Şebnem İşigüzel'in yeni romanından tadımlık

Şebnem İşigüzel'in yeni romanı 'İstanbullu Amazonlar 1809' ilerleyen günlerde İletişim Yayınları etiketiyle okurlarla buluşacak. Kitaptan tadımlık bir bölümü sunuyoruz...

Google Haberlere Abone ol

Şebnem İşigüzel*

Tanrı misafiri diyerek girdiği evde bir kese altın karşılığında neredeyse bir kuzu yediği vakiydi. Hane halkı şaşırmış, karşısına geçip seyredalmıştı. Kim olduğunu bilmezlerse onu niye zehirleyeceklerdi ki? Süpürge gibi kapı arkasında duran kadınlara acırdı. Sedirlere döşek gibi yayılan, karılarını döven, fırsat bulursa ümüğünü sıkan erkeklere kızardı. Kız-makla kalmaz sonrasında bu kocaları evlerinden aldırtıp sopalatırdı. Oh olsun. Kullarının hayallerini dinlerdi. İçinden, “Kulum olduklarını bilmiyorlar ne garip?” derdi.

Şiir yazan bir kadınla tanıştı. Kadın ona keçisini konuşturduğu hikâyeler yazdığını anlattı. Güvenebilse okuyacaktı.

“Gider kadıya şikâyet eylersin, Allah’ın yarattığını hatun halinle sen nasıl konuşturursun haşa der cezalandırır sonra beni,” dedi kadın buna. “Duymamış, bilmemiş ol, tövbe,” dedi sonra. “Hadi çık git şimdi yallah!” İlkinde kovmaktan beter etti kim olduğunu bilmediği Esma Sultan’ı.

Esma sonrasında çok uğradı bu eve. Ev dediğimiz harabe, boşlukta sallanan kandil gibiydi mübarek. Esma kadına mangalını yakıp ısınabilmesi için para verdi. Para, mangalın üzerinde pişirilecek kahveye, aşa çor- baya yeter miktardaydı. Daha fazlası şüphe uyandırırdı.

Şair Kadın, “Bunu niye yaparsın ey kadın?” diye sordu. “Huzur bulmak için,” dedi bizimkisi.

“Ben de senin gibi kimsesizim,” diye geçiştirdi sonra. Öyle dedi ama bir keresinde vakanüvisanıyla diğerinde müneccim- başısıyla en sonunda İstanbullu Amazonlar’la birlikte geldi.

Kediyi unutmuş değiliz ki artık bir adı var. O bile takıldı peşine geldi onunla günün birinde Şair Kadın’ın evine. “Zemheli gel pisi pisi.” Esma ne buluyordu o harabede? Kendisine karşıdan bakma fırsatı. Hakikaten karşıdan bakıyordu kendisine çünkü peri sarayı tam karşısındaydı. Kış akşamları gitmeyi severdi ev demeye şahit isteyen harabeye. Çünkü o vakit sarı yumuşacık bir ışığın içinde oturuyormuş hissiyle dolu olurdu. Şair Kadın ona yazdıklarını okurdu. Çünkü bunları keçisinden başka okuyacağı kimsesi yoktu. “Kendi başıma konuşuyormuş gibi hissediyorum kendimi,” demişti. “Kahvem var, çorbam var, bunları içmek için bile olsa gelirler muhakkak diye komşuları çağırdım evime. Çorbayı, kahveyi içtiler, ekmeğimi yediler ama beni dinlemezlikten geldiler. Herkes birbiriyle arkadaş ama ben çok yalnızım, çok.”

İstanbullu Amazonlar 1809, Şebnem İşigüzel, 129 syf., İletişim Yayınları, 2021.

İstanbullu Amazonlar’ı beraberinde getirmesi karlı bir kış gününe denk gelmişti. Öyle karlı bir kış günüydü ki komşu evlerin çatıları birer birer çöküyordu. Bu evin başına gelecek olan da bu idi ve tıpkı eli ayağı tutmaz bir ihtiyar gibi titriyordu. Dört kadın çatıya çıktılar da biriken karın ağırlığından kurtardılar evi. Hatta Beyhan Sultan kayıp düşecekti çatıdan. Zor tuttular, yakaladılar kollarından. Bir çığlık koptu. Avaz kıyamet coşkunu tozuğmakluk oldu. Kadın buna isti-naden hatırladı. İşte o zaman çoğunlukla sessiz sokağından, çatısından görünen İstanbul’u yabancısıymışlarcasına parça parça takdim etti bunlara ve onlardan da söz etti onlar olduklarını bilmeden. “Üç avrad sultan var ya. Sadrazamın haremini sürüyen yeniçerilerin yolunu...” İşte şurada kestilerdi. “Aynı böyle bir çığlık avaz kopmuş idü.” Kendileri bile unutmuştu. Hatice Sultan yeniden başlayan kar fırtınasının içinden, beş yıl önce birkaç yeniçeriyi tepeleyen kendisi değilmiş gibi ufka baktı. Üşüdüler. Orada öyle üşümelerini, sonrasında sık sık hatırladılar. Çatı çökmedi. Bunlar çatı çöküp düşmeden gerisin geriye eve girdiler.

Beyhan Sultan mutfak çalışanının giysisini giymişti. Kendini koklayıp duruyor, yanık yağ kokusuyla başedebilmek uğruna karanfil çiğniyor, mor damarları seçilen bileklerine (ananın damar hastalığı bunlara geçmişti) sandal ağacı yağı sürüyordu. Şair Kadın’a bir keresinde çay getirmiş o da, “Uzaktan gelen gemilerden inenlerle mi düşüp kalktığını,” sormuştu. Beyhan Sultan yerinden fırlamış tokatı basacaktı ki bir başkası gibi davranması gerektiğini hatırladı. Zaten kadın kendisinin öyle yaptığını söyleyerek onu çoktan yatıştırmıştı. Orospu değildi. Zaten bunun adı ve tanımı değişmeliydi. Bunun üzerine incelikli bir sohbet yapılmıştı. “Zevkine,” diyordu. “Hatta en iyi becerenine ben bir hediye vermek isterim ancak kelimelerimden ve şiirimden başka bir şeyim yok.”

Hazzın şiirini yazmaya çalışıyordu. Ayıp olur diye değil, günah bulunur diye korkuyordu. Günaha girmekten değil, günaha girdiğine hükmedilip ellerinin ağaç budağı gibi kesilmesinden korkuyordu. Öyle bir kadın vardı, biliyorlar mıydı? Kalemi ağzına sıkıştırıp öyle yazar olmuş, yine yazmış, hep yazmış. Ağzıyla yazdığından çeneciği mürekkebe bulanırmış. Mürekkep lekesi çıkmak bilmezmiş. Gel zaman, git zaman kadın bir top sakalı olan Frenk elçisi gibi görünür olmuş.

“O kadın ne yazarmış ki?” Merak edip soran Hatice Sultan şu cevabı almış: “Yazdığı için elleri kesilen kadın, İstanbullu Amazonlar’ın vukuatını yazdıydı. Bizim dilimizi gâvurun alfabesiyle yazan ve gâvurun oğlunu sünnetsiz demeyüp koynuna alan Hatice Sultan’ın yazdıklarının şeklini şemalini merak eder idü.”

Şüphe ettiler, şaşırdılar, sustular.

“İstanbullu Amazonlar biz ola, tam karşunda dura,” demek dillerinin ucuna kadar geldi ama biraz evvel çatıdan kaydurup attıkları kar yığınları gibi laflarını silkip attılar yani bir şey demediler, sustular. Saray sır tutmayı öğretirdi. Boşboğazlık eden halktı. Zamanla daha başka şeyler de anlattı kadın.

Sarayda çalışanlardan duymuştu. Sarayın altında bir saray daha vardı. İşte Esma bununla fazlasıyla ilgilendi. Duymuştu ama bilmiyordu. Vakanüvisanı onu doğruladı. Müneccimbaşısı da. Hatta içlerinden birisi ama hangisi, “Bunlar sarayın bağırsakları gibidir,” demişti. “Dolaşırsınız ve duyarsınız yukarıda konuşulanları. Vezirin halvet olduğu odacıktan sadrazamın kuburunun dibine kadar gidersiniz.”

Esma’nın o kış oyalandığı bir şey varsa o da buydu: Sarayın altındaki dehlizi aramak, bulmak.

Buldu ve girdi oraya. Taş duvar açıl susam açıldaki gibiydi ve koca duvarı yerinden oynatan şey Bizans’tan kalma mühendislikti. Güvendiği birisini dikti taş duvarın önüne. Kim olduğunu öğrenemedim ve hayal edemiyorum nedense. İçeriden açılamaz, giren çıkamazdı bir kere. Güvenmek gerekirdi kapısındakine. Duydu sarayın karın gurultusunu. Nerede, ne konuşulduğunu.

Bu şiir gibi satırlar Şair Kadın’ın aslında. Ben biraz süsledim.

Kadın korkmaya başladı nedensizce. Daha doğrusu vardı bir nedeni şöyle: Şiirlerini yazdıran hisleri, hissikablelvuku ile sezmişti bu işte bir iş olduğunu. Esma’nın görünenden farklı bir yüzünün olduğunu. Günün birinde açmadı kapısını. Kedi Zemheli’nin peşinden buldu izini, anladı onun payitahta ait olduğunu. Yazdıran şey bildirir ve görünmeyeni gösterir aslında. Sonrasında evine gelen Tanrı misafirini sarayın altındaki dehlizlerde dolanırken hayal ettiğinden oturdu yazdı o satırları.

İstanbul sokakları hikâyelerle doluydu. Esma’ya nasıl bir sultan olması gerektiğini İstanbul sokakları öğretmişti. Sarayın altındaki dehlizlerde duyduğu karın gurultusundan farksız dedikodularsa tahtta nasıl kalacağının yolunu göstermişti.

*Şebnem İşigüzel ve İletişim Yayınları'nın özel izniyle yayınlanmıştır.