Prof. Erol Taymaz: Mehmet Şimşek bakan olmasa da politikalar değişecekti

ODTÜ İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Erol Taymaz, uygulanan politika ile ekonominin çok ciddi bir krize gireceğinin anlaşıldığını ve politikaların değişeceğini belirtti.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yeni kurulan hükümette eski bakanlardan Mehmet Şimşek’i Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadı. Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olmasıyla ekonomi politikalarında radikal bir değişikliğin olması bekleniyor.

Erdoğan, Şimşek’in teklifi ile Merkez Bankası’nın başına da Hafize Gaye Erkan'ı atarken, eski başkan Şahap Kavcıoğlu’nu da Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanlığı'na getirdi. Bu atamalar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomi yönetimi üzerinde kontrolünün süreceğinin işareti olarak yorumlandı.

Şimşek’in temsil ettiği ekonomi politikaları ve bu politikaların geniş halk, işçi ve emekçi kesimlerine olan etkisini Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Taymaz ile konuştuk.

Erol Taymaz

‘MEHMET ŞİMŞEK’İN GELMESİ SONUÇ OLDU’

14-28 Mayıs seçimlerini kazanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na eski bakanlarından Mehmet Şimşek’i getirdi. Şimşek ile birlikte yeni ekonomi yönetimi de şekilleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ekonomide bir politika değişikliğine mi gidiyor ve neden?

Seçimlerden sonra kurulan yeni hükümette Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olması ekonomi politikalarında radikal bir değişikliğin olacağı anlamına geliyor. Bu değişikliğin sinyalleri zaten seçimlerden önce verilmiş, Mehmet Şimşek ile bakanlık konusunda görüşüldüğü basında yer almıştı, çünkü mevcut durumun sürdürülemez olduğu belliydi.

Mehmet Şimşek bakanlıkta eski bakan Nureddin Nebati'den görevi devralırken yaptığı konuşmada “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Kurala dayalı öngörülebilir bir Türkiye ekonomisi özlenen refaha ulaşmamızda önemli olacaktır. Makro finansal istikrarı önceliklendireceğiz” demişti. Bu çok kısa açıklamadan aslında yeni politikaların ne olacağı veya daha doğrusu ne olmasına çalışılacağı belli oluyor: Politikalar rasyonel bir zemine çekilecek (çünkü mevcut politikalar rasyonel değil), politikalar kurala dayalı olacak (çünkü mevcut politikalar kurala dayalı değil, duruma ve kişiye göre değişiyor, süreklilik ve öngörülebilirlik yok), politikaların kısa dönemli önceliği makro finansal istikrar olacak (çünkü makro finansal riskler sürdürülemez boyutlara ulaştı, öncelikle bu sorunun aşılması gerekiyor).

Gördüğünüz gibi öncelik döviz kuru krizinin aşılması. Çünkü “düşük faiz” politikası ve bununla beraber uygulanan kredi genişlemesi temelinde büyüme çabaları döviz kurunun ve enflasyonun son derece hızlı bir şekilde artmasına yol açtı. Ortaya çıkan sorunların çözümü için politikanın değiştirilmesi yerine geçici ve ekonomi-dışı tedbirler alındı, kur korumalı vadeli mevduat gibi uygulamalar döviz kurunda artışı kısmen yavaşlattı fakat daha büyük sorunların birikmesine yol açtı. “Yeni Türkiye Modeli” olarak tanımlanan “model”e göre TL’nin değersizleşmesi sonucu ihracatın artacağı, ihracat artışı sonucu da döviz kuru üzerindeki baskının ortadan kalkacağı bekleniyordu, fakat bu da gerçekleşmedi, mevcut sanayi yapısıyla gerçekleşmesi de mümkün değildi.

Sonuçta bu uygulamaların sürdürülemez olduğu, ekonominin çok ciddi bir krize gireceği anlaşıldı fakat mevcut durum seçimlere kadar devam ettirildi. Mehmet Şimşek, bakan olmasa da politikalar değişecekti. Faiz-enflasyon ilişkisine bir benzetme yaparsak, mevcut politikaların sürdürülemezliği neden, Şimşek’in gelmesi sonuç oldu.

Mehmet Şimşek’in gelmesi ile TCMB’nin başına ABD’den Hafize Gaye Erkan atanırken, eski başkan Şahap Kavcıoğlu da BDDK Başkanlığı'na getirildi. Ekonomi yorumcuları Şahap Kavcıoğlu atamasını Erdoğan’ın ekonomi yönetimi üzerinde kontrolünün süreceğinin işareti olarak yorumladılar. Siz bu atamaları nasıl yorumluyorsunuz?

TCMB’nin başına Hafize Gaye Erkan atanırken, eski başkan Şahap Kavcıoğlu’nun da BDDK Başkanlığı'na getirilmesi beklenen bir gelişme değildi. Genel beklenti BDDK ve ilgili kurumlara Şimşek’in tercihleri doğrultusunda atama yapılacağı şeklindeydi. Hatta basında çıkan haberlere göre Mehmet Şimşek bu atamayı Resmi Gazete’den öğrenmiş. Eğer bu haber doğru ise ki doğru olma ihtimali çok yüksek, bu atama Şimşek’in ekonomi yönetiminde elinin tamamen serbest olmadığını gösteriyor.

“Makro finansal istikrar” bir öncelik olarak görülürken, bu istikrarı sağlama açısından en önemli kurumun başına, bundan önceki politikaları uygulayan bir kişinin gelmesi bir soru işareti oluşturuyor. Fakat bu atamanın kısa dönemde Şimşek için bir engel yaratacağını düşünmüyorum çünkü kısa dönemde uygulanacak politikalar konusunda bir uzlaşma sağlanmış ve Şimşek’e belirli bir süre verilmiş olmalı. Şimşek bu sürede önerdiği politikaları uygulayacaktır. Bu atama ile bir anlamda hem daha önce yanlış yapılmadığı savunuluyor ve mevcut sorunların sorumluluğu üstlenilmiyor, hem de Şimşek’in uygulayacağı politikaların istenilen sonuçları vermemesi durumunda bu politikalardan çıkış hazırlığı şimdiden yapılmış oluyor.

‘MALİYETİ BÜYÜK ÖLÇÜDE HALK ÖDÜYOR’

Bakan Mehmet Şimşek’in temsil ettiği ekonomi politikası nedir? Bu politika ile Türkiye ekonomisinde hangi dönüşümler sağlanmak isteniyor? Bundan sonra ekonomide hangi adımlar atılır?

Bakan Mehmet Şimşek’in “ortodoks” olarak tanımlanan politikaları uygulaması, yani öncelikle enflasyonu düşürmek için faiz oranlarını arttırması bekleniyor. Faiz oranlarındaki artış bir yanda yurt içi talebi düşürecek, bir yanda da yurt dışından kaynak gelmesini sağlayacak. Tabii yurt içi talebin kısılması büyüme oranının da düşmesi anlamına geliyor. Faiz oranlarındaki artış TL mevduatları daha cazip hale getirerek döviz kuru üzerindeki baskıyı da hafifletebilir ve tedrici olarak kur korumalı mevduatlardan TL mevduata geçişi sağlayabilir. Tabii bunlar beklentiler.

Resmi enflasyon oranının yüzde 40’ın üzerinde olduğu bir durumda, reel faiz oranının 0 olması için bile mevcut faiz oranının çok fazla yükseltilmesi gerekecek. Faiz oranlarının bu düzeyde artırılması hem daha önceki politikaların tamamen yanlışlanması anlamına gelecek hem de büyüme hızında bir düşüşe yol açacak. Ayrıca “ortodoks” politikaların bir başka boyutu da enflasyonu düşürmek için reel ücretlerin baskılanması. Düşük büyüme oranı ve düşük ücret çalışan kesimlerin refah kaybının daha da artmasına yol açacak. Mart 2024’de yerel seçimlerin yapılacağı göz önüne alındığında bu politikaların uygulama alanı epey daralıyor.

Mevcut ekonomi politikası tartışmaları doğal olarak kısa dönemle ilgili. Kısa dönemde krizden nasıl çıkılacağı tartışılıyor. Fakat kapitalist ekonomilerde zorunlu olarak dengesizlikler yaşanıyor, krizler bir anlamda bu dengesizliklerin çözülmesi sürecidir. Tabii bu çözümün maliyeti çok yüksek ve bu maliyeti büyük ölçüde halk kesimleri ödüyor. Türkiye ekonomisi mevcut yapısıyla büyüyebilmek için dış kaynağa bağımlı, dış kaynağı da büyük ölçüde borçlanma ve varlıklarını satarak sağlayabiliyor. Bu nedenle uzun dönemde yapısal dönüşüm sağlanmadığında bu sorunları azaltmak veya aşmak mümkün olmayacak. Fakat mevcut hükümetin yapısal dönüşümü sağlamaya yönelik bir hedefini göremiyoruz.

Enflasyonu düşürmek için kemer sıkmaktan bahsediliyor. Bakan Mehmet Şimşek’in temsil ettiği ekonomi politikasının, Türkiye halkları, geniş işçi ve emekçi yığınları, emekli ve kamu çalışanları bakımından ne gibi sonuçları olur?

Az önce de belirttiğim gibi krizlerden çıkışın toplumsal maliyeti çok büyük. Bu maliyeti kimin ödeyeceğini ise toplumsal kesimlerin örgütlülüğü ve politikaları belirliyor. Türkiye’de maalesef halk kesimlerinin, emekçilerin, emeklilerin, kamu çalışanlarının örgütlülük düzeyi çok düşük. 1980 askeri darbesinden sonra, 1983’de yürürlüğe giren sendika ve toplu sözleşme yasaları daha sonra değiştirildi fakat sendikal faaliyeti kısıtlayıcı hükümleri korundu. 1990’ların başlarından günümüze 30 yıllık dönemde sendikalaşma ve toplu sözleşme oranları sürekli bir şekilde düştü. Günümüzde halk kesimlerinin taleplerinin bir ölçüde göz önüne alınmasını sağlayan tek şey seçimler. Geçtiğimiz ay yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinden sonra 2024’de yerel seçimler yapılacak. Bu nedenle seçim sürecinde “olumlu” denilebilecek bazı uygulamalar yapılıyor, fakat bunların etkisi çok kısa süreli oluyor. Zaten yüksek enflasyonun bir işlevi de nominal ücretler düşmeden gerçek ücretlerin düşmesini, yani ücretli kesimin satın alma gücünün düşürülmesi. Nitekim ücretlerin milli gelir içindeki payına baktığımızda son yıllarda çok sert bir düşüşün yaşandığını görüyoruz. 2024 yerel seçimlerinden sonra halk kesimlerinin satın alma gücünün daha da düşeceğini söyleyebiliriz. Halk kesimlerinin yaşam düzeyinde bir iyileşme gerçekleştirilmek isteniyorsa, bunun yolu ücretlerin artırılması değil, sendikaların ve genel olarak örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması.

‘İKİ TEMEL SORUN: BÖLÜŞÜM VE ÜRETİM’

Türkiye ekonomisinin düzlüğe çıkması için sizin önerileriniz nedir? Türkiye’de derin bir yoksulluk yaşanıyor ve geniş halk yığınları hayat pahalılığının kıskacı altında. Öncelikle neler yapılmalı?

Türkiye ekonomisinin tüm ekonomiler için geçer iki temel sorunu var: Bölüşüm ve üretim. Önce bölüşüm sorunundan başlayalım. Türkiye ekonomisi 2022 yılında mevcut sermaye stoku, teknolojisi ve işgücü ile 15 trilyon TL’lik bir üretim yaptı (GSYİH). 2022 yılında ücretsiz aile fertleri dahil çalışan sayısı 31 milyon kişi olduğuna göre çalışan başına elde edilen gelir yıllık 484 bin, aylık 41 bin TL oluyor. Aynı yıl asgari ücretin işverene maliyeti (brüt ücret + işveren sosyal güvenlik primi) 6 bin 750 TL’ydi. Yani kişi başına üretim değeri asgari ücretin 6 katıydı. Kişi başına üretim ile asgari ücret arasındaki bu uçurum bölüşüm ilişkilerindeki sorunun boyutunu da gösteriyor. Bölüşüm sorununun bir başka göstergesi de ücretlerin milli gelir içindeki payı. Ücretlerin payı son yıllarda hızla düştü ve 2022’de sadece yüzde 24 oldu. Bir başka deyişle 2022’de Türkiye’de üretilen katma değerin sadece dörtte biri çalışanlara ücret olarak ödendi. Bu oran AB’yi bırakalım, gelişmekte olan ülkeler açısından bile çok düşük. Yani Türkiye’nin mevcut üretim düzeyi toplumun geniş kesimlerinin çok daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayabilecek düzeyde fakat mevcut adaletsiz bölüşüm ilişkilerinden dolayı bu gerçekleşmiyor.

İkinci sorun, üretim sorunu. Türkiye ekonomisi tüm avantajlarına karşın hâlâ emek yoğun ve orta teknoloji sektörlerinde uzmanlaşmış bir ekonomi. Yatırımların önemli bir kısmı üretken faaliyetlere değil, ranta yönelik faaliyetlere gidiyor. Teknolojik faaliyetlere yapılan yatırım miktarı da çok düşük. Bu nedenle ekonominin üretkenlik düzeyi ve büyüme hızı potansiyelinin çok altında. Bunun da temel nedeni uygulanan politikaların doğru olmaması, hatta kalkınmaya yönelik herhangi bir politika olmaması. Ancak üretken yatırımları artıracak, işgücünün niteliğini yükseltecek ve teknolojik faaliyetleri öne çıkaracak politikalar sürdürülebilir bir büyüme sağlayabilir. Ayrıca ücretlerin artmasına yönelik politikalar sadece bölüşümün daha adil olmasını değil, üretkenliğin artmasını da sağlayacaktır. Ücret artışları ayrıca demokratik ve müreffeh bir toplumun da ön koşulu. Bütün bunları gerçekleştirecek politikalar bellidir, eksik olan tek şey siyasi iradedir.

14-28 Mayıs seçimlerini geride bıraktık ama sonuçları hâlâ tartışılıyor. Ekonomik göstergeler nedeniyle iktidar partisinin seçimleri kaybedeceği tahminleri yapılıyordu ama böyle olmadı. Ekonominin iktidardaki partilere seçim kaybettirme dönemi kapandı mı artık?

Ekonomik krizler seçmen davranışı açısından aslında çok önemli. 14 Mayıs seçimlerinde de gördük, iktidardaki AKP’nin oyları ciddi oranda düştü. Bu seçimlerin sürprizi muhalefetin beklenen oy artışını sağlayamaması oldu. Bu sonuçlara ilişkin pek çok sosyolojik analiz yapıldı, şüphesiz bunların doğruluk payı da var. Fakat ekonomik krizin etkilerine bakacak olursak, hükümetin ekonomide başarısız olduğunu hemen herkes kabul ediyordu fakat muhalefet ekonomik sorunları çözebileceği konusunda seçmenlerin pek ikna edemedi. Bunun sonucu olarak AKP’yi destekleyen seçmenlerin önemli bir kısmı muhalefete değil, siyasi olarak AKP’ye yakın YRP gibi partilere oy verdi.

Kanımca muhalefetin ekonomi politikaları konusunda iki yanlışı oldu. İlk olarak, ekonomi yönetimine ilişkin yetişmiş ve donanımlı kadroları vardı, fakat bu kadroları tanıtamadı, ekonomiyi yönetebileceğine ilişkin bir güven veremedi. Ayrıca öncelikli sorunlara odaklanmış, insanları umutlandıracak, etkili projeler sunulamadı. Peş peşe gelen birbiriyle ilgisiz vaatler giderek etkisini ve inandırıcılığını kaybetti. İkinci olarak, deprem sonrası hükümetin “bir yılda konut yapma” vaadine, “konutların bir yılda yapılamayacağı” teziyle karşı çıkıldı. Zaten iş yapma konusunda sürekli eleştirilen muhalefet bu tutumuyla depremzedelerin barınma sorununu çözemeyeceğini zımnen kabul etmiş oluyordu.

Özetle, ekonomik kriz doğal olarak insanları bir arayışa itiyor. Toplum bu ortamda sorunlarını dile getiren değil, bunları çözebileceğine inandığı partilere yöneliyor. Sanırım muhalefet ekonomik sorunları aşma ve depremin getirdiği yıkıntıları kaldırma konusunda toplumu yeterince ikna edemedi.