YAZARLAR

Oppenheimer: Fırtınanın savurduğu adam

İlk atom bombası Trinity testinde hazır bulunan ve o an, 'Buradaki çalışmamız insanlığın hiç görmediği bir barışı sağlayacak' düşüncesindeki Oppenheimer, 6 ve 9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombaları atıldıktan sonra Beyaz Saray’a gidecektir. Başkan Truman ile karşı karşıya kaldığında da 'Sayın Başkan, ellerimde kan olduğunu hissediyorum' açıklamasını yapar.

Oppenheimer filminin rüzgarı izleyiciyi aldı götürdü , farklı görüşlerin denizine bıraktı.

Christopher Nolan bize nükleer bir kabus veriyor” (Don Kaye); “Cillian Murphy’nin canlandırdığı Oppenheimer, bilimin sınırsız olanaklarının büyüsüne kapılan ve yarattığının sınırsız yok etme kapasitesine sahip olduğunu çok geç fark eden atom çağındaki bir Frankenstein’dır.” vb. denildi. Kaldı ki Nolan filminde Robert Oppenheimer’a şu sözleri söyletmişti:

“Onu anlayana kadar -bomba üretimi hazırlıkları yapılırken- ondan korkmayacaklar. Ve onu kullanıncaya kadar da onu anlamayacaklar.”

Christopher Nolan’ın adı atom bombasıyla özdeşleşmiş Amerikalı teorik fizikçi Oppenheimer’ın biyografik yaşantısı (Kitabın adı: Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Zafer ve Trajedisi) ve Manhattan Projesi (güvenlik amaçla verilen kod ad) yıllar önce de filmlere konu olmuştu.

J. Robert Oppenheimer ve Nolan'ın filminde Oppenheimer (Cillian Murphy )

BAŞLANGIÇ YA DA SON

Diğerlerinden söz etmeyeceğim, Başlangıç ya da Son (1947) filmi ilklerden biri…Üstelik Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanmasından sadece iki yıl sonra gösterime girmişti.

Christopher Nolan’ın filminde kanımca biraz karikatüre dönüşmüş Einstein burada da benzer görünümde.

Filmin anlatısı -bir araya geliş, araştırma, bulgu ve uygulama- Nolan’ın filmindeki akış gibi, tabii ki yönetmeni Pat Taurog’ın altı yıl önce Yurttaş Kane’i yapan Orson Welles olmadığını unutmamak gerekir, filmsel yenilik taşımayan 1940’lı yılların klasik sinematografik anlatımına sahip bir film…

Başlangıç ya da Son filmi Oppenheimer’ın izleyiciye bakarak 25. yüzyıl insanlarına seslenişiyle başlar:

… hayatım boyunca iki dünya savaşına tanık oldum. İçinde 87 milyon erkek ve kadının öldüğü, yaralandığı savaşlar. Benim çağımın insanları, dünyadaki insan yaşamını yok edebilecek gücü serbest bıraktı. 25. yüzyıl siz insanlar için -bu film ile- atomun kilidini açma arayışımızı kaydettik. Başlangıcı biliyoruz. Yarın için ise, eğer bir yarın varsa sonunu siz bilebilirsiniz.

Oppenheimer’ın arkadaşları Dr. John Wyatt, Matt Cochran, John S. Marr, Dr. Enrico Fermi ile gerçekleştirdikleri atom çekirdeklerinin parçalanabileceği ve büyük miktarda enerji açığa çıkacağına ilişkin ilk bulgulardan sonra Führer’den önce atom silahını geliştirebilecekleri düşüncelerini paylaşmak için Princeton Üniversitesi'ne, Einstein’a koşarlar. Anlatıcı Einstein’ı işaret ederek “Bu sessiz yerleşkede yaşayan en büyük bilim adamı dinsel zulümden kaçacağı sığınak olarak burayı seçti” açıklamasını yapar.

Kendisine bulguların özetlendiği Einstein “Bu buluşmanın şimdi neden bu kadar acil olduğunu anlıyorum” diyecektir.

Oppenheimer: Ve siz de kabul ediyorsunuz profesör, zincirleme reaksiyon dünyadaki tüm insanları yok edebilecek bomba yapımıyla sonuçlanabilir.

Einstein: Mümkün. Ancak böyle bir bombanın tek bir saldırıda milyonlarca insanı öldürebileceğini unutmayın. Az önce yurtdışındaki bir arkadaşımdan bir mektup aldım. Sanırım Almanya’nın tüm uranyum ihracatını durdurduğunu duymuşsunuzdur.

Matt: O zaman kaybedecek çok az zamanımız var.

Oppenheimer: Bu bir yarış ve Birleşik Devletler henüz başlamadı bile.

Her iki filmde araştırma grubundakiler Einstein’dan devam eden Nazi atom bombası araştırmaları konusunda uyaran bir mektubu Başkan Roosevelt’e yazmasını ister. Einstein’ın mektubu Roosevelt’e ulaşmadan Nazi Almanyası Avrupa ülkelerine girmeye başlamıştır…

Başlangıç ya da Son filminin çekiminden (Tennessee, Temmuz 1946)

EINSTEIN VE BİR MEKTUP

Einstein’ın Cumhurbaşkanı Atatürk’e yazdığı 17 Eylül 1933 tarihli bir mektubu da var.

"Ekselansları, OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı…” girişi olan bir mektup.

Ama neredeyse her yerde yayımlanan yukarıdaki yanlış bilgiyi düzeltiyorum.

Sık olarak “Einstein’ın Atatürk’e yazdığı mektup” diye adı geçen bir mektup var ama Atatürk’e değil, bu tür yazışmalarda başlık olan “Ekselansları” ibareli Başbakan İsmet’in (İnönü) okuduğu ve Maarif Vekili’ne havale ettiği bir mektup.

Einstein, Yahudiler için uğraşıyordu ve Fransa’da başkanlığını yaptığı Union des Sociétés “OSE/Yahudi Halkın Sağlığını Koruma Dernekleri Birliği”, gerçekte Yahudilerin hayatlarını düzenlemek ve kurtarmakla uğraşan bu kuruluşun kullanması için birçok boş kağıda imzasını atmıştı. O mektup OSE’den Ankara’ya gelmişti, Einstein o tarihte Belçika’daydı ve mektubun gönderilmesiyle ilgili bilgisi yoktu. Ama İsmet İnönü’nün yanıtı zaten olumsuzdur: “Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum.”

Einstein 7 Ekim 1933'te Londra'dan ABD'ye gitti ve sanıldığı gibi hiç de Nazi Almanya'sından kaçan Yahudi bilim adamları için Harvard, Princeton ve Yale Üniversitelerinin bir sığınak olmadığını, Nazilerinki gibi bu üniversitelerin Judenfrei/Yahudi’den Arındırılmış olduklarını gördü.

Çoğu yerde Princeton Üniversitesi olarak geçiyor ama yine düzeltiyorum, Einstein’a sadece hayırsever desteği ve bağışlarla çalışan Princeton, N.J.'deki İleri Araştırmalar Enstitüsü kapısını açacaktır.

İstanbul Üniversitesi'nin kurulmasında Einstein’ın sözde gönderdiği mektup değil, İsviçre Cenevre Üniversitesi Pedagoji Öğretim Üyesi Profesör Albert Malche’ın Türkiye'ye daveti ve kendisinden istenen Darülfünun'la ilgili rapor etkili olacaktır. Raporu okuyan Atatürk’ün yorumu kısadır:

“Bildiğimiz başka, hakikat başka.”

Darülfünun’un onuncu yıla giren genç Cumhuriyet'in “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarma” hedefine, gerçekleştirilen ’inkılâplara’ çok uzak olduğu raporla saptanır.

İsviçre’de kurulan ‘Yurt dışındaki Alman Bilim İnsanları Dayanışma Birliği’ adına Prof. Philipp Schwartz’ın Türk Milli Eğitim Bakanı'yla Alman bilim insanlarının İstanbul’a gönderilmesi ile ilgili sözleşmeyi imzalaması, ayrıca yasayla da onaylatması (31 Mayıs 1933) süreci tamamlar.

M. K. Atatürk, Nazi teröründen kaçan İstanbul Üniversitesi'nin kurucusu bir grup Alman bilim insanı ile..

AY YILDIZ ALTINDA

Aynı günlerde Nazi Rejimi zulmünden kaçan ne Einstein, ne de başka Yahudi Alman bilim insanları ABD üniversitelerinden çağrı almamıştır ama, 80’den fazla uzmana ve sanatçıya Cumhuriyet hükümeti sığınma olanağı sunacak, bilimsel ve çağdaş bir üniversite kurulmasını sağlayacaktır.

Tıp Fakültesinde Fricdrich Dessauer, Erich Frank, Josef Igersheimer, Adolf Kantorowicz, Wilhelm Liepman, Rudolf Nissen… Hukuk ve İktisat Fakültesinde Josef Dobretsberger (Avusturya), Ernst Hirsch, Richard Honig, Gerhard Kessler, Fritz Neumark…;Yüksek Teknik Okulu Mimari bölümünde Clemens Holzmeister (Avusturya), Bruno Taut, Gustav Oelsner adları görülecektir. Ankara’da Cari Ebert, Ernst Practorius ve Eduard Zuckmeyer’in de gelmelerini sağlayan Paul Hindemith’in yanı sıra, Fritz Baade, Hans Bremer, Wolfram Eberhard, Albert Eckstein… Adlarını veremediklerim var, liste uzun.

Yardımcıları, aile bireyleriyle, ayrıca Yahudi -ve komünist oldukları- için Türkiye’ye yasal olarak sığınanların sayısı 550’yi aşacaktır. Ama, 1938 yılında çıkartılan bir yasayla bir pasaportu ya da vatandaşlığı olmayan yani “Haymatlos” Yahudiler Türkiye’ye giremeyecek ve bazıları da ülkeden çıkarılacaktır.

İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsü ve Bahçesi Kurucusu Prof. Dr. Alfred Heilbronn asistanları ve öğrencileri ile birlikte.
YİTEN HAYATLAR

Çıkartılan yeni kararnameyle de (1941) Filistin giriş vizesine sahip Yahudilerin belirli koşullarla Türkiye’den geçişleri onaylanmasına karşın, Türkiye’de Filistin giriş vizelerinin hazırlanması için beklemeye dahi iznin verilmemesi 791 kişinin ölümüyle sonuçlanan Struma faciasını yaratacaktır.

Hiç bilinmeyeni de İzmir’de yaşanacaktır. 600 Çekoslovak Yahudisini taşıyan Parita adlı gemi, Rodos-İtalyan yetkililerinin kabul etmemesi üzerine 9 Ağustos 1939’da İzmir’e gelecek, ancak üç aydır denizde dolaşan geminin yolcularının karaya çıkmasına izin verilmeyecektir. Geminin İzmir’den ayrılışını Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler nihayet İzmir’den hareket ettiler” başlığıyla haber verecektir. (Not: Diğer Ulus gazeteleri arşivde olmasına karşın, 16 Ağustos tarihli gazete yerinde yoktu, ne yazık ki doğrulayamadım.)

Türkiye’ye sığınan Yahudi bilim adamlarının yaşamı tedirginlikle geçecektir. Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Herbert Scurla görevli olarak Türkiye’ye gönderilecektir (1939). Mili Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e “Bu bilim adamlarını bize geri veriniz. Size Almanya’nın en parlak beyinlerini gönderelim” mesajını iletmekle kalmayıp, iki yıl boyunca İstanbul ve Ankara’daki fakültelerde yapılan çalışmaları “yer yer insanı dehşete düşüren bir dille kaleme aldığı” bilgileri bir raporla (Scurla Raporu) Berlin’e düzenli iletir.

Alman sığınmacılardan Profesör Fritz Neumark, yayımlanan Scurla Raporu’nun ilk baskısında belki tümü adına şu sözleri dile getirir:

 “… orada çalışmamızın mümkün olması, böylece bizlere yararlı bir iş yapma, hatta pek çoğumuza maddi anlamda var olma imkânı verilmesi…duyduğumuz silinemez şükran duygusunun temelidir."

600 yolcusuyla üç ay açık denizde dolaşan ve sonuçta Tel Aviv'e ulaşan Parita gemisi, 9 Ağustos 1939’da geldiği İzmir Limanı'na yanaştırılmamıştı.
BIRAKIN GİTSİNLER

Biz ne yaptık, ABD tereddütle ya da başka şekilde kabul etse de, fen ve mühendislik dünyasının aşağıda adlarını verdiğim müthiş insanlarının gitmesine gözlerimizi kapadık. (Savaşın sonlarında Müttefiklerin baskıları sonucu Nazi olmayan Haymatlos’ları çoluk-çocuk Çorum, Kırşehir ve Yozgat’ta iki yıl enterne ettik.)

Arthur R. von Hippel, fizikçi, İstanbul Üniversitesi'nde 1933 ve 1935 arası çalıştı; 1935’dee Kopenhag’a, 1936'da ABD'ye geçti.

Harry Dember, fizikçi, İstanbul Üniversitesi'nde 1933 ve 1942 yılları arası çalıştı, sonrasında ABD'ye geçti.

Richard von Mises, matematik uzmanı, 1933-1939 İstanbul Üniversitesi'nde, ardından ABD'ye geçti.

William Prager, uygulamalı matematikçi, 1933-1940 İstanbul Üniversitesi'nde çalıştı, ardından ABD, İsviçre ve yeniden ABD’ye geçti.

Hilda Geiringer, matematikçi, 1934 ve 1939 arası İstanbul Üniversitesi'nde çalıştı, ABD'ye geçti.

ABD'ye gitmeyenlerde vardı, işte birkaçının adı:

Alfred Heilbronn, botanikçi, 1933-1955 arası emekliliğine dek Türkiye'de kaldı. Almanya’ya döndü, Münster Üniversitesi'nde çalıştı. Ve iyi ki üniversite tarafından “İstanbul Üniversitesi, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi” adı verilen, şimdi tabelası kaldırılan, kapısı kilitli, tüm dünyadan gelen binlerce bitki türüyle Türkiye’nin ilk ve benzersiz botanik bahçesinin son durumunu görmedi, ikinci kez ve kalpten giderdi. Öncesinde eğitim amaçlı da kullanılan botanik bahçesi 2015 yılında -Müftülük komşu olduğu için- Diyanet’e devredildi. Bahçe bakımsız, Botanik Enstitüsü binası da metruk halde.

Albert Einstein ile birlikte çalışan Erwin Freundlich, astrofizik uzmanı, İstanbul Üniversitesi Astronomi Bölümü kurucusu, 1933-1937 İstanbul Üniversitesi'nde, ardından Prag’a geçti. Almanların Çekoslovakya’yı işgali nedeniyle İstanbul'a geri döndü. 1939'dan itibaren İskoçya'da çalıştı.

Friedrich Dessauer, biyofizik uzmanı ve Radyolog, 1934-1938, İstanbul Üniversitesi Fizik Fakültesi kurucusu, 1937'e kadar İstanbul Üniversitesi Radyoloji Bölümü Başkanlığı yaptı. Önce İsviçre’ye savaş sonrası Almanya’ya yerleşti.

Tabii ki, fen alanından olmasa da,1933 ve 1934 yıllarında iki defa Lichtenburg Toplama Kampı'na götürülen, Hollanda üzerinden İngiltere’ye kaçabilen Ernst Reuter Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Şehircilik Kürsüsü'nü kuracaktır. 1935-1946 yıllarında Türkiye ’de kalan Reuter, döndükten sonra Berlin Belediye Başkanı oldu. Ama Reuter’nın dönüşü mutlulukla olmadı. ABD, İsviçre’de değil, Türkiye’de sığınmacı olduğu için "ayakkabı boyacısı" denilerek alay edildi, karikatürlerde başı fesli gösterildi.

Zürih’te, Almanya'yı terk eden Yahudi bilim insanları için oluşturduğu “Notgemeinschaft/Acil Yardım Birliği” Derneği, İstanbul Üniversitesi'nin kuruluşunda büyük emek-katkısı olan Profesör Philip Schwartz “Avrupa’daki Türkler hakkında yapılan tartışmalarda isterdim ki, batı dünyası büyük bir yıkım ve tahrip içindeyken Türkiye birçok batılı bilim insanına sadece kapılarını değil, aynı zamanda kalbini açan bir ülke olduğu unutulmasın." (Arslan Terzioğlu aktarır, 2003) açıklamasını yapmıştı…

Türkiye'ye sığınan gelecekteki Berlin Belediye Başkanı, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Şehircilik Kürsüsü'nün kurucusu Ernst Reuter bir grup öğrencisiyle birlikte (1938).

 

TUZAK ZAMANLAR

ABD birçok Yahudi bilim adamına gönülsüzce ve ihtiyacı olduğu için kapısını açmıştır ama kalbini hiç açmamıştır. Christopher Nolan'ın filminde benim gözlerimin önünden geçenler bu; Time ya da Life kapağına çıkan komünist (!) ve Yahudi kahraman savaş sonrası bir kez daha o dergilerde görülmek istenmiyordu.

Robert Oppenheimer, Atom Enerjisi Komisyonu'nca kurgulanan (1954) güvenlik duruşmasında açıkladığınca "Almanya'daki Yahudilere yapılanlardan mutsuz olmuş, içi öfkeyle dolmuştu. Hatta yakınlarını getirebilmek için çaba göstermişti…”

“Oppenheimer” üzerine bir kitap yazan Ray Monk, "Dış dünya onu her zaman bir Alman Yahudisi olarak tanıdı ve o ise hiç bir zaman ne Alman ne de Yahudi olduğu konusunda ısrarcı olmadı" diyecektir. "Ama onun böyle algılanması dünyayla olan ilişkisini etkiledi."

Oppenheimer tutkulu bir bilim insanıydı; Picasso, ‘Bahar Ayini’ ile Stravinsky, Freud, ‘Çorak Topraklar’ ile TS Eliot ve Marx, ayrıca Hollandacadan Sanskritçeye beş altı dil dünyasında yer alıyordu. Mahabharata destanının bir parçası Bhagavad Gita/Kutsal Şarkı’yı Sanskritçeden İngilizceye çevirdi, 1965’te, bir nükleer silahın ilk başarılı patlaması Trinity Testi'ne tepkisini Gita’daki bir vecizi okuyarak (“Ben dünyaların yok edicisi ölüm oldum”) açıkladı. Ancak filmdeki bir sevişme sahnesinde bu vecizi kullanması, Hindistan’daki bazı insanları kızdıracaktır.

Solcu aydınların davalarına destek olmuş, İspanya İç Savaşı'ndaki Cumhuriyetçilere bağışta bulunmuştu. Gönül ilişkisi çalkantılı geçen (1936) Jean Tatlock, kardeşi Frank Oppenheimer, eşi Katharine "Kitty" Puening Komünist Parti üyesiydi.

Filmde de yansıdığınca Oppenheimer’in eğilimleri bilinmiyor değildi. Manhattan Projesi’ni lider ve bilimsel yetkinlikte ondan başka yürütebilecek de yoktu, o nedenle onu göreve çağıran General Leslie Groves Jr., geçmişini önemsemedi. Ancak, “bu çağrışımlar eninde sonunda peşini bırakmamak için geri gelecek ve 1950'lerde Amerikan anti-komünist histerisinin zirvesinde kariyerinin onulmaz duruma gelmesine yol açacaktı.” (Megan McCluskey)

Tabii ki eklenecekler var; hidrojen bombasının geliştirilmesine karşı çıkması ve hidrojen bombasının yapılmasından yana olan Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Strauss’un düşmanca tutumu… Sovyet casus olduğu iddiası (Los Alamos’ta gerçekten bir casus vardı, İngiltere’nin görevlendirdiği teorik fizikçi Klaus Fuchs)…Ve itibarsızlaştırmak için kullanılan Atom Enerjisi Komisyonu güvenlik duruşmasının ardından Komisyon’daki görevinden alınması, güvenlik izninin iptal edilmesi… Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin yedi yıl önce Komünist Parti üyesi oldukları iddiasıyla kara listeye alınmasına neden olduğu Hollywood senaristi, yönetmeni on dokuz kişi gibi Oppenheimer’da listedekilerden biri olacaktır.

Florence Pugh (Jean Tatlock) ve Oppenheimer (Cillian Murphy)

Filmde de görüleceği gibi, Tatlock ve Oppenheimer'ın son görüşmesinden (Haziran 1943) yaklaşık yedi ay sonra, Tatlock dairesinde ölü bulunacaktır.

Klinik depresyonla başa çıkmaya çalışan Tatlock'un ölümü bazılarınca intihar bazılarınca Oppenheimer ve Komünist Parti'yle ilişkisi nedeniyle ‘FBI işi sonlandırma’ yorumunu alır. (Oyuncu Jean Seberg’in ölümü de yıllar sonra olsa da benzer -Amerikan Gizli Servis olası-, depresyon ve intihar ile açıklanacaktır.)

KÂĞIT GİBİ YANAN ÇOCUK

İlk atom bombası Trinity Testi'nde hazır bulunan ve o an, “Buradaki çalışmamız insanlığın hiç görmediği bir barışı sağlayacak” düşüncesindeki Oppenheimer, 6 ve 9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombaları atıldıktan sonra Beyaz Saray’a gidecektir. Başkan Truman ile karşı karşıya kaldığında da “Sayın Başkan, ellerimde kan olduğunu hissediyorum” açıklamasını yapar. Sonrasını izlemiş olabilirsiniz…

Robert Oppenheimer’ın Nobel Ödülü sahibi fizikçi arkadaşı Isidor Isaac Rabi "[Oppenheimer] bir bilim ve barış adamıydı ve onu yok ettiler" diyecektir.

Oppenheimer ilk nükleer silah testini (Trinity) Jornada del Muerto - Ölü Adamın Yolu adlı çölde yaparken...

Oppenheimer ilk nükleer silah testini (Trinity) Jornada del Muerto/Ölü Adamın Yolu adlı çölde yaparken, orada yaşamını sürdüren yerli insanlara vereceği bir cevabının olamayacağını, on yıllarca sürecek büyük zararın vicdanını kanatacağını düşünmemiştir. Ve tabii ki daha sonra Japon halkına, insanlığa…

Oppenheimer kanser nedeniyle ölmeden önce (1966) keşke Alain Resnais/Marguerite Duras’ın “Hiroşima Sevgilim” filmini görebilseydi.

Kadın: - (Yavaşça) - Dinle. Biliyorum. Hepsini biliyorum. Sürüp gitti bu.

Erkek: - Hiçbirini, hiçbirini bilmiyorsun.

(Görüntüler: Atom bulutu. Kat kat yükselen bir bulut. Sokaklarda yağmurun altında yürüyen insanlar. Radyoaktiviteden kurtulamamış balıkçılar. Yenmeyecek bir balık. Toprağa gömülen binlerce yenmeyecek balıklar.)

Kadın: - Kadınlar, sakat çocuklar, korkunç yaratıklar doğurmak tehlikesiyle karşı karşıya…” (Çev: Cevat Çapan)

Christopher Nolan şöyle mi demek istiyordu: Oppenheimer bu dünyada daha fazla kalamazdı.

Çünkü “gitmemekten daha güç…”


Oğuz Makal Kimdir?

Sinema alanında ilk doktora yapan öğretim üyesi. 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu. Yemek ile sinema arasındaki ilişki yeni ilgi odağı, bu alanın filmlerini ve toplumsal-kültürel tanıklıklarını kitaplaştırmak için araştırmaya devam ediyor. Sinema Tarihi, Film Kuramı, Türk Sineması, Sinema ve Diğer Sanatlar, Sinema ve Tarihi İlişkisi gibi dersler veren, tezler yöneten Makal, Uluslararası İzmir Film Festivalini kurdu, 2001 yılına dek on bir yıl yönetti… Kısa, uzun, belgesel filmler yaptı, son yıllardaki birkaç belgeseli: El Cezeri, Eğitmenler, İstanbul’da Bir Gizli Bahçe-Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, Uzak ve Yakın, Suriye Mutfağı İstanbul’da, Merdiveni Arayan Adam. Bazı kitapları ise: Sinemada Yedinci Adam, 1895-1950/İzmir Sinemaları Tarihi, Fransız Sineması, Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet, Sinemada Tarihin Görüntüsü, Yönetmenleri ve Filmleriyle Gülmenin Sineması.