Osmanlıda arkeoloji 1: Milo Venüsü
Osmanlıların her türlü tarihsel kalıntıya olan kategorik duyarsızlığından özel anlamlar çıkarmak ve onları sanki milliyetçilik rüzgarları yüzünden Hellen eserlerinin yağmalanmasına özel bir tepkisizlik içindeymişler gibi göstermek hakikaten bir tarih çarpıtıcılığı. Ya da daha kibar bir tanımla Osmanlıyı fazla ‘Batılı’ gösterme hatası...
Samimi bir itirafla başlayalım. Yıl sanırım 1999 ve ben 19 yaşında bir arkeoloji öğrencisiyim. Sınıfta bir hocamız ‘Almanya’ya kaçırılan’ Pergamon Zeus Altarı’nın iade edilmesi için düzenlenen imza kampanyasını tanıtıyor ve arkeolog adayları olarak ilk imzaları bizim atmamız gerektiğini söylüyor. Önce hemen hemen tüm sınıf imzalıyor, sıra bana geldiğinde doğuştan muhalif olduğum için imza atmıyorum. Hocamız ‘neden imzalamıyorsun?’ ‘sen ne biçim arkeoloji öğrencisisin' diye çıkışıyor. Ben de ‘Almanlar sunağı kaçırmadı, padişah efendinin özel izniyle götürdüler, bunun suçlusu biziz, kendi hatamız için onu bunu suçlamanın manası yok’ gibi bir şeyler söylüyorum. Sınıfta bir tartışma başlıyor. Genç bir kadın ‘iyi ki götürmüşler, Ayanis Kalesinin hali ortada umumi hela olarak kullanılıyor’ diye tartışmayı daha da alevlendiriyor. Ardından GAP barajları bahanesiyle yok olan Nevala Çori ve benzeri binlerce höyüğün akıbeti, dinamitlenen Phryg anıtları, dünyanın en eski horoskopu olan Nemrud Aslanı'nın parçalanması ile tartışma uzadıkça uzuyor. Bugün olsa herhalde tartışma bir hafta sürerdi. Sonuçta hocamız pes ediyor ve Zeus Altarını sanki bizim imzamızı görerek iade edecek olan Almanlara gönderilecek listede birkaç kişi olarak yer almıyoruz.(1)
‘Kaçırılan’ eserler şimdi bir tarihsel döneme şahitlik etmekteler. Tarihi mirasın sahiplerince umursanmadığı yılların şahitleri onlar. Almanya’da Pergamon Müzesi’ni gezen her çocuk ‘iyi de bunlar burada ne arıyor’ diye sormakta. Aynı soruyu biz de sormalıyız. Sormaya da devam etmeliyiz. Buluntuların iadesi bizi bu soruları sormaktan alıkoyup zihinsel açıdan tembelleştirmekte. Onların hangi koşullar atında götürüldüğü gerçeğinin üstünü örtmekte. Yaşamımız gereken sancıyı hafifletip, karşı tarafı suçlama alışkanlığımızı depreştirmekte. Tarihten alacağımız dersi ertelemekte.
Bu nedenle Avrupalı ‘Doğu dostu liberal arkeologların’ son zamanlarda, atalarının Osmanlı topraklarında yaptıkları talandan dolayı üzüntü duyup resmi yollardan özürler dilemelerine ve Avrupa müzelerindeki tüm ‘çalıntı’ eserlerin iade edilmesine dönük taleplerine gülüp geçiyorum. Bu çağrılarla heyecana kapılıp bak nasıl da haklılığımız kabul gördü diye sevinen yerli ve milli arkeologlara da hayret etmekteyim. Bu tavırdaki kibri görmek istemiyorlar sanırım. Zamanında Batılı dedeleri, beyaz mermerden Hellen heykellerini kireç kuyularına atan cahil köylülerin elinden son anda kurtarmışlardı. Şimdi vicdan azabı içindeki torunları yine benzer bir kibirle buluntuları asıl sahiplerine iade edecekler. Yani yine onlar bir bilinç sıçraması yaşıyor. Yani dün biz çocuktuk, heykellerin kıymetini bilemiyorduk. Onlar ise olgundu ve hepsini alıp götürdüler. Ama şimdi daha da olgunlar, empatide ilerlediler, başkalarıyla hemhal olma noktasına erdiler ve artık heykelleri iade etmek istiyorlar. Biz de yine çocuk gibi seviniyoruz.
Ben istemiyorum. Çünkü ‘çalıntı’ eserler bana onları hediye eden padişahların keyfi idaresini anımsatıyor. Vurdumduymazlığı anımsatıyor. Anımsadıkça geçmişin hatalarının farkına varıyorum. Bilinçleniyorum. Bilinçlenmek için, büyümek için bu hatalarla yüzleşmeliyim. Ama vicdanlı Batılı yine benim bilinçlenmemi, büyümemi istemiyor. O kendi vicdan yarasını kapama derdinde. Düşen çocuğuna ayağa kalkması için izin vermeyen anne gibi... Çocuğu elleriyle yerden kaldırıyor. Kaldırma annesi, bırak kalkmayı öğrensin...
Bir örnek verelim...Vicdanlı arkeolog Philippe Jockey meşhur Milo Venüs’ünün ‘kaçırılış’ hikayesini anlatmakta. Milos (Değirmenlik) Adasında ele geçen ünlü heykel, Mora Ayaklanmasının (1821) hemen arifesinde 1820 yılında Yorgo adlı bir Rum köylü tarafından bulunmuş veya buna dair bir anlatı yerleşmiş. ‘Cahil Rum köylüsü’ Yorgo (zaten Rum köylülerinin yarısı bu adla-Georgios- anılırdı) heykeli üç beş kuruşa Fransızlara satmış. Burada Jockey’in hayal gücü devreye giriyor. Kaba kavruk köylü Yorgo imajıyla toprağın altında çıkan zarif Aphrodite (Venüs)'in dişiliği, beyazlığı ve yumuşaklığı arasında bir tezat kurulmaktaymış.(2) Yani yazar Fransızların böyle bir zarif heykelin Yorgoların ülkesinde bırakılmaması gerektiği fikrinde olduklarına bir gönderme yapmış. O dönemlerde Hellen heykellerinin, Hellen kültürünün asıl mirasçısı olarak görülen Avrupalılara ait olduğu düşüncesi hayli yaygındı. Heykel için Hollandalılar ve İngilizler de devreye girmişti. Ama Venüs’ün götüren Fransız Jules Dumont d’Urville oldu. Jules Dumont ülkesinde bir milli kahraman gibi karşılandı. Rakiplerin atlatılması ve antik çağla kurulan bağı temsil eden heykel, Fransa’nın ulusal simgelerinden biri oldu. XVIII. Louis üzerinde kendi resmi ve Milo Venüs’ünün bulunduğu bir madalyon bastırdı. Heykel bugün de Louvre’un en nadide sergi parçalarından biri... Açık göğüsleriyle Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük (1833) tablosuna da esin kaynağı olmuş gibi sanki.(3)
Jockey şöyle devam ediyor: “Osmanlı hükümetinin keşfedilen heykele hiç ilgi göstermemesi ilginçtir. Bu durum şaşırtıcı gelebilir.”(4) Niye şaşırılalım ki. Yıl 1820... Daha ortada yarım yamalak 1869 Nizamnamesi bile yok. Osmanlı toprakları açık büfe gibi, isteyen istediğini götürmekte serbest. Durumun vahametine bir örnek verelim. 1801 yılında Cambridge Üniversitesi adına eski eser toplayan minerolog Edward Clarke’ın yolu Atina yakınlarındaki Eleusis’te bir köye düşmüştü. Eleusis, antik dönemlerde tarım tanrıçası Demeter’in kült merkeziydi. Clarke çevrede gezinirken tanrıça Demeter’i betimlediğini düşündüğü bir karyatide rastlamıştı. Gerçi karyatid tarım tanrıçasına ait değildi ama köylüler binlerce yıllık bir geleneği takip ederek başak figürleriyle süslü olan bu kadın heykelini tarlaların koruyucusu olarak görmekteydiler. Festival ve hasat zamanlarında bu heykelin etrafında dans edip ona mumlar yakmaktaydılar. Bu geleneksel sevgi nedeniyle her yıl tarlalara dökülecek gübreler bereketi arttırması adına karyatidin çevresine yığılmaktaydı.
Şimdi 19. yüzyıl başında Hellenist eğitimden geçmiş bir İngiliz beyefendisi olduğumuzu var sayalım, gübre yığınları içinde beyaz mermerden bir kadın figürü ile karşılaşıyoruz. Bu manzara İngilizler için kabul edilemezdi ve tanrıçayı batıl inançlarına kurban eden bu kaba köylülerden ve içinde bulunduğu gübre yığınından kurtarıp değerinin bilineceği kendi ülkelerine götürmeye kararlıydılar. Edward Clarke için bu heykel tıpkı Phileas Fogg’un ateşe atılmak üzereyken kurtardığı Hintli Prenses Auoda gibi görünmüş olmalı.
İngilizler heykeli alıp götürmek istediğinde köylüler itiraz ettiler. Eğer heykel yerinden sökülürse hasadın kötü gideceğini düşünmekteydiler. Clarke ve ekibi köylüleri ikna edemeyeceklerini anladıklarında Osmanlı voyvodasına gittiler. Voyvodaya bir teleskop hediye ederek karşılığında heykeli götürme izni aldılar. Eski dünyadan değersiz bir taş parçasına karşılık yenidünyadan işe yarar teknolojik bir alet, çok manidar bir alışveriş... Voyvoda’ya gayet kârlı görünmüş olmalı. Bu tür olayları okuduğumda aklıma hep Manathan Adasının birkaç boncuğa Kızılderililerden satın alınması gibi örnekler gelir.
Voyvoda kendi pazarlığı açısından kârlı çıkmış sayılırdı. Ancak halk heykelin sökülmesine yine de engel oldu. Bu sefer de köyün Ortodoks papazı devreye girerek köylülere bu heykelin değersiz bir put olduğunu anlattı. Elindeki kazmayı heykeli sökmek için vuran ilk kişi oldu. Böylece Avrupalı aydınların, Osmanlı bürokrasisinin ve Rum Ortodoks Kilisesinin enteresan ittifakı sonucunda köylüler teslim ve ‘ikna’ oldular. Heykel binlerce senedir durduğu yerden sökülüp alındı. Anlattığımız bir Hint masalı olsa durur ve okuyucuya şöyle sorardık: “Ey okuyucu burada asıl suç kimde? İngiliz Clarke’ta mı, Osmanlı voyvodasında mı? Köylülerde mi? Yoksa Rum papazda mı? Gerçi bu bir masal değil gerçek; ama olayların devamı da masal tadında. İngilizler ‘Demeter’ heykelini Britanya’ya götürmek için gemiye yüklediler. Ama lanet onların peşini bırakmadı ve heykelin yüklendiği gemi Britanya’ya varamadan Manş Denizi’nde battı. Köylüler heykel söküldükten sonra gerçekten de kuraklık yaşandığını üç sene boyunca tarlalarından verim alamadıklarını söylediler.(5)
Gübre yığınları içindeki bir heykeli kurtardığını düşünen İngilizlerin onu bağlamından koparıp müzeye taşımaları aslında binlerce yıllık bir sürekliliği de kesintiye uğratmış oluyordu. İngilizler Hellen karyatidini hak ettiği koruma koşullarında ve gerçekten kıymetini bilecek insanların arasına taşıdıklarını düşünebilirlerdi. Halbuki ‘klasik’ olarak algılanmadan önceki zamanlarda antik Hellen hayatında bu heykellere hemen hemen Rum köylülerin yaptığı gibi davranılmaktaydı. Neticede antik çağlarda heykeller, tapınaklar ve sunaklar bir ‘sanat eseri’ gibi algılanmazlardı. Antik zamanlarda sunakların önü arkası hayvanların kurban edildiği, kan ve tezek kokan, kurbanların iç organlarına sineklerin üşüştüğü yerlerdi. Bu bakımdan gübre yığınları içindeki mevzubahis Hellen heykeli aslında antik çağın ruhuna sergilendiği müzeden daha yakın bir vaziyetteydi. Bu açıdan Jockey, eski Yunanların böylesi vasat heykeller için neden bu kadar kıyamet koparıldığına anlam veremeyeceklerini söylerken oldukça haklıdır.(6) Ama 19. yüzyılda yani Edward Clarke’ın dünyasında artık Hellenler ‘klasiği’ temsil ediyorlardı. O nedenle Hellen eserlerinin yeri onlara en iyi korumanın sağlanacağı alanlardı. Ki bu romantik istisnalar dışında heykeller kireç kuyularına yem olmaktaydı; bazalt bloklar kiliselerin, camilerin orasına burasına yamanmaktaydılar. İşin bu kısmına ileride değiniriz. O nedenle Eleusis’teki bu istisna durumu genel bir sahiplenme gibi göremeyiz.
Jockey Osmanlı ilgisizliğini bambaşka (Batılı) bir kafayla yorumlamış. “Osmanlı strateji uzmanları” Milo Venüs’ünün götürülmesine farklı bir açıdan bakıyormuş. Milo Venüs’ünün kaçırılmasına göz yummalarının sebebi Rumların Hellenlerin mirasçıları olduğu iddiasına zarar vermek, bu mirası sahiplenmelerini engellemekmiş. Milo Venüsünün' Avrupalıların eline geçmesi, Rumların antik tarih hakkındaki hak iddialarına karşı bu mirasın taşıyıcılarının Avrupalılar olduğunu hatırlatmakmış.(7) Ne hayal gücü! Anlaşılan Jockey 1800’lerin başlarındaki Osmanlıları da Batılı kafayla düşünen insanlar sanmakta... Bu nedenle Osmanlıların hakimiyet altında olan topraklardaki Hellen kalıntıları ve antik Yunan mirası üzerinde hiçbir hak iddia etmemelerini bir çelişki ve tezat olarak görmekte.(8) Sanki Osmanlılar Selçuklu, Abbasi vb kalıntılarını çok önemsiyordu. Kubadabad Sarayı veya Samarra Camisi çok umurlarındaydı. Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz üzere Konya’daki Alaeddin Keykubad köşkünü yıkarken de sanki bunu derin stratejilerle yapmaktaydılar. Osmanlıların her türlü tarihsel kalıntıya olan kategorik duyarsızlığından özel anlamlar çıkarmak ve onları sanki milliyetçilik rüzgarları yüzünden Hellen eserlerinin yağmalanmasına özel bir tepkisizlik içindeymişler gibi göstermek hakikaten bir tarih çarpıtıcılığı. Ya da daha kibar bir tanımla Osmanlıyı fazla ‘Batılı’ gösterme hatası...
Osmanlı strateji uzmanlarının bu denli derin düşünmelerini bırakalım, bu taşları kimin nereye götürdüğüyle ilgilendikleri bile yoktu. Edhem Eldem’in yayınladığı III. Selim dönemine ait belgelerde İngilizlerin Atina’dan söküp götürmek istediği her parça için özetle ‘Alsınlar götürsünler’ diye kestirip atan bir anlayıştan söz ediyoruz.(9) Vicdanlı Batılı arkeologlar bu padişah izinlerinin gerçek olmadığını ve yerel idarecileri ikna etmek isteyen arkeologlar tarafından uydurulduğunu iddia etmekteler. Ama beratlar gayet gerçek ve sayıca da hayli fazlalar. Padişahlar için bunlar dost devletlere hediye edilmesinde sakınca olmayan değersiz taş ve çanak çömlek (dönemin deyişiyle kırık saksı) parçalarıydı.
NOTLAR:
(1) Bu olay bana Nazım Hikmet’in vatandaşlığa geri alınması ve mezarının da Türkiye’ye getirilmesine dönük bir kampanyayı ve bu kampanyaya da imza atmamamı hatırlattı. Hatta ‘sen ne biçim arkeologsun’ diyen hocam gibi kampanyacı arkadaş da ‘sen ne biçim solcusun’ demişti. Nazım’ın mezarının bu ülkede olmaması bu ülkenin geçmişinin reel sonucudur ve ders verici, uyarıcı bir olaydır. Nazım gibi niceleri de bugün orada buradalar. Onları kaçırtan koşullar aynen devam ettiği sürece Nazım’ın mezarını geri getirmenin ne anlamı var ki? 2000’li senelerin başlarında bu kampanyanın dönemi tatlı yıllardı. Toplum bir halüsinasyon içinde ülkenin AB’ye gireceğini, sivilleşeceğini falan zannediyordu. Arada Nazım’ı da getirsek bembeyaz bir sayfa açarak bu halüsinasyona katkıda bulunabilirdik. Ben her zaman gerçeğin acısını böyle tatlı hülyalara tercih ederim. Bırakalım Nazım yerinde kalsın Zeus Altarı da.
(2) Philippe Jockey, “Milo Venüsü Modern Bir Mitin Doğuşu”, Geçmişe Hücum, Osmanlı İmparatorluğunda Arkeolojinin Öyküsü 1753-1914, ed. Zainab Bahrani, Zeynep Çelik, Edhem Eldem, Salt, 2011, s. 241.
(3) Venüs bugün de tartışmaların odağında. Bilindiği üzere heykelin kolları yok ve orijnalinde kolların nasıl göründüğü bilinmiyor. Bununla ilgili farklı öneriler var. Alman Focus dergisi Yunanistan’ın borçlarını ödememesine gönderme yaparak Milo Venüs’ünü orta parmak hareketi yaparken edepsiz bir yorumla resmetmişti. Sonraki hafta ise Venüs bu sefer Avrupa’dan para dilenmekteydi. Yunan tarafından ise bir dernek şu cevabı vermiş: “Venüs’ün yontulduğu zamanlarda Almanlar henüz ağaçlardan muz toplayıp yemekteydiler”.(Jockey, a.g.e.s.251). Böyle cümleleri çok severim. “Türkler Orta Asya’da medeniyetler inşa ederken Avrupa'da insanlar henüz mağarada yaşıyorlardı”. Geçenlerde de bir Kürt tarihçiden de şu cümleyi dinledim. “Tarihte Türk diye bir şey yokken Kürt Med İmparatorluğunda demokratik federatif bir yönetim vardı”.
(4) Jockey, a.g.e.s.243.
85) Yannis Hamilakis, “Osmanlı Döneminde Yunanistan’da Yerli Arkeolojiler”, Geçmişe Hücum, Osmanlı İmparatorluğunda Arkeolojinin Öyküsü 1753-1914, ed. Zainab Bahrani, Zeynep Çelik, Edhem Eldem s.52-53.
(6) Jockey, a.g.e.s.251.
(7) Jockey, a.g.e.s.244-245.
(8) Jockey, a.g.e.s.253.
(9) Edhem Eldem, “Huzurlu Bir İlgisizlikten Sıkıntılı Bir Kaygıya: Osmanlıların Gözünde Eski Eserler 1799-1869” Geçmişe Hücum, Osmanlı İmparatorluğunda Arkeolojinin Öyküsü 1753-1914, ed. Zainab Bahrani, Zeynep Çelik, Edhem Eldem s.291.
U. Töre Sivrioğlu Kimdir?
1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı 10 Aralık 2023
Kürt tarihi ve tarih yazıcılığı üzerine bazı mülahazalar 03 Aralık 2023
Rodrigo, Falla ve Falanjist sanat 26 Kasım 2023
Falanjist sanatın kısırlığı ve Torroba’nın ıstırabı 19 Kasım 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI