Samet Altıntaş: 'Ölmek Sabrı', gençliğimin bir mektubu

Samet Altıntaş ile şiir kitabı 'Ölmek Sabrı'nı konuştuk. Altıntaş, "Benim için şiir, geçmişte açılan çatlaktan yarama sızan bir ecza" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Abdullah Ezik

DUVAR - Samet Altıntaş'ın ilk şiir kitabı 'Ölmek Sabrı', Lakin Yayınları tarafından yayımlandı. Üç bölümden meydana gelen kitabında ele aldığı konulara farklı bir perspektif ile yaklaşan şair, kurguladığı şiir evreninde ölümü yalnızlıkla, yalnızlığı dünya ile, dünyayı kendisi ile özdeşleştirerek okuyucuya doğrudan sesleniyor.

Samet Altıntaş ile ilk şiir kitabı 'Ölmek Sabrı' ve şiir anlayışı üzerine konuştuk.

Geçtiğimiz yıl Lakin Yayınları tarafından yayımlanan 'Ölmek Sabrı' ilk şiir kitabınız. Bugüne kadar yayımladığınız akademik metinlerden farklı olarak, bu kez kurgusal bir metin ile okur karşısındasınız. Öncelikle şiir yazma serüveniniz nasıl başladı? Hece, Türk Edebiyatı, Akatalpa, Eliz gibi dergilerde yayımlanan erken dönem şiirleriniz ve şiir anlayışınız üzerine ne söylersiniz?

Şiir yazma serüvenime gelmeden evvel, “akademik metinler” bahsiyle ilgili bir şey söyleyeyim: 'Bursa’nın Daveti-Bir Osmanlı Başkenti Güncesi', 'Boğaz’ın Dört Muhafızı', 'Ben Şeyh Bedreddin' gibi çalışmalarım, bir şekilde tarihsel malzemenin yoğun olduğu işler. Fakat ben burada Michel Foucault gibi konuşmak istiyorum: “Yaptıklarımın akademik statüsüyle ilgilenmiyorum çünkü sorunum kendimi dönüştürmek.” Hâliyle kaleme almaya gayret ettiğim her bir yapıtın ilk muhatabı benim. Bu arada sözü yarıda bırakmaktansa, vaktinde iyi tasarlama, okuyucuyla anlaşacağımız noktaları seçmek, yazmak eyleminin seyri sülukunda şekilleniyor. Ben aslında her yazımda şiir söylüyorum, yani noktainazar şairlerin dedikleri oluyor son kertede.

Samet Altıntaş

Buradan sorunuza gelirsek, şiirle ciddi anlamda rabıta kurma, ona mesai ayırma ve sonrasında beni esir alması Bursa’daki lise zamanlarıma dayanır. Üniversite okumak için İstanbul’a geldiğimde de özellikle İkinci Yeni’yi ve İsmet Özel’i keşfim sonrası yeni bir rota oluşturdum. Ve yazdıklarımı sizin de isimlerinizi zikrettiğiniz dergilere yolladım, bazıları yayımlandı, kimi defterimde kaldı. 'Ölmek Sabrı', gençliğimin bir mektubu aslında. Mesela bazı şiirlerimi beğenmiyorum, şimdiki aklım olsa yazmayacağım mısralar var. Ama insan biraz da çelişkileriyle insan. Çünkü herkes dünya ağrısı çekerken şahsî evrimini tamamlamakla mükellef.

'DÜNYAYA VE YAŞAMAYA KARŞI ÜRKEKLİK, KİTABIMIN BÜTÜNÜDÜR'

Şiiri genel olarak oldukça mayınlı bir arazi olarak tanımlayabiliriz. Üzerinde yürümesi, kalem oynatması, tasarlaması oldukça güç bir saha. Bir bütün olarak 'Ölmek Sabrı' nasıl ortaya çıktı?

Evet, dediğiniz gibi şiir, mayınlı bir arazi. Belki kolumu, bacağımı kaybetmedim ama ruhumun birçok parçası havaya uçtu şiir yazarken. Kitabımdaki şiirler, üniversite yıllarımın bakiyesi. O zamanlar, bir taraftan ‘büyük insanlık ideali hakkında’ gevezelik yaparken, eve döndüğümde beni hep iki şeyin karşıladığını fark ettim: Ölüm ve yalnızlık. Size bir itirafta bulunayım, uykuyu çok severim. Çünkü ölüme yatmaktır aslında, kapısını araladığın rüya saatlerini görmek. Dolayısıyla şiirlerimde -bilinçdışı olduğunu zannediyorum- bir tedirginlik hâli var. Dünyaya ve yaşamaya karşı bir ürkeklik, sonunda nasılsa göçeceğiz bu ocaktan hissi, kitabımın bütünüdür diyebilirim. Benim için şiir, geçmişte açılan çatlaktan yarama sızan bir ecza.

Genç bir şair olarak dergilerde şiir yayımlamakla bir şiir kitabı kaleme almak/yayımlamak arasında ne tür bir ayrım hissettiniz? Bu durum, o ân yazmakta olduğunuz şiirlere nasıl yansıdı?

Böylesi bir ayrım hissetmedim açıkçası çünkü kitabımdaki şiirlerin çoğu, vakti zamanında dergilerde yayımlanmış olanlar. Bu perspektiften gidersem, alet-edevat çantam olsa da bir mühendislik yapmıyorum. Şiirler, hayatın olağan akışında herhangi bir iddia ve ispat yükü olmadan ortaya çıkıyor. 'Çürüme’nin Kitabı’nda Cioran, “O zaman şiire dönmemek elde mi? Onun da tıpkı hayat gibi hiçbir şey kanıtlamama mazereti var” diyor. Aynen öyle...

Kitabın başlığından da içerisindeki metinlerden de anlaşılacağı üzere “ölüm” ve "ölümün getirdikleri" şiirinizin en temel meselelerinden biri. Peki bir kavram olarak “ölüm”, sizde nasıl bir anlama sahip? Ölümü sizin şiirinizde bu kadar güçlü kılan nedir?

Yanılmıyorsam Lacan, bütün dürtülerin ölüm dürtüsü olduğunu kaydediyor. Eski lügatle söylersem; bu muharrik ilca, ruhumuzun iltica edeceği adres bence, yani irtihal meselesi. “Ânın noktayı durak yapmasının ardından/Ölüme bakmak, bir yazgının kenarından...” diyorum Uzak şiirimde. Eski Sükût’u da şöyle bitiriyorum: “Şimdi flu bir serinlik ölümle aramda/Bir kelebeğin, ipek böceğine dünyayı anlatması gibi...” Soruna daha derli toplu bir tuzak-cevap vereyim: Bir sigara içip dünyaya küsmek isteyen bir adamın şiirinde başka hangi duygu ayakta kalabilir ki?

'ÖLÜMÜN BENDEKİ KARŞILIĞI, YAŞAMANIN BİR SİMÜLASYON OLMA OLASILIĞI'

Ölmek Sabrı, Samet Altıntaş, 72 syf., Lakin Yayınevi, 2021.

Peki, ölüm fikrinin ardından gelen, kitapta da özellikle “Biraz Yalnızlıktır” bölümünde ağırlık kazanan, sorgulanan, tartışmaya açılan “yalnızlık”, şiirinizin yaslandığı bir diğer önemli mesele olarak görülebilir. Ölümün hemen ardından gelen yalnızlık, sizde kendisine nasıl bir karşılık buldu? Nasıl bir yalnızlık bu?

Demek istediğin bir terkip aslında, benim kitabı bölmek için kullandığım dizenin tamamı şöyle: “Çünkü her ölüm biraz yalnızlıktır.” Evet, pek tabii yalnızlık şiirimdeki diğer mesele, belki de sorunsal. Ölümün peşi sıra gelen bir yalnızlık, ölümü de kapsıyor olabilir mi? Ölümün bendeki karşılığı yaşamanın bir simülasyon olma olasılığı. Fizikte “Fermi Paradoksu” denen bir mit var, “Evren çok büyükse, herkes nerede?” şablonuyla açıklanan. Buna göre, dünya dışı varlıklar var ama bunu ispat edecek deliller mevcut değil. Ölümden sonra bir hayat varsa, ölümden önce de bir hayatın olması gerekmiyor mu ya da var mı? Bunlar aklım erdiğinden beri kafamdaki tuhaflıklar. Yalnızlık, işte bu garip ve açıklanması zor hâle yaslanıyor. Mesela “Eşdeğeriyle yan yana yürürken/Cehennem sokağında birey olmak/Ve en inceldikten sonra/İlkel sözcüklerle konuşmak seninle/Saat beş nalburları pencerelerden/Madeni paralar gösteriyorlar/Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık/Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey” diye konuşuyor Cemal Süreya. Evet yalnızlık, keşmekeşin içinde background noise’e çektiğim bir tahammül bandı.

Geçmiş, bellek ve zaman ile kurulan ilişki/diyalog, 'Ölmek Sabrı’nın (“sabır”da da vurgulandığı gibi) öne çıkan damarlarından birisine işaret ediyor. Hatırlamanın kendi içerisinde barındırdığı anlam, geçmişi bugüne getirmesi/taşıması ve bu çatışmadan doğan yüzleşmeler, şiirinizde kendisine geniş bir yer bulur. Bellek, geçmiş ve bir eylem olarak hatırlama, şairin dünyasından okura ne(ler) sunar?

Eskiler, 'hafıza-i beşer nisyan ile malûldür' der ama aynı zamanda hafıza seçicidir. Kişi, neyi hatırlamak istemediğine de karar verir aslında tercihleriyle. Hiç kuşku yok ki geçmişle alakanızı bile isteye zihninizde saklamak arzusu, Tanrı’nın insana verdiği bir kabiliyet. Küçükken nelerden korkuyorsam ya da neleri seviyorsam, şiirime baktığımda o yüzleri görüyorum. Bu, ister istemez dağarcığınıza eklenen bir aynalar silsilesi. Şehir tarihiyle uğraştığım için geçmiş zaman mekânları zaten aklımda fazlasıyla yer tutuyor. Bellek-mekânlarıyla kurduğum diyalog, kendimle baş başa kaldığımda olmak istediğim yerler gibi geliyor. Bir koku gibi travmanızı tetikleyen bir tabiatı var geçmişin. Bütün bunları mekânla da birbirine bağladığınızda Huzur’da, Mümtaz’ın Nuran’a sorduğu soruda düğümleniyor açmaz: “Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?”. O yüzden kitaba adını veren şiirime şöyle başlıyorum: “Sabrederken yaşlanıyorum bu gerçek/Mesela sevgilim sen bilmezsin/Sökülen anılarımı ezanların altında iyileştirdim ben/Nerede dursam, orada benimle soluklandı geçmişim...”

'EPİGRAF DÜZYAZILARIMIN OLMAZSA OLMAZIDIR'

Metinlerarasılığın şiirinizde güçlü bir karşılığının olduğunu, dolayısıyla birçok şair, yazar ve metinle temas hâlinde olduğunuz söylenebilir. Yaptığınız alıntılar, atıf ve göndermeler, bu noktada şiiri genişleten, onun sınırlarını açan girişimler olarak değerlendirilebilir. Peki sizin şiirinizde metinlerarasılığı bu kadar yoğun kılan nedir? Diğer şair, şiir ve anlatılarla kurduğunuz etkileşimi nasıl yorumlarsınız?

Bahsettiğiniz o dokunuş, o değinti anlatmak istediklerimi tamamlar mahiyette olduğu için böyle bir güzergâh takip ediyorum. Mesela epigraf düzyazılarımın olmazsa olmazıdır. Çünkü söz konusu alıntı, bir nevi maymuncuk bana göre. Şiirde de benzer bir numara yapmamın nedeni o aslında. Çok sevdiğim, beğendiğim bir şairin bir dizesine, kitap adına, hatta kendisine göndermede bulunmam, sanki Edip Cansever’in masası gibi orada hep varmış da ben de ‘gelmiş bulundum’ aranıza deme işareti. Ya da şairlerin yarım bıraktıklarını düşündüğüm kimi mısralarını tamamlama cüreti de denebilir bu oyuna. Bir misal vermem gerekirse Böyle Buyurdu Hüzün’de şöyle diyorum: “Korkma sevgilim! Üstüne basıp geçtiğimiz yalanlar/Karanlıkta ıslık çalmak kadar yasal/Gözlerin gözlerime değdiğinde felaketin olmasın diye/Cennet, kulağımıza fısıldanan bir masal...” Çünkü Attila İlhan, 'Üçüncü Şahsın Şiiri'nde öznenin yeğlemesini okura bırakıyor. Yahut bunu böyle anlamak benim işime geliyor...

Ontolojik arayış, varoluşun anlamını sorgulama ve tüm bunlardan hareketle veya tüm bunları kuşatarak “hüzün”, tüm sorunsalları içerisinde barındıran genel bir başlık olarak değerlendirilebilir. Hüzünden bu noktada hem şiirinizi oluşturan dinamikler hem de ele aldığınız konuları kuşatan bir ana başlık olarak söz edilebilir. 

Hilmi Yavuz, bu melankoliyi tarif ederken belki de en çok anladığımız duygunun hüzün olduğunu söylüyor ki galiba öyle. Ben 1986 yılında, işçi bir babanın ikinci çocuğu olarak Almanya’da doğdum. Geçenlerde bir arkadaşıma kendimi kast ederek, “Berlin Duvarı yıkılmadan önce dünyaya gelirsen cesur ve onurlu değil, suskun ve kederli olursun” dedim. Burası doğru fakat şimdiye kadar konuştuklarımı okuyanlar, “Ya bu adam da ne kadar gamlıymış” demesinler. Ben burada beni şiire götüren hayatın o iç zembereğinden bahsediyorum. İsmet Özel’in harikulade bir tespiti var, diyor ki: “Şiir, hayatiyeti korumak için ortaya atılır. Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığı korunmaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar.”

Son olarak, 'Ölmek Sabrı’nın kapağı için de ayrı bir parantez açmak isterim çünkü kapak resmi Bünyamin K.’ya ait. Ölümü, hüznü, yalnızlığı oldukça güçlü bir şekilde ifade eden bir kapak bu, ki bir şair olarak Bünyamin K.'nın dünyası düşünüldüğünde bu durum daha da anlam kazanacaktır. Kapak resminin hikâyesi ve Bünyamin K. üzerine ne söylersiniz?

Bizi Bünyamin K. ile bir tesadüf karşılaştırdı esasında. Liseyi bitirmiş, üniversite sınavına girmiş, sonuçların açıklanmasını beklerken Bursa-Emirhan’da bir kitapçıda çalışıyordum. İmgesi manolya ağacı olan bu eski zaman güzelinde, Ziya Faruk Aksakal’ın ‘Doğal Sanat Akademisi’ adını verdiği, misafirleriyle kültür-tarih sohbetleri yaptığı (ki Tahtakale Buluşmaları biraz da buradan mülhemdir) bir dükkânı vardı. Ziya Amca da şiir yazar, şiir konuşurdu hatta. Onun Anastasya adını verdiği bir kitabı vardı. Orada şair-ressam diye andığı Bünyamin K.’yı duymuştum, okumuştum ilkin. Yıllar yıllar sonra, hiçbir baloda olmadığını söyleyen şairle İstanbul’da karşılaştık, abi-kardeş olduk. ‘Her köyün çıkışındaki mezarlar kadar olağan düşleri’ olan bir adamı sevmemem mümkün değil. Onun resimleri de ‘geceleyin dağa tırmanan evlerin ışıkları’ gibi bazen aydınlık biraz karanlık. “Bir gün şiir kitabım olursa, kapağı Bünyamin K.’nın bir tablosu olmalı,” diyordum kendime. Şiirlerim Çetin Alpagut’un sayesinde iki kapak arasına girince, Bünyamin K.’nın Üsküdar’daki atölyesine gittim, kapağı beraber seçtik. Evet, ölümü ve yalnızlığı ifade eden bir resim olduğunu düşünüyorum ben de...