Refah algısının ekonomi politiği

Her şeyden önce bir toplumda her zaman farklı refah pozisyonlarında olan insanlar vardır. Bu yüzden de, uygulanan iktisadi politikalardan farklı etkilenmeleri doğaldır.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Son dönemlerde sosyal medyada sıkça görmeye alıştığımız sokak videolarında gençler ve orta yaş üstü kişiler veya Avrupa’dan gelen gurbetçiler arasında Türkiye’nin genel gidişatına dönük sokak tartışmalarına şahit oluyoruz. Bu bir yanıyla, reel ekonomik koşulların yıpratma düzeyinin, konuşma korku eşiğini aştığını gösteriyor. Sokak videolarında gençler işlerin kötü gittiğinden, sistemin kendilerine değer vermediğinden şikâyet ederken, nispeten daha yaşlı bir grup insan veya gurbetçiler ekonomin de o kadar kötü olmadığını ifade ediyorlar. Bu durumu, başlangıçta korku eşiği aşılmış sıradan sokak tartışmaları olarak gördüm. Fakat AKP’nin anket oylarının genel iktisadi refahtaki ciddi gerilemeye rağmen nispeten yüksek seyretmesinin ülke genelinde parti seçmeninin farklı bir refah algılarına sahip olabileceğine dair bir kanaat edindim ve buna dönük bir yazı kaleme aldım.

İşsizlik oranının nispeten daha düşük, fakat enflasyonun yüksek olduğu 2001 krizinde insanların refah kriteri birbirine çok yakınsamış ve üç koalisyon partisi de meclis dışında kalmıştı. Fakat bugün uzun süredir kötüye giden bir iktisadi yapının dip yaptığı 2018 krizi ile ortaya çıkan yüksek enflasyon ve işsizlik ve ardından gelen pandemi koşullarının yarattığı tonlarca soruna rağmen, bunun seçim anketlerine doğrudan ve etkili bir şekilde yansımadığını görüyoruz. Bu yüzden, söz konusu videolar bu anket sonuçlarına bir bakıma benziyor, yani durumun çok kötüye gittiğini düşünen daha yaygın bir grup varken, aynı zamanda durumun o kadar da kötü olmadığını düşünen ciddi bir kesim var. Bu yanıyla, "krizlerin yarattığı yoğun tahribatlar bir algı problemi midir? Neden farklı krizler farklı algılara neden olur? 1994 ve 2001 krizlerinin siyaseti dönüştüren etkisi 2018 için geçerli midir?" gibi sorular, üzerinde düşünmemizi gerektiren sorulardır.

İnsanların önemli bir kısmı algıları ile oy verirler ve bu da çoğu zaman seçim sonuçlarını belirler. Seçilen partiler de iktisat politikalarını oluştururlar. Ve biz iktisatçılar da bu iktisat politikalarını analiz ederiz. Donald Trump’ı başkan yapan da, Brexit’e neden olan da bu algılardır. Soru şu aslında; algıların gerçeklikle bağı nedir, neden toplum içinde birbirinden bu kadar ayrışırlar? Amacım, kimilerinin Stockholm sendromu, kimilerinin eğitimsizlik diye nitelendirdiği şeyin arkasında çok daha karmaşık ve dahası dünyanın birçok yerinde gözlemlenen bir durum olduğunu açıklamaya dönüktür. İnsanın yaptığı seçimlerin, iktisatçıların dar ve kısıtlı rasyonalite kavramını aşan, içinde bulunulan yapının bağlamından, zamanın belirsizliğinden, kimliklerden, çatışmalardan ve iktisadi refah algılarından azade olmadığını anlamak gerekir.

Her şeyden önce bir toplumda her zaman farklı refah pozisyonlarında olan insanlar vardır. Bu yüzden de, uygulanan iktisadi politikalardan farklı etkilenmeleri doğaldır. Bunu örneğin, videolarda gurbetçi dediğimiz kişiler devreye girdiğinde daha net görebiliyoruz. Çoğu geldikleri ülkelerde sol partilere, burada ise muhafazakâr partilere oy veren kategorik bir gruba ait insanlardır. Son yapılan 2018 seçimlerinde yurtdışı oyların yaklaşık yüzde 65-70’i sağ partilere gitti. Bu insanlar dövizle kazanıp TL ile harcama yaptıklarından, talep etmeseler bile ülkenin kötü gitmesinden dolayı refahları artar; döviz değer kazandığında tüketim ve varlık fiyatları onlar için daha ucuz hale gelir. Bu durum, mevcut iktidara eleştirel olmalarını da bir ölçüye kadar sınırlandırır. Bu, durumun sadece iktisadi boyutudur. Göçmenlerin daha yoksul ve muhafazakâr kesimden göç eden insan olmaları, uğradıkları ayrımcılık ve buna bağlı kimlik edinme süreçleri genelde onları daha milliyetçi ve muhafazakâr yapar. Dolayısıyla, gurbetçilerin ülkenin iktisadi politikalarına dönük pozitif algılarını neden sürdürdüklerini anlayabiliriz. Fakat yine de dışardan gelip, üstelik refahı daha yüksek ülkelerden gelip, ülkedeki iktisadi değişimi gözlemek onlara bir tür objektif olma imkânı sunmasına rağmen bunu dile getirmeyi tercih etmemelerine şaşırabiliriz.

Konu diğer gruba, yani ülkede yaşayan ve neredeyse aynı iktisadi grubun içinde yer alan, benzer mahallelerde oturan grupların refah algısındaki bu büyük ayrışmanın sebebine baktığımızda sorun daha çetrefil bir hal alır. Normal koşullarda, yani ekonomik koşulların daha durağan olduğu dönemlerde, insanların farklı politik tercihleri ve beklentileri doğal olarak ekonomiye dair algılarını farklılaştırır. Fakat hayatlarını direkt etkileyen yüksek işsizliğin ve enflasyonun olduğu bir dönemde izlenen politikalar konusunda algıların birbirine yakınlaşmamasının nedenlerine bakmak gerekir. Bu algıları anlamak için AKP seçmen kompozisyonuna bakmak faydalı olabilir. AKP seçmenin önemli bir kısmı orta yaş üstünde, sabit veya öngörülebilir bir gelire sahip, çoğu ev kadını, değişimden çekinen ve politik/ideolojik yakınlığı olan gruplardan oluşmaktadır. Bu yüzden, videolarda gençlerin karşısında duran kişilerin genelde orta yaş üstünde olmaları, emekli olmaları, yani sabit bir maaşı olan insanlardan olmaları şaşırtıcı ve tesadüfi değildir.

Orta yaş üstü diyebileceğimiz kesimin refah kriteri için geçmişi göstererek şükretmeyi tercih etmesinin bir yaş boyutu vardır. Fakat yaşanacak ömrü yaşanmış kısmından daha fazla olan gençlerin geçmiş yerine yarını bir refah kriteri olarak seçmesi de beklenen bir durumdur. 60 yaşındaki biri ile 25 yaşındaki birinin fiziksel iktisadi yoksunluğu benzer olsa bile yarattığı huzursuzluk algısı arasında, ortalamada ciddi bir fark vardır. Bu iki grup arasındaki refah kriteri çelişkisinin zaman boyutudur. Bu yüzden, izlenen iktisadi politikaların ufuk karartan etkileri yaşlıları daha sabırlı tepki vermelerine neden olurken, gençleri daha reaksiyoner yapmaktadır.

Videolarda konuşanlar arasında en mağdur olan ve geleceğe dair en fazla kaygı taşıyanlar gençlerdir. Bu yüzden, ülkedeki gençler konusuna ayrıca odaklanmak gerekir. Ülkenin genç nüfus içinde işsizlik oranı oldukça yüksek, yaklaşık yüzde 25 civarındadır. Yani belirli bir yaş grubunda (15-24 arası) olan insanların 4’de 1’i iş aramalarına rağmen iş bulamamaktadır. Gençlere dair daha vahim bir durum ise, ne okulda ne işte olan gençlerin oranıdır, yaklaşık yüzde 25 civarındadır. Yani bu gençler ne okuyor ne de çalışıyorlar. OECD ortalaması sadece yüzde 13’dür. Bence sadece bu durum dahi bir ülkenin yeterince dertlenmesi için yeterlidir. Diğer yandan, daha eğitimli gençler de ülkeyi terk etmektedir. İstatistikler yurtdışına gidişlerin liseye kadar indiğini göstermektedir. Prof. Dr. Fethi Açıkel’in raporuna göre son üç yılda göç eden sayısında yaklaşık yüzde 70’lik bir artış vardır.

Tüm bunlar şu anlama geliyor, ülkede kalan gençler ciddi anlamda ekonomik hayatın dışına itilirken, ülkeye emekleri ile daha fazla katkıda bulunabilecek bir kısmı da ülkeyi terk etmektedir. Bu durumun uzun dönemde ciddi refah ve insani kayıplara neden olacağı açıktır. Yine bu videolarda gençlerin aldıkları eğitimin niteliğine dönük eleştirileri bunun farkında olduklarını gösteriyor. Gerçekte de bunu üniversite sınav sonuçlarındaki başarı düzeyinden ve gittikleri üniversitelerdeki nitelik kaybına kadar her alanda görebiliyoruz. Türkiye artık çocukların doğmadığı (Children of Men filmindeki gibi) bir ülke olsa bu çokça sorun olmayacak fakat, nüfusu sürekli artan ve nitelikli iş isteyen insanların var olduğu bir ülkede ciddi bir sorun olarak yarına ve gelecek nesillere aktarılacaktır. Gençlerin bugün iyi işleri ve eğitimleri yoksa bu muhtemelen onların çocuklarının da refahını etkileyecek, refah mobilitesini düşürecektir.

Videolarda yaşça fazla olanlar yapılan yollara ve köprülere vurgu yaparken, gençlerin eğitime dikkat çekmeleri iki ayrı refah kriterinin kullanıldığını göstermektedir. Birinci refah kriterinin kullanılması mevcut iktidarın talebi ile uyumludur. Bugünkü iktidarın görünür olmak gibi bir eğilimi olduğu açık, bu yüzden büyük binalar ve yollar yapmaktadır. Yollar, köprüler ve büyük binalar hem kısa dönemde büyüme kaynağı olması hem de yarın da görünür olma ve yâd edilmek isteğinin bir sonucudur. Oysa eğitimdeki nitelik değişimi hem büyümeye hemen katkıda bulunmaz hem de direkt görünür değildir. Eğitim veya nitelikli hizmetlerinin kötüleşmesi zamana yayılır ve ancak sonuçları üzerinden zamanla fark edilir. Videolardaki yaşlıca birinin görünür olana (yollara odaklanması) odaklanırken gençlerin daha az görünür olan eğitime odaklanması anlamlıdır. Yolun bir refah göstergesi olduğunu söyleyenlerin önemli bir kısmı da bu yollardan veya köprülerden faydalanamayan yoksul insanlardan oluşması da ayrı bir tezatlık içerir.

Şunu da ifade etmek gerekir, yollar insanlara meslek veya yetenek kazandırmaz, sadece işlem maliyetlerini azaltırlar. Fakat eğitimin niteliği iyileşmediğinde üretimin niteliği de bozulur, üretim niteliksizleşir ve ülke ölçek ekonomisinden faydalanan (nüfus büyüklüğü) bir pazar ekonomisine dönüşür. Yatırım kalemi içinde olsa bile yol ve köprü direkt bir üretim faktörü değildir. Bu yüzden, yol ve köprü yapma kararlarının belirli bir öncelik sıralamasına göre zamana yayılarak alınması nesiller arası refah paylaşımı için de önemlidir. Bugün tamamen köprü ve yola yüklenmek başka alanlardaki kaynak kullanımını azaltmaktadır. Bu açıdan, bu tür inşaat yapma kararlarının etkilerini azalttıkları işlem veya zaman maliyetleri üzerinden değil de olası fırsat maliyetleri ile değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla, aslında inşaatlar gençlerin eğitimlerinden kesilen kaynaklarla yapılmaktadır. Eğitime yapılan yatırımların zaman içinde genel refahı daha yüksek bir refah düzeyine çekme olasılığı daha yüksekten, inşaatın sunduğu geçici refah artışı daha sığ ve genele değil, belirli gruplara dönüktür.

İktisadi krizin neden algıları ve tercihleri birbirine yeterince yakınlaştırmadığının coğrafik bir boyutu olduğunu da düşünüyorum. Bölgelerin gelir kaynaklarının niteliği iktisadi ve politik algıları ve tercihleri etkiler. Ülke coğrafyasının önemli bir kısmının gelir kaynağı, örneğin Anadolu coğrafyasına baktığımızda, tarım, niteliksiz hizmet, kamu gelirlerine ve sınırlı ölçüde sanayiye dayanır. Aslında iktisadi nitelik azaldıkça krizden etkilenmenin boyutu minimal boyutlara iner, kendini çeviren bir “bazaar (pazar) ekonomisi” niteliği kazanır, ya da benim tabirimle “esnaf ekonomisi”ne dönüşür. Krizlerin bu anlamda etkileme alanı bu bölgelerde sınırlıdır. Birçok insan bu bölgelerdeki oy davranışını ideolojik ve politik gerekçelere bağlamaktadır. Bu bir ölçüye kadar doğrudur ama iktisadi bozulmanın Anadolu’nun daha büyük şehirlerinin merkez ve kırsalı arasında da politik ayrışmaya neden olduğunu görebiliyoruz. Merkezdekilerin krizlere verdiği politik tepki kırsaldan negatif olarak ayrışmaktadır. Krizin bölgesel etki alanı bu anlamda asimetriktir. İktisadi bozulma büyük oranda emeği ile çalışan ücretli insanları etkiler ve azalan taleple oluşan zincirleme etkiler devreye sokar. İktidar partisinin büyük şehirlerde belediye seçimlerini kaybetmesinin de temelinde bu vardı. Büyük şehirlerde iktisadi değişim belirleyicidir.

Diğer yandan, mevcut devam eden krizin sonuçlarına veya kötü yönetime dair farklı algıların ortaya çıkmasında ve tahkim edilmesinde medyanın oldukça etkili bir payı olduğu açıktır. 2001 krizi döneminde bir yazarkasanın Başbakanlık konutu önüne atılması o gün neredeyse tüm TV ve gazetelerin ilk haberiydi. Bugün bunun çok ötesinde insan dramları söz konusu iken bunların medyada yer almaması, insanları kriz yokmuş gibi davranmaya ve düşünmeye ikna etme çabasıdır. Bu “plasebo etkisi” gibidir, yani etkisi olmayan bir şeyle telkinle bir etki yaratma halidir. Ana medya bu yanı ile şikâyetin yayılmasını engelleyen bir işlev üstlenmiştir. Tarihte de enformasyonun yönlendirildiğine ve bozulduğuna dair çok sayıda örnek vardır. Örneğin, Edward Herman ve Noam Chomsky’in “Rızanın İmalatı: Kitle İletişimin Ekonomi Politiği” adlı kitabı Amerika basınının Filistin meselesinde nasıl manipülatif ve gerçek-dışı bilginin yayılmasına katkıda bulunduğunu anlatmaktadır. Bugün de buna benzer bir durum söz konusudur, sadece bağlam farklıdır.

Davranışsal iktisat bize insanların ufak dürtmelerle (Richard Thaler’in kavramsallaştırması) kolayca yönlendirilebileceğini gösteriyor. Bu anlamda, halka sürekli bir şekilde iktidara yakın medyanın bir dürtme yaptığını gözlemliyoruz. İstatistiğin kötü kullanımı ile halk bir yöne ve düşünceye itiliyor; olumsuzlukların geçici veya sanıldığı kadar kötü olmadığı sürekli bir şekilde ifade ediliyor. Bu yanıyla, Fransız sosyolog Jean Baudrillard’in bir zamanlar Körfez Savaşı’nın olmadığını ve bunun sadece TV simülasyon olduğunu söylemesinde olduğu gibi, ülkede ne enflasyon ne de işsizlik vardır, var olan sadece başkalarının yarattığı bir simülasyondan ibarettir.

Fakat ana medyanın simülasyon dediği şey gerçeği çok zorladığında ise bir dizi açıklama ardı ardına sıralanmaktadır. İşsizlik artışı iş beğenmemeye, enflasyondaki artış karaborsacılara, döviz kurundaki tepetaklak düşüş uluslararası faiz lobileri ile kolayca açıklanabilir hale gelebiliyor. Döviz kuru değişmediğinde kale gibi korunduğu öne çıkarılıyor, fakat rezervler bittiğinde ve kur dalgalanmaya başladığında ise rekabetçi kurun faydaları öne çıkarılıyor. Bunların hepsi basın yoluyla kitlelere sunulan anlatılar haline geliyor. Halk olan biteni anlayana kadar üstündeki her şeyi kaybedebilir. Eğer üstündeki elbise azalıyorsa da problem değil çünkü geçmişe göre üzerinde daha fazla elbise olduğu hemen hatırlatılıyor (gençlere cep telefonlarının olduğunun hatırlatılması gibi). Bu Turgut Özal’ın izlediği bir taktikti, o da iktisadi ortam bozulduğunda yağ kuyruklarını hatırlatırdı. Geçmişe dönmek siyasetçiler için hep yıkıcı olmuştur, ne kadar eskiyi referans alırlarsa kayıpları da o kadar fazla olmaktadır.

KİMLİKLER ETRAFINDA OLUŞAN REFAH ALGISI

İnsanların edindiği kimlikler de gelişen iktisadi durumlara dair algılarını önemli oranda etkiler. Aslında iki temel kimlik kategorisi tanımlayabiliriz. Bunlardan biri sınıf kimliği, diğeri ise ulusal/dinsel kimlik olarak ifade edilebilir. Kendisini sınıfla ilişkilendiren gruplar iktisadi olana daha fazla önem verirler. Yeniden dağıtım politikalarını önemserler. Ulusal/dinsel gruplar ise daha çok politik ve sosyal olanı önemserler. Bu kimlikler çok katı da olmayabilirler, konjonktürel olarak değişim gösterirler, biri daha öne çıkabilir. Örneğin, ortak bir şeyi tehdit olarak algıladıklarında ulusal kimlik öne çıkar. Birçok ülkede yapılan çalışmalarda örneğin, mülteci sayısından bir artış düşüncesi egemen olmaya başladığında insanlar sınıf kimliklerinden uzaklaşıp, yeniden dağıtım politikalarının göçmenlere yaradığına düşünme eğilimi gösteriyor ve bunları destelemekten vazgeçiyorlar. ABD’de yeniden dağıtım politikalarının düzeyinin bu kadar düşük olmasını ABD’deki etnik çeşitliliğe dayandıran çok sayıda çalışma vardır. Yani kişinin beyaz kimliği arttıkça vergi artışının Siyahi ve Latinlere gittiğini bu yüzden de, daha az vergi düzeyini desteklemektedir. Bu yanıyla, aslında kendi refahlarının aleyhlerine bir tercihte bulunurlar. Birçok çalışma kimlik problemleri ortaya çıktığında oy verenlerin kendi rızalarının hilafına davrandıklarını göstermektedir. Örneğin, Obama döneminde ABD’de nüfusun geniş bir kesimine sağlık sigortasını yaymayı amaçlayan “Obama-care” denilen uygulamaya çok sayıda insan karşı çıktı. Beyazların yüzde 29’u bu yasayı desteklerken, Latinler yüzde 61 ve Siyahiler yüzde 91 düzeyinde desteklediler. Çünkü bu yasamanın arkasında ciddi bir ırksal/etnik gerginlik vardı. Beyazlar bu yasanın en fazla beyaz olmayanlara yarayacağını düşündüler.

Diğer yandan, ekonomik krizlerin siyasetin arz tarafını dönüştürme potansiyeli vardır. Yani ekonomik krizler/kırılganlıklar siyasi partileri etnik-dinsel duyarlılıklar ve ayrımlara daha duyarlı hale getirir. Örneğin, ülkede eşitsizlikler arttığında, iktisadi gelişmeler alttakilerin aleyhine döndüğünde, diğer gruplara karşı etnik ve dinsel sorunlar sürekli gündemde tutulur. Seçmenin kendi refahının aleyhine bir pozisyon alması sağlanır. İtalyan iktisatçı Guido Tabellini, göçmen akışının fazla olduğu veya kalıcı etnik gerginliklerin olduğu ülkelerde kimlik sorunlarının ekonominin önüne geçtiğini belirtir. Bu da büyük oranda sağ partilerin lehine bir durum yaratır. Bugün dünya genelinde sağ parti egemenliğinde bu durumun çok etkili olduğunu gözlemliyoruz. Dünya genelinde göçmen sorunu siyaseti sağa doğru kaydırmıştır. Bu yüzden, artan eşitsizliklerin sosyal ve etnik kimlikler üzerinde algıları değiştirme potansiyeli var. Eşitsizliklerin gruplar-arası çatışmaları büyüttüğünü biliyoruz. Eşitsizlikler yeni ayrıştırıcı kategoriler üreterek ilerler çünkü negatif algıları çoğaltan etkileri vardır. Farklılaşan algılar biz ve onlar dinamiğini daha yıkıcı ve yaygın hale getirir. Özellikle eşitsizlik daha yaygın hale geldiğinde toplumdaki işbirliği dinamikleri körelir.

Bu tür bir eğilimin Türkiye’de Kürt sorunu etrafında şekillendiğini düşünüyorum. Kürt sorunu etrafında oluşan karşıtlık, iktisadi başarısızlığı hamasetle doldurma imkânı vermektedir. Bu aynı zamanda insanların sınıfsal bağlarını da zayıflatan bir işleve dönmektedir. Yoksa ülke gündemi bu kadar yoğun bir iktisadi bataklığa gömülü iken artan milliyetçiliği başka türlü açıklamak mümkün değildir. Bu yüzden, hamaset dili ile iktisadi çöküntü arasında pozitif bir ilişki var. Fakat şehirdeki adamın bu hamaset diline verdiği tepki ile kırsalın (daha bölgesel olanın) tepkisi farklılaşır. Şehirdekiler iktisadi çöküntünün oluşturduğu refah kaybının bir müddet sonra bir korku sisi altına itilerek örtülmeye çalışıldığını veya en azından bu hamaset dilinin kendi sorunlarını çözmediğini fark etmektedir. Fakat ekonomik kaynakları çok da sarsılmayan bölgelerde bu dil hâlâ çok etkili olmaya devam etmektedir.

*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü