ücretsiz ev içi emeği” karşımızda duruyor yine.

Kadınlar bir kez daha ve daha çok ev işlerinin ve bakım emeğinin uzantısı işlerde çalışmaya mahkum ediliyor.

MEVZU HEM SINIFSAL HEM CİNSİYETÇİ…

Kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler son 60 yılda değişmiş olsa da kadınların statüsü hâlâ erkeklere eşit olmadıkları bir konumda.

“Kadınlar hem çocuk yapma hem de kariyer yapma özgürlüklerini kazanmış olsa da; mevcut toplum ve kurumlar kadınların işyerlerinde olduğu bir dünyaya henüz uyum sağlayamadı.” diye yazıyor Arlene Skolnick… Haklı… 

Kadınlar, “üretim tarzının uluslararasılaşması” sonucu istihdama daha çok dahil olsalar da çalıştıkları işlerde hâlâ daha az ücret alıyor. Dünya ortalamasında bir kadın erkeğin kazandığından yüzde 40 daha az ücret alıyor.

Popüler dünyadan bambaşka bir örnek: Huddersfield Üniversitesi’nden Sofia Izquierdo Sanchez, Wisconsin Üniversitesi’nden John Heywood ve Lancaster Üniversitesi’nde Maria Navarro Paniagua’nın 1980-2015 yılları arasında vizyona giren 1343 filmde rol alan 246 kadın ve erkek oyuncu arasında ücret eşitsizliğini incelediği araştırma sonucu, erkek oyuncuların kadın oyunculardan film başına 1.1 milyon dolar daha fazla kazanç elde ettiğini belirledi.

Yani  zaman, mekan, toplum fark etmiyor; kadınlara yönelik ayrımcılıkta, kadınlara mansplaining yaparak kendine bir hayat kuran erkek düzende istikrar hep var...

Oysa kadınlar ile erkekler arasındaki fiziksel veya biyolojik farklılıklar önem taşımış olsalar bile “modern zamanlar” bu farklılıkları çoğunlukla geçersiz kılacak düzeyde...

Oysa; kadınların baskılardan tamamen kurtulabilmeleri için verilen mücadele ayrılamaz…

Günümüzde bu; eşit ücret, ücretsiz ve erişilebilir sağlık bakımı, kürtaj ve günlük çocuk bakım merkezlerine erişim için mücadele verilmesi; ayrıca erkeklerin benimsediği cinsiyetçi fikirlere karşı mücadele edilmesi bütünlüklü...

Hattan sapmadan anlatmaya devam edelim…

1950‘lerde Arizona‘daki bakır madencilerinin grevini anlatan “Salt of the Earth” (Yeryüzünün Tuzu) filmi, mücadelenin cinsiyetçi fikirleri nasıl yok ettiğine iyi bir örnek…

Filmde greve gözcülük eden erkeklere karşı çıkarılan mahkeme kararı kadınları gözcülük görevini yapmak konusunda ısrar etmeye zorluyor.

Erkekler bu fikre şiddetle karşı çıksa bile, kadınların direnci galebe çalıyor. Artık grev gözcülüğünü kadınlar yaparken, cinsiyet rolleri tamamen değişiyor; kadınlar greve gözcülük ederken erkekler çocuklara bakıyor. Bu deneyim kadınların kamusal alanda ve erkekler karşısında kendilerini eşit görmeleri için özgüveni getiriyor.

***

Hakim sınıfın kadınları da cinsiyetçilikle yüz yüze geliyor; fakat bununla nasıl mücadele edeceklerini sınıfsal konumları belirliyor.

Yahoo CEO’su Marissa Mayer, annelikle iş hayatını aynı anda yürütmek adına kendisi için işyerinde modern bir çocuk kreşi kurdurmuştu…

Ama Mayer Yahoo’nun anne olan kadın çalışanları için kendisi gibi işle ve çocuk bakımıyla aynı anda ilgilenebilsinler diye iş yerinde onlara kreş açmadı.

Dahası kadın işçilere çocuk bakımının yüksek maliyetlerini çıkarmaları için gerekli hamilelik izni veya ekstra ücretler de vermiyordu. Niçin peki…?

Cevabı basit…Mayer’in kendisi için yapmış olduğu şeyi çalışanlarına yapmaması mevzunun sınıfsal olmasıyla ilgili…

Burada bir şey gözden kaçmasın ama… İşyerinde Mayer bakıyordu çocuğuna; babası değil. Babası değil… Annesi götürüyordu… Yani Mayer de olabilirsin ama eşit değilsin, tam eşit hiç olamıyorsun…

Hatırlayın, Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen tavuk kestiği tahtada sebze kesiyor diye linçlendi, Hürriyet “feci yakalandı” diye verdi haberi; erkek olsa mutfağa girmesi övülecekti.

Bu yüzden kadınların omuzlarına yüklenen aile yüklerini hesaba katan çok daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüme ihtiyaç var.

Kadınlara yönelik baskılara çözüm, kadınların kendi bedenleri üzerinde tam kontrole sahip olduğu bir toplumun inşası...

Müşterek çamaşırhaneler, mutfaklar ve kreşler kadınları ev ve işin çifte yükünden kurtaracak, onları toplumun özgür ve eşit üyeleri olmaları için gerekli araçlarla donatacak bir toplumun inşası…

Japonya, Kanada ve Finlandiya gibi ülkelerde babalar için ayları bulan doğum izinleri mevcut, Ortadoğu ülkelerinde bundan bahsetmek pek mümkün olmuyor. Kadınlar varoluşları için mücadele verirken bunun inşasında erkeğe düşen rolün tam olarak tanımlanması gerekiyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ataerkil bakış açısının şekillendirdiği toplumsal kodların parçalanması, kadın özgürlüğüne giden yolun önünü de açacaktır kuşkusuz..

İşte bu yüzden “kadınların özgürleşme mücadelesi, kadınların kamusal yaşama toplumsal ve politik katılımlarını artırma mücadelesi, yaşamın dönüşümü ile ilişkilidir; mevcut aile yapısının kadınları bir köleye çeviren kafeslerin parmaklıklarını kırmak zorunlu,,.” 

GERİCİ EGEMENLİK, PATRİARKA VE İSTANBUL SÖZLEŞMESİ…

Monika Gärtner, Kadının Kurtuluşu İçin Yeni Perspektifler’de “Feodal kalıntılar, kapitalist üretim ilişkilerinin uygulanmaya konmasıyla birlikte öyle kendiliğinden kaybolmaz; tersine yer yer bilinçli olarak emperyalizmin gerici egemenlik sürdürmesinin aleti olarak ya korunmakta ya da sistematik bir biçimde yaygınlaştırılmaktadırlar.” diyor.

Gärtner; Feodal- ataerkil baskı, yasalar, dini geleneksel yaşam alışkanlıkları ve ahlaki anlayışların “siyasi hakların kısıtlanması, mülkiyet ve miras hakkından mahrumiyet, evlerde hizmetçilik yapan kadınlarda serfliğe benzer bir tür esaret, cinsiyete bağlı toplumsal ayrımcılık, kadınların kendi bedeni hakkında tayin hakkının olmaması … gibi kadının özgürleşmesine engel olan bir tahakküm silsilesinin ortaya çıktığını da söylüyor.

Gärtner; büyük dinlerin ortaya çıkışları, örf ve adetleri farklı olsa da kadın düşmanlıklarında benzedikleri tespitini de yapıyor.

Patriarka, dinci gericilik ve kapitalizmin “Bermuda Şeytan Üçgeni” buralarda vücut buluyor. Verili düzen tam da buralardan kendini güncelleyip, kadınları canıyla sınıyor.

Berrin Sönmez; “bütün dinlerin temelinde kadına bakışı şekillendiren patriyarkayı görüyoruz” diyerek Gärtner’i doğruluyor, durumu somutluyor.

Sönmez’in dayanağı İstanbul Sözleşmesi'ne karşı “Katolik ,İslam, Protestan Ortodoks değerleri”nin Sözleşmenin öngördüğü kadın erkek eşitliğini hedef almaları. Haksız mı? Hayır!

Hatırlayın İstanbul Sözleşmesi’ni bizimle birlikte nerdeyse eş zamanlı olarak, Polonya, Macaristan, Hırvatistan, Bulgaristan gibi ülkeler de tartışmaya başladı.

İnanç farklılığı olan ülkeler, benzer gerekçelerle kadın düşmanlığında ortaktı.

Avrupa Parlamentosu 3 Mayıs 2023 tarihinde onaylarken , AB'ye üye ülkelerden Bulgaristan, Çekya, Macaristan, Letonya, Litvanya ve Slovakya anlaşmayı henüz onaylamadı.

AB'nin sözleşmeye katılımının, anlaşmayı henüz onaylamayan üye devletler üzerinde ne gibi hukuki sonuçlar doğuracağı ise belirsiz.

Bu tür yazılarda çok sık dile getirdiğim şeyi burada da söylemek isterim:

Bizim gibi baskıcı rejimlerin iktidar olduğu ülkelerde mücadelemiz baskılanmış gibi görünse de kadın mücadelesi güçlü bir mücadeledir.

Dünyanın dört bir yanında kutlanan bu özel günü, kadınların şiddete, sömürüye, adaletsizliklere sesini yükselttiği, geleceğe yönelik umutları güçlendirmek için bir fırsat olarak görüyorum.

Ne yalnızız, ne güçsüz…

Yüzlerce yıllık şiddet, sömürü, yoksulluk ve adaletsizlik üzerine kurulu ataerkil sistem yerine eşit bir yaşam kurabiliriz.

*TBMM Başkanvekili/ CHP Denizli Milletvekili