Neoliberalizmin yarattığı ahlaki boşluklar

Siyaset bilimci Wendy Brown'un 'Neoliberalizmin Harabelerinde' çalışması Metis Yayıncılık tarafından yayımlandı. Brown, “Batı’da Antidemokratik Siyasetin Yükselişi” alt başlığıyla yayımlanan kitapta, yorumlarıyla ve belirlemeleriyle neoliberalizmin geçmişine yoğunlaşırken bugün karşılaştığımız siyasal ve toplumsal sorunların özüne iniyor, yakın gelecek için öngörülerde bulunuyor.

Google Haberlere Abone ol

Bildiğimiz ve yaşadığımız bir hikâye: 1929’daki Büyük Buhran’dan on yıl sonra, bir grup iktisatçı ve sosyal bilimci, 1938’de Paris’te bir toplantı gerçekleştiriyor. Başını Friedrich August von Hayek ve Ludwig von Mises’in çektiği bu kişiler, ekonomik krizle boğuşurken süratle savaşa sürüklenen Avrupa’nın orta yerinde, yeni bir kavramı ve yaşam biçimini; neoliberalizmi dünyaya armağan etmek için gece gündüz bir araya geliyor.

Hayek, toplantılarda devlet müdahaleciliğinin, özneyi ve onun özel alanını örselediğini, bunun devam etmesi hâlinde totalitarizmin kaçınılmaz olacağını söylüyor. 1944’te ise haklı çıkmanın gururuyla komünizmin ve faşizmin aynı totaliter zihniyetle eylemlere giriştiğini; her ikisinin de vergi ve sosyal güvencelerle “yatırımcı düşmanlığına dayanan bir devlet politikası oluşturduğunu” belirtiyor.

Hayek, aynı günlerde yakın arkadaşlarına bir hayalinden bahsediyor: Gazetecilerin, akademisyenlerin, hukukçuların, iktisatçıların, yatırımcıların ve “eski dünyadan sıtkı sıyrılanların” güçlerini birleştirerek neoliberalizmi anlatacağı bir vakıf kurmak… Bu hayal, 1947’de Mont Pelerin Cemiyeti’yle gerçeğe dönüşüyor.

Devlet müdahaleciliğinin esas olduğu “eski dünya düzeni” yerine, eşitler arasındaki hiyerarşiyi altüst edecek, demokrasinin gerekli ve zorunlu olmadığını savunacak, zenginlerin daha zenginleşip özgürce yatırım yapmasına el verecek “yeni bir düzen”i yaratma yolunda ikna çalışmaları yürütmek, Mont Pelerin Cemiyeti’nin başlıca amacıydı. Diğer bir deyişle girişimcileri dünyaya tanıtan, koruyup kollayan bu cemiyet çatısı altında yan yana gelenler, toplumların “refahı” ve “ilerlemesi” için para kazanıp harcamakta serbest olmayı istiyor, devletin sadece bu arzuyu kolayca gerçekleştirilmesi için bir mekanizma rolü üstlenmesi gerektiğini düşünüyordu.

Hayek’e göre bu yatırımcılar, hem iş imkânları yaratacak hem de kültürel faaliyetlere zaman ve bütçe ayıracak ideal yaşam için bir modeldi. Dolayısıyla devlet, kişilere ve onların kurduğu hür teşebbüslere engel olmamalı, önünü açmalıydı. Hayek’in 1960’ta yayımlanan 'Özgürlük Anayasası'nda yer verdiği bu hayaller, 1970’lerden itibaren gerçek oldu. Neoliberalizm, 1980’lerde yükselişteydi, 1990’ların ikinci yarısında sendeledi, 2000’lerde yıkıcı krizler yarattı.

Jeremy Brecher, 'Grev!' (Çeviren: Tamer Tosun, Ayrıntı Yayınları, 2019) başlıklı kitabında, neoliberalizmin ve küreselleşme çağının krizlerini tarif etmişti: “Küreselleşme çağı, çalışan insanları zayıf ekonomik büyümenin çok ötesine giden problemlerle karşı karşıya bıraktı. Zenginlik ve gelir, hem ülke içinde hem de ülkeler arasındaki eşitsizliği radikal olarak daha da artırdı. Tüm ülkelerde büyüyen bir ‘ekonomik açık’, ekonomik ve politik gücün az sayıdaki elitin eline geçmesinden ve kendi kendini yönetme hakkının erozyonundan kaynaklandı. Görece barış dönemleri noktalanınca savaş, kronik bir durum hâline geldi: ABD bu zaman diliminin neredeyse tamamında Afganistan’da ve Irak’ta sürekli savaştaydı. Küreselleşme bağlamında, kaynak savaşları ve emperyalizmin güncellenmiş formları çoğaldı. İçlerinde en rahatsız edici olanı, kirliliğin yol açtığı iklim değişikliği, insan hayatını topyekûn tehdit etti. Bu, doğal kaynakların aşırı sömürülmesi ve yerel, hatta küresel ekosistemi bozan su, hava, toprak ve hava kirliliği gibi altında yine ekonominin yattığı diğer çevresel sorunlarla etkileşime girdi.”

Siyaset bilimci Wendy Brown, “Batı’da Antidemokratik Siyasetin Yükselişi” alt başlığıyla yayımlanan 'Neoliberalizmin Harabelerinde'de, Brecher’ın bıraktığı yerden devam ederek “Neoliberal ekonomik sarsıntıların sonucunda neden ve nasıl sol değil de sağ güçlendi?” sorusuna yanıtlar arıyor.

SLOGANLARLA İKTİDARINI KORUMAYA ÇALIŞANLAR

Brown, neoliberalizmin insanlığı, kavram karışıklığına ve politik bulanıklığa sürüklediğini düşünüyor. Hayek’in 'Özgürlük Anayasası'nda dile getirdiği “refah” ve “huzur” teorilerinin 2000’lerden sonraki yansıması şiddet, prim yapan otoriterlik, popülizm ve demokratik faşizmdi. Bunlara, bilim ve akıl yerine püritenlik soslu milliyetçilikle hayata geçirilen ayrımcılık, nezaketsizlik ve hesap verilebilirliğe duyulan öfke de eklendi, ırkçılık kazanları kaynatılmaya başladı.

Neoliberalizmin Harabelerinde, Wendy Brown, Çeviren: Bülent Doğan, 210 syf., Metis Yayınları, 2021.

Brown, bugün suçlu arayan ve bulanların yarattığı tehlikeli gidişatı resmediyor: “Tahtın elden gitmesinin suçunu, işleri çalan göçmenlere ve azınlıklara, ayrıca seçkinlerin ve küreselcilerin talep ettiği liberal kapsayıcılıktan hak etmemesine rağmen faydalandığı düşünülen diğerlerine (en çileden çıkarıcısı da güya terörist dinlerin ve ırkların mensuplarına) atmak gayet kolaydı. Kendi uğradıkları zararların (ki ‘Memleket elden gidiyor’ diye yansıtılıyordu) görüntüsüyle seferber edilen neoliberal ekonomik politikaların nedenleri bunlardı. Bu görüntü; ailelerin mutlu, sağlam ve heteroseksüel olduğu, kadınların ve ırksal azınlıkların haddini bildiği, mahallenin intizamlı, emniyetli ve homojen olduğu, eroinin siyahların sorunu olduğu, terörizmin ise anayurdun içinde olmadığı, ülkenin ve Batı’nın açık kimliğini, iktidarını ve gururunu teşkil edenin hegemonyasını, Hıristiyanlığın ve beyazlığın koruduğu mitsel bir geçmişe dayanıyordu. Başka halkların, fikirlerin, yasaların, kültürlerin ve dinlerin istilaları karşısında sağcı popülist liderlerin korumayı ve geri getirmeyi vaat ettiği masal dünyası buydu. Kampanya sloganları her şeyi anlatıyordu: ‘Amerika’yı Yeniden Yücelt (Trump), ‘Fransa Fransızlarındır (Le Pen ve Millî Cephe), ‘Kontrolü Geri Al’ (Brexit), ‘Bizim Kültürümüz, Bizim Yurdumuz, Bizim Almanyamız’ (Almanya İçin Alternatif-AfD), ‘Saf Polonya, Beyaz Polonya’ (Polonya Hukuk ve Adalet Partisi), ‘İsveç İsveçlilerindir’ (İsveç Demokratları). Bu sloganlar ve ifade ettiği mağduriyet ruhu, bundan önce birbirinden ayrı ırkçı marjinal gruplarla, sağcı Katoliklerle, evanjelik Hıristiyanlarla ve orta sınıfın ya da işçi sınıfının dışında kalan, sadece hüsrana uğramış beyaz banliyö sakinleriyle bağlantılıydı.”

KAPIDA BEKLEYEN ÖFKELİ SAĞ POPÜLİZM

Brown, neoliberalizmin üçlü sacayağını hatırlatıyor: Toplumu dağıtma, siyaseti etkisizleştirme ve özne üretimi-kişisel alanı genişletme. Ekonomik açıdan ayrımcılığa uğrayanların ve ırksal hınçla dolanların, demokrasi ve eşitlik düşmanlığıyla örgütlendiğini de anlatan yazar, büyük fotoğrafı koyuyor masaya: Trump, seçimi belki kaybetti ama Trumpizm sahneyi öyle kolay terk edecek gibi durmuyor.

Hayek ve Mont Pelerin Cemiyeti, bugünkü popülizm ve otoriterlik örneklerini öngörmemişti fakat Brown’ın deyişiyle ırkçılık, nihilizm, kadercilik ve hınç ile birlikte bir tür Frankenstein’ın doğumuna yol açtı: Yazara göre neoliberallerin özgürlük formülleri, aşırı sağı canlandırıp meşrulaştırdı, şiddet ve ayrımcılık kapılarını açtı. Toplumsuz özgürlük anlayışı, toplumsalı önce şeytanlaştırmaya, ardından “tedavülden kaldırmaya” yönelince bazı yerlerde demokrasinin zemini boşaldı, bazılarında ise kerterizi oynadı.

Brown’ın bu olup bitenlere dair yorumu önemli: “Demokratik müzakere, mücadele ve iktidar paylaşımı yerine işletme, hukuk ve teknokrasi: Demokratik siyasal hayata pek çok cepheden yöneltilen bu düşmanlığın uzun yıllar sürmesi en iyi hâliyle neoliberalleştirilmiş nüfuslar, demokrasinin değeri konusunda yaygın bir kafa karışıklığı, en kötü hâliyle de demokrasinin ayaklar altına alınmasına yol açtı. Yine de siyasal itibarsızlaştırılır ve saldırıya uğrar ama ortadan kaldırılmaz ve demokrasinin kendisi zayıflayıp değersizleşirken neoliberal düzenlerde demokratik olmayan ve demokrasi karşıtı siyasal güçler ve enerjiler, hem genişledi hem de yoğunlaştı. Böylece eşitsizliği ve güvencesizliği artıran neoliberal etkiler, öfkeli sağ popülizme yol açtı ve siyasal demagoglar iktidara geldi.”

TEORİ, UYGULAMA VE TARİHSEL SAPMA

Sermayenin serbest dolaşımını ve büyümesini, demokrasinin halk egemenliğinden ayrıştırılıp iktidarın barışçıl aktarımını sağlayacak bir araca indirgenmesini, bunların yanında yurttaşlığı oy kullanmayla, yasamayı evrensel kurallar oluşturmasıyla ve mahkelemelerin hakemlikle sınırlanmasını düşleyen neoliberaller, Brown’a göre siyaseti ve demokrasiyi önemsiz görüp aşağılayınca kendi projelerinde bir gedik açtı. Böylece antidemokratik bir politik kültür filizlendi.

Neoliberallerin, sosyal demokrasi ve toplumsal adalet yerine, piyasaları ve gelenekselliği koyarak oluşturduğu sistemin doğurduğu ahlaki boşluk, “dizginsiz, kültürsüz ve kabul gören normları gözden düşüren”; nihilizmle, şiddetle ve hınçla sarıp sarmalanmış bir “özgürlük” meydana getirip popülist otoriterlerin önünü açtı.

Brown’ın bu bağlamdaki notu önemli ve yalnızca ABD’deki duruma değil, diğer popülist liderlerin eylemlerine de işaret ediyor: “Artık kimsenin ahlaklı olması gerekmiyor, ahlaka dair naralar atması yeterli (...) Trump’ın evanjelik tabanı, onun kim olduğuyla değil, Kudüs, kürtaj, askeriyede transların yasaklanması, okullarda dua, Hıristiyan işletmelerin ve bireylerin ayrımcılık yapma hakları gibi konularda ne yaptığıyla ilgileniyor.”

Brown, yorumlarıyla ve belirlemeleriyle neoliberalizmin geçmişine yoğunlaşırken bugün karşılaştığımız siyasal ve toplumsal sorunların özüne iniyor, yakın gelecek için öngörülerde bulunuyor. Öte yandan, neoliberal teori ile uygulama arasındaki farklardan doğan tarihsel sapmaları sıralayan yazar, çekici şekilde ambalajlanan sistemin harabelerde geziniyor.