YAZARLAR

'Seri katil' bir film türü müdür yoksa karakter mi?

Hafızalarımızda halen Netflix’de yayınlanan 'Dahmer' dizisinin ve 'Ted Bundy' üzerine filmin etkileri tazeyken ve önümüzdeki hafta sinema salonlarımızı bir başka ünlü seri katil 'Jigsaw'ın "Testere X" filmiyle ziyaret edeceğini de hesaba katarsak belli bir seneden itibaren sinemadaki seri katil karakterlerine daha yakından bakmanın ilginç olacağını düşünüyoruz.

Seri katilleri konu alan, daha doğrusu onları senaryolarına katan filmler, özellikle 90’lı yılların başından itibaren değişik örnekleriyle sinema salonlarını ziyaret etti. Her ne kadar şu aralar sinema filmlerinde bir 'duraksama' dönemi yaşansa da, dijital platformlar bu konuda adeta 'bayrağı devraldı!'. Ünlü 'Dexter' karakterini zaten herkes biliyor ama mesela birkaç ay önce Netflix’te yayınlanan ve izlenme rekorları kıran 'Dahmer' dizisi bu 'furyayı' başka bir boyuta taşıdı: Bu sefer gerçekten yaşamış ve aklımıza gelecek en korkunç şekillerde birçok gence eziyet edip sonrasında öldüren bir seri katili, üstelik onun iç dünyasına dalmaya çalışarak izliyorduk!

Aslında 'serial killer'ların temasının popüler (!) hale gelmesi 1982 yılına kadar geriye gidiyordu. Daha o senelerde ünlü 'Karındeşen Jack' ve 'Ted Bundy' üzerine kitapların reklamları, 'toplu katliam' yapan (mass murderer) katillerden bahsediyordu. Ama asıl 1983-1994 yılları arasında yani Amerika’da Ronald Reagan ve George Bush’un başkan olduğu dönemde bu konular genel bir 'takıntı' haline dönüştü, hatta konu Amerika Kongresi'ne kadar taşındı.

Seri katiller bizce esas olarak iki türe ayrılıyor: İlki, bilinçaltı bir dürtü ile baş edemeyen, bundan acı çeken ve kendilerini bir anlamda 'aşan' bu korkunç eylemleri gerçekleştiren katiller. En önemli örnekler olarak "M" filminin çocuk katilini ve Hitchcock’un unutulmaz klasiği "Sapık" filmindeki Norman Bates’i sayabiliriz.

Bizim yöneleceğimiz örnekler ise ikinci türe giriyor: Bu kategoride seri katiller sadece eylemlerinin bilincinde değil ama aynı zamanda bu eylemlerini kendilerince 'varoluşsal' bir zemine oturmaya çalışıyorlar.

Hafızalarımızda halen Netflix’de yayınlanan 'Dahmer' dizisinin ve 'Ted Bundy' üzerine filmin etkileri tazeyken ve önümüzdeki hafta sinema salonlarımızı bir başka ünlü seri katil 'Jigsaw'ın "Testere X" filmiyle ziyaret edeceğini de hesaba katarsak belli bir seneden itibaren sinemadaki seri katil karakterlerine daha yakından bakmanın ilginç olacağını düşünüyoruz. Tabii ki değineceğimiz filmlerin çoğu neredeyse herkes tarafından izlendiği için filmin konusu ve değerlendirmesinden ziyade filmdeki 'serial killer' karakteri üzerine bir analiz yapmaya çalışacağız.

Son olarak da, değineceğimiz filmlerin her birinin başarılı olduğu düşüncesinde değiliz. Bazılarından bahsetmemizin nedeni neyi başardıkları değil, daha çok niye ve ne kadar başaramadıklarını açıklamak olduğunu ekleyelim.

THE HITCHER / OTOSTOPÇU (1986)

Arabasına aldığı bir yabancı ile hayatı kabusa dönen birinin hikayesini anlatan bu film, Robert Harmon tarafından yönetilmişti ve belki de modern sinemada ilk defa 'saf kötü' bir seri katili bu derece ilkel, 'çiğ' ve acımasız gösteriyordu. Rutger Hauer’in çizdiği John Ryder karakteri, (birçok seri katilin aksine) kurbanlarını belli bir sıraya koymuyor, onlarda belli özellikler aramıyordu. Bir serial killer’dan ziyade bir 'random killer'a (rastgele öldüren katil) benzeyen bu karakter 'kanlı oyununu' devam ettirerek, yollarda, 'hiçliğin ortasında' hissiyatını veren bir ortamında adeta bir korku dalgası estiriyordu. İşin en irkiltici kısmı, otostopçunun hiçbir amaç veya çıkarı bulunmaz gibi hareket etmesi ve filmin protagonisti olan genci ısrarla 'karanlık tarafa' geçirme çabasıydı. "The Hitcher", her anlamda bu tür filmlerin öncülerinden biri olarak kabul edilebilir.

THE SILENCE OF THE LAMBS / KUZULARIN SESSİZLİĞİ (1991)

Jonathan Demne’nin artık klasikleşmiş bu filmi, genç bir FBI ajanı Starling’in 'Buffalo Bill' lakaplı bir seri katili bulmaya çalışmasını ve bunu yaparken de bir başka ünlü seri katil Hannibal Lecter’dan yardım almasını anlatıyordu. Lecter’ın vahşi doğasının dışında kurduğu duyarlı, kültürlü, bilgili ve nazik tavırla Bill’in anlık, çocuksu, 'özenen' çılgınlığı hoş bir tezat barındırıyordu.

"Kuzuların Sessizliği", zamanla klasik bir korku filminin çok ötesine geçti ve birçok filmin ilham aldığı bir yapıt haline dönüştü. Sinema tarihinde ilk defa bir seri katilden yardım aldığı kadar terapi de gören bir FBI ajanı görüyorduk ve belki de beyaz perdede ilk defa bu kadar derinlikli seri katil karşımıza çıkıyordu. Film, bu arada Clarence Starling’in 'taşra çocukluluğuna' ve bunu aşmaya çalışan hırsına da dikkat çekiyordu. Hikaye, bir anlamda iki farklı kültürden ve ortamdan karakterin ortak bir hedef doğrultusunda buluşmasını gösteriyordu. Film, haklı olarak büyük bir başarı kazandı ve zamanla 'kült' mertebesine ulaştı.

KNIGHT MOVES / ŞAH MAT (1992)

Kariyerinde iyi olduğu kadar kötü filmler (ki bizce bu filmler çok daha fazla) de barındıran oyuncu Christopher Lambert’ın başrolünde oynadığı bu gerilim filmi, bir satranç turnuvası sırasında işlenen seri kadın cinayetlerini anlatıyordu. Aslında filmin diğer 'Katil kim?' yapımlarıyla ayrışan bir noktası görünmüyordu ama bizce film bu 'şüphe' duygusunu en iyi kullanan, yayan ve hissettiren örneklerden biriydi. Filmin epiloğu hem protagonist hem de antagonistin (yani seri katilin) kim olabileceği konusunda seyirciyi bir 'bilinmezliğe' sürüklüyor, sonrasında 'olağan şüpheliler' sadece görünmekle kalmıyor zaman zaman kendilerini ön plana çıkarıp gerilimi sürekli ayakta tutuyordu. Hikayede belki seri katilin ön plana çıktığını söyleyemeyiz ama bunu bir satranç oyunuyla paralel bir şekilde vermek filmi benzerlerinden ayırıyordu.

KALIFORNIA (1993)

Yönetmen Dominic Sena’nın bu filmi, iki çiftin Kaliforniya’ya giderken yol ve benzin masraflarını paylaşmak üzere çıktıkları yolcuğu anlatıyordu. Ancak asıl ilginç olan iki çift arasındaki sosyal sınıf farklılığıydı: Brian ve Carrie sanatçı ve üst sosyal sınıftan, Early ve Adele ise alt sınıftan, eğitimsiz ve parasız bir çiftti.

Brad Pitt’in canlandırdığı Early Grayce’in maço, biraz kaba saba, pasaklı (ama yine de yakışıklı tabii) görüntüsünün altında çok tehlikeli bir psikopat yatıyordu. Early bazen zevk, bazen heyecan bazen ise sadece para için insanları katleden bir seri katildi. Belli bir kurban profilli yoktu ve ana göre, hislerine uyarak eyleme geçiyordu.

Film, aslında bizce riskli bir projeydi çünkü o zamanlar Sena, ilk uzun metrajlı filmini çekiyordu ve Pitt kariyeri yükselişte bir yıldız adayıydı. Bizce sonuç tam bir başarıydı. Artık sinemanın yeni ‘jön’ü olmaktan sıkılmış Brad Pitt, bu korkutucu karaktere gerekli gerçekçi havayı verdi. Elinden birayı bırakmayan, sürekli başında bir kasket ve salaş bir tişörtle dolaşan, güney aksanlı Early karakteri kolay kolay unutulmaz bir seri katil oldu.

Hikayenin asıl dikkat çeken yanı ise bizce şuydu: Brian, Amerika’daki ünlü seri katiller üzerine bir kitap yazmak istiyordu. Yanında 'gerçek' bir seri katil olduğunu bilmeden… Sevgilisi Adele, Early’nin bu cinayetlerinin farkında olmayan, çocuksu, saf ve sempatik bir karakterdi. Film içerisinde bu iki çift aralarındaki büyük sosyal 'uçuruma' rağmen etkileşime geçtiler: Brian, ister istemez Early’nin (tabii ki cinayetlerini bilmeden) çılgın, asi ve maço dünyasına giriş yaptı. Carrie ise kendisine hayran olan 'Adele'in gerçek anlamda 'gözlerini açmayı' başardı!

SEVEN (1995)

David Fincher’ın bu ünlü filmi, birbirine tam zıt karakterde bulunan iki polisin 'yedi ölümcül günah' doğrultusunda cinayetler işleyen bir seri katili takip etmesini anlatıyordu. Filmin özellikle son çeyreğinde ön plana çıkan seri katil işlediği cinayetlerin amacını, kendince nedenini ve felsefi boyutunu sinema tarihinde belki de ilk defa bu derece detaylı bir şekilde açıklıyordu. Basit bir sadizm hareketinin çok ötesine geçen bu açıklamalar, özellikle büyük şehirlerde yaşanabilen bireyselcilik, yozlaşmışlık ve çıkarcılığın adeta çılgınca bir dışavurumuydu. Hatırlanacağı üzere filmin geçtiği büyük şehrin asla ismi geçmiyordu. Sadece ara sokaklarını hava kararmış, bazen yağmur altında görüyorduk. (Yapımcıların bu bilinmezliği gözeterek filmi değişik şehirlerin değişik alanlarında çektiğini not olarak düşelim!)

Filmin çarpıcı atmosferinden ve adeta ‘ağzımızı şaşkınlıktan açık bırakan’ finalinden bilmem bahsetmeye gerek var mı?

COPYCAT / KOPYA CİNAYETLERİ (1995)

Seri katil uzmanı bir akademisyen ve bir kadın polisin, Amerika’nın ünlü seri katillerini taklit ederek cinayetler işleyen bir katili takip ettiği bu film, başrollerde Sigourney Weaver ve Holly Hunter gibi iki oyuncu ve ilginç olabilecek konusuna rağmen istenilen başarıyı kazanmadı. Bunda kuşkusuz filmdeki seri katilin orijinal bir yan taşımaması da bir neden oluşturuyordu ama bizce asıl sebep farklıydı: Film, bu tür yapımların düşebileceği bir tuzağa düşüyordu ve seri katili hikayedeki bir karakter gibi değil, filmin türü gibi gösteriyordu.

Seri katili zaman zaman ön plana çıkarmak kötü bir fikir değildi ancak hikayenin genelde Helen’in (Sigourney Weaver) lüks evi ve cinayet mahalleri arasında geçmesi, filmdeki polis karakterlerin tek boyutlu işlenmesi ve katilin ‘taklit etmek’ dışında bir amacı bulunmaması filmi biraz zayıf ve sönük kılıyordu. Sonuçta film izlenebilir ama akılda kalmayan bir örnekti!

RESURRECTION / DİRİLİŞ (1999)

"Seven"ın yarattığı büyük başarı dalgası üzerine devam etmek isteyen bu film, bu sefer insanların uzuvlarını kopararak Hz. İsa’nın vücudunu tekrar birleştirmeye çalışan bir seri katilin izini süren polisleri anlatıyordu. Kağıt üstünde ilginç durabilecek bu filmin başrolünde yine Christopher Lambert vardı. Filmdeki seri katilin "Seven" filmindeki gibi ulvi (!) sayılabilecek bir amacı vardı ama burada bir sosyal eleştiri boyutu değil daha çok kanlı eylemeler ve çılgınca dini fikirler bulunuyordu. Hikayeyi basit bir sadizm olayına bağlamak istemeyen yapımcılar, hikayedeki kurbanların ve öldürülme şekillerinin hatta tarihlerinin İncil’e bağlı olmasına gayret ettiler. Ancak ne başkarakter Lambert’in Tanrı’yla arasının 'açık' olması, ne katilin sözde çok titiz ve planlanmış cinayetleri ne de kanlı final yeteri kadar ikna ediciydi ve film başarısız bir ‘denemenin ötesine geçemiyordu. Büyük yönetmen David Cronenberg’in de burada oyuncu olarak ne aradığını da merak ettik doğrusu!

ZODIAC (2007)

Yönetmen "Seven"dan sonra sabırsızlıkla beklenen ikinci 'seri katilli' filmin çekti. Bu sefer hikayedeki katil gerçek bir karaktere dayanıyordu ve film açıkça seyirciyi biraz 'ters köşeye yatırdı!' Zira filmde katili neredeyse açık bir şekilde asla görmüyorduk ve daha da ilginci asla kim olduğu da kesin olarak bilinemedi. Kuşkusuz filmde bir tane asıl şüpheli vardı ve katil muhtemelen oydu ancak senaryo gerçekte olduğu gibi kesin bir yargıya varmıyordu.

Yönetmen filmin odağına sanki katilden çok onun izini süren polisleri, medyada yarattığı etkiyi ve onun izini sanki polislerden bile daha şevkle arayan gazetecileri koyuyordu. Zodiac’ı bulmayı adeta bir obsesyon haline getiren bu karakterler hikayeye inanılmaz bir boğuculuk ve sıkışmışlık atmosferi kattılar. 'Acabalarla' örülü bu dünyada bir süre sonra katilin tam anlamıyla açık edilmemesi bir eksiklik değil, bir detay gibi gelmeye başladı. Fincher bir kez daha farklı bir 'seri katil' filmi çıkarmayı başarıyordu!

TAKING LIVES / HAYATIN BENİM (2004)

Bu film, çok fazla reklam yapmadan, biraz kendi halinde gösterime girmiş olsa da bizce benzerleri arasında öne çıkabilen bir yapımdı. Film, bu kez Montreal şehrinde geçiyor ve kadrosunda deneyimli oyuncular bulunuyordu. Öldürdüğü kişilerin kimliğini alan, bir anlamda onların hayatını yaşayan bir seri katilin izini süren bir kadın ajanın hikayesini anlatan bu film, gücünü katilin sıra dışı yönteminden alıyordu. Filmdeki seri katil, (baş kahramanın söylediği gibi) kurban olarak yokluğu uzun süre fark edilmeyecek yalnız kişiler seçiyor, onları öldürdükten sonra adeta 'kabuğunu değiştiren bir yengeç' gibi onun kimliğini alıyor, bir süre onun hayatını yaşıyor ve bu 'kabuk' ona yeterli gelmeyince sıradaki kurbanını aramaya başlıyordu. Katil bir anlamda 'kendisi' olmaya bir saniye bile katlanamıyordu. Senaryo, en büyük destelerinden birini kuşkusuz etkileyici performanslar sergileyen Angeline Jolie-Ethan Hawke ikilisinin performansından alıyordu

Film, türünde bir devrim yaratmasa da 'akılda kalır' bir yapım olmayı başardı.

Belki de listeye eklenmeyi hak eden, bir kez daha ölümcül tuzaklar sunacak Jigsaw, ilk bölümün yarattığı etkiyi yaratacak mı? Biraz uzak bir ihtimal gibi duruyor ama en iyisi beklemek olacak galiba…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .