Sarı öküzden kefaretçi tanrıya: Deprem mitleri

Tanrısal iradenin doğa olayları yoluyla insan yaşamını etkilemesi veya sona erdirmesi fikri evrensel değildir. İçinde yaşadığımız coğrafyanın kadim kültürlerinin ahlaki bir öğretisidir.

Google Haberlere Abone ol

Çiler Çilingiroğlu*

Ege halkları 30 Ekim 2020’de dünyada yılın en ölümcül deprem felaketini yaşadı. Kandilli Rasathanesi’ne göre, 6.9 şiddetindeki sarsıntı, bizim için bitmek bilmeyen bir 16 saniye boyunca sürdü. İzmir ve Samos’ta yüzden fazla insan ne yazık ki yaşamını kaybetti. Felaket, 3 bin 550 artçısıyla kendini hatırlatmaya haftalarca devam etti.

Yaşamın alışılagelmiş ritmini ve sürekliliğini bir anda kesintiye uğratan bir doğa olayı olarak deprem, insanın kendini pek küçük, güçsüz ve savunmasız hissettiği anları yaratma kudretine sahip. Yeryüzünün diplerinden çatırtıyla, uğultuyla, kimi zaman bir volkan patlamasına eşlik ederek gelen bu hareketin kaynağı elbette eski toplumları da meşgul etmiş. Dünyanın dört bir yanında mitler, söylenceler veya kutsal metinler depreme ilişkin açıklamalar getirerek onu hayatın içinde rasyonalize etmeye çalışmış. Tarih öncesi toplumlarda depreme ilişkin inanışları ne yazık ki bilemiyoruz. Ancak eski yazılı toplumlardan ve yeryüzünün “ilkel” olarak nitelenen geleneksel topluluklarından edindiğimiz antropolojik bilgiler bize tarih öncesi insanın depreme ilişkin fikirlerinin ne olabileceği yönünde bir görü sağlıyor.

MODERN İNSANA KADAR UZANAN 'AŞKIN' DUYGULAR

Depreme dair mitler ve söylencelerde dünya genelinde bazı ortak temalar bulmak, modern öncesi toplumların kozmik tasarımına ilişkin benzerlikleri göstermesi açısından dikkate değer. Dahası, bilimsel açıklamasını ne kadar içselleştirmiş olsak da, deprem gibi yıkıcı bir doğa olayını içimizde tuhaf bir alçakgönüllülük uyandıran aşkın bir korkuyla anmamak güçtür. Ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade “Kutsal ve Kutsal-Dışı” kitabında, laik, rasyonel ve bilime tabi modern insanda bile kökleri tarih öncesine uzanan aşkın nitelikli bir duygunun varlığını şöyle vurgular:

“Dinsizliğinin derecesi ne olursa olsun, doğanın ‘büyüleri’ne duyarlı olmayan bir modern insan çıkmaz. Sadece doğaya atfedilen estetik, sportif veya hijyenik değerler değil, aynı zamanda karmaşık ve tanımlanması güç bir duygu söz konusudur; bu duyguda zamanla bozulmuş bir dinsel deneyimin anısı hâlâ sezilmektedir.”

SARI ÖKÜZE MUSALLAT OLAN SİNEK

Eski toplumlara ait birçok deprem mitinde dünyanın bir hayvanın üzerinde olduğu ve hayvanın hareketiyle yeryüzünün sallandığı inancı yaygındır. Eski Türk mitolojileri buna bir örnektir. Dünyanın sarı bir öküz üzerinde olduğu inancı, öküzün bir sineği kovmak için yaptığı silkinme hareketiyle açıklanır. Aşık Ruhsatî, bir şiirinde bu inanca atıf yapar:

Yer altında sarı öküz

Yüz on dört bin yaşındadır.

Mevlâm anı hoş yaratmış

Bütün dünya başındadır.

Kendi sarı alnı sakar

Dünü günü Hak’ka bakar

Silkince âlemi yıkar

Bir büğelek (sinek) peşindedir.

Dünyadaki sismik hareketlerin en sık gerçekleştiği Japonya’da depremlerle ilişkili özel mitler vardır.16. yüzyıldan itibaren popüler olan bir inanışa göre, depreme neden olan şey yerin altında yaşayan dev bir kedi balığıdır. 'Namazu' olarak adlandırılan bu dev kedi balığı bazen kendisini zapt eden 'Takemikazuçi' isimli tanrının elinden kurtulur. Namazu’nun bu hareketiyle güçlü depremler meydana gelir.

Yeni Zelanda yerli halkları Maoriler, depremlerin 'Ruaumoko' isimli bir tanrı yüzünden olduğuna inanır. Yeryüzü ve gökyüzü tanrılarının çocuğu olan Ruaumoko, annesinin rahminde kalmıştır ve bazen hareket eder. Bu hareketler depremleri, volkan patlamalarını ve mevsimleri oluşturur.

Sibirya yerli halklarına göre, dünya Tuli isimli bir tanrının sürdüğü bir kızağın üzerindedir. Kızaktaki köpekleri, pireler rahatsız edip de köpekler bu yüzden silkelendiğinde depremler meydana gelir.

Görüldüğü gibi, dünya üzerindeki birçok farklı coğrafyada dünyanın yaşayan bir varlık olduğu veya bir hayvanın üzerinde durduğu fikri yaygındır. Depremlerin varlığı insanların ahlakıyla veya yaşam şekliyle bağdaştırılmaz. Depremler, tanrıların bir uyarısı veya cezalandırma yöntemi değildir. Depremler olmaktadır, çünkü dünya bu şekilde yaratılmıştır. İnsanların bu konuda yapabileceği bir şey yoktur. Beşeri hayat, doğa olaylarıyla birlikte, ancak ondan bağımsız bir patikada devam eder.

DİNİ İDEOLOJİDE 'KEFARET' DUYGUSU

Tek tanrılı dinlerde ise farklı bir yorumla karşılaşırız. Tanrısal iradenin bir tecellisi olarak doğa olayları insanın ahlaki yaşamıyla yakın ilişki içindedir. Mesela, İslam’a göre, zina artınca deprem olur. Kötü ahlak artınca sel, tufan, kasırga olur. Musevi, Hıristiyan ve İslam ideolojilerinde bu nedenle depremle ilişkili olarak “kefaret” vurgusu ağır basar. Doğal felaketler, insanları uyarmak, kötü ahlaki yoldan döndürmek ve cezalandırmak için tanrı iradesiyle yeryüzüne gönderilmektedir. Kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi, Mısır’a gönderilen veba salgınları veya “Büyük Tufan” tanrının düşük insan ahlakı karşısında aldığı uyarıcı önlemlerdir.

 

Eski Japon kültüründe depremleri oluşturduğuna inanılan kedi balığı Namazu. 19. yy. ahşap baskı.

Anımsamakta fayda var ki, “cezalandırıcı tanrı ve tanrıça” imgeleri Eski Yakın Doğu’nun İslam öncesi inançlarında kökenlerini bulur. Tanrılara atfedilen cezalandırıcı niteliklerin binyıllar boyunca bizim coğrafyamızda sürekliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Sümer, Akkad, Assur ve Babil mitolojilerinde bu temalar ufak değişikliklerle tekrar tekrar işlenir. Nippur’da bulunan M.Ö. 1600’lere ait bir tablet Büyük Tufan hikayesinin en eski anlatımına sahiptir. Bu anlatıda, tanrılar insan soyunu ortadan kaldırmaya karar verirler ve yedi gün yedi gece sürecek bir tufanı yeryüzüne gönderirler. Büyük Tufan hikayesi binyıllar boyunca yeniden ve yeniden sözlü ve yazılı aktarılarak günümüze kadar gelir. Görüldüğü gibi, tanrısal iradenin doğa olayları yoluyla insan yaşamını etkilemesi veya sona erdirmesi fikri evrensel değildir. İçinde yaşadığımız coğrafyanın kadim kültürlerinin ahlaki bir öğretisidir.

Türkiye’de, depremleri, Allah’ın yozlaşan ahlaka karşı bir çeşit uyarı ve cezalandırma mekanizması olarak gönderdiğini savunan görüşleri her deprem sonrasında ibretle okuyoruz. “Gâvur İzmir” de bu konuda hep payına düşeni almıştır. Tarihi insanın yaptığına bir türlü inanamayan halkların coğrafyasında, tektonik hareketlerle bozulan ahlakın düzeleceğine inanmak daha kolay sanırım. Kadercilikle örtüşen ve –elbette- siyaseten daha elverişli olan bu tutumun tasfiyesi için daha kaç bin yıl geçecek? Merak etmeden duramıyor insan.

Arkeolojinin bence en faydalı yönlerinden birisi, tarihselliğimizin derin bilincine varmamızı sağlaması. Benimsediğimiz kimliğin, inanışın veya yaşam tarzının geçmişin belirli bir uzamına ve zamanına ait olduğunu göstermesi. Evrensel, tarih üstü zannettiğimiz bazı duygu ve düşüncelerin aslında binlerce yıl önce üretilmiş ideolojilerin tortuları olduğunu bize bir ayna tutarak göstermesi. Arkeolojinin sunduğu bu derin tarihsel bilinci nasıl, hangi amaçla kullanacağımız bizim elimizde. Bazen ideolojik kopuş için böylesi bir tarih bilinci gereklidir. Tektonizma üzerinden ahlakçılık yapmaya gerek olmadan, iyi ahlakın mümkün olduğunu artık biliyoruz ne de olsa.

* Doç. Dr. / Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi

 

 

 

Etiketler ege deprem