Müslüman İspanya tarihi ve ulusal tarih yazımında yansımalar
İberya’nın Müslüman ilk fatihleri bariz bir şekilde ‘Arap’ kavimlerinden geliyor olsa da gerek Kuzey Afrika’nın Berberi halkları, gerekse Müslümanlaşan İberya yerlilerinin çoğunluğu, Müslüman İspanya tarihinden bahsederken ‘Arap’ kelimesini temkinli bir şekilde kullanmayı gerektiriyor. Endülüs’e egemen son iki krallığın Afrika kökenli oluşu da hesaba katıldığında ‘Arap’ yerine ‘Müslüman İspanya’ demek daha kapsayıcı olacaktır.
Akdeniz’e kıyısı olan ülkelere seyahat ettiğimizde tanık olduğumuz benzerlikleri fazla düşünmeden denizin kendisine bağlarız. Ancak ‘Akdeniz’ dendiğinde insanların kafasında canlanan öğeler değişiklik gösterebiliyor. Yeme, içme, mimari, mizah, kültürel kodlar ya da davranış biçimleri gerçek bir ortaklığa işaret ederken beyaz elbiseler, hasır şapkalar ve Santorini’yi andıran zarif bir yerleşim görüntüsü genellikle bir turistin gözündeki ‘Akdeniz’ algısı olarak kafa karıştırıyor.
‘Turistik Akdeniz’e sahip olmadığımız sürece ‘Akdeniz kültürü’ dediğimizde yanlış bir yakıştırma yapmış sayılmayız. Fakat kolaya kaçmış olabiliriz. Zira bizi bize benzeten şeyler belki Akdeniz kazanında kaynıyor ancak sadece bu kazandan beslenmiyor.
Mesela İspanya’nın Portekiz ile paylaştığı İberya Yarımadası, bizim için Akdeniz’in en uzak ucu anlamına geliyor. Ancak bu iki memleket, fiili uzaklığa rağmen ilginç derecede benzer bir tarihi seyre sahip. Birbirlerine yakın tarihlerde yükselip, gerileyen imparatorluklar, Batıyla kurulan hayranlık ve nefretin karıştığı ilişkiler, dünyadaki kimi gelişmeleri geriden takip etmenin yarattığı kontrastlar, geçmişin gölgesinden kaçma üzerine kurulu ulusal tarih anlatılarının bina ediliş şekli…
Tüm bunları ve çok daha fazlasını anlayabilmek için İspanya tarihinin kalbine, Endülüs bölgesine seyahat etmek gerekiyor. Bu doğrultuda ileriki günlerde Endülüs’ün iki önemli kentini, Kordoba ve Granada’yı konuşacağız. Ancak kentlerin dününe ve bugününe bir seyahate çıkmadan önce Endülüs’ün tarihine ve kültürüne bir giriş yapmak, yolumuzu açacaktır.
ENDÜLÜS ‘ARAP’ MI DEMELİ?
Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, İspanya’da da kentlerin, dağların ya da nehirlerin isimlerini incelemek, keyifli olduğu kadar bize eski kapılarının anahtarlarını verir. İspanya’da yer isimlerini biraz kazıdığınızda yerli İberya halklarından Fenike, Yunan ve Kartaca kolonilerine, Latinceden Arapçaya kadar geniş bir yelpaze ile karşılaşıyorsunuz. Fakat işin en eğlenceli kısmı, çeşitli dilden ve halktan gelen etkilerin kesiştiği anlar. Mesela İspanya’nın güneyindeki Endülüs (Andalucia) bölgesini ele alalım. Hep Arap medeniyetiyle bağdaştırdığımız ‘Endülüs’ adı, bambaşka bir kökenden geliyor: ‘Vandalesya’ yani Vandallar ülkesi. Hun akını önünde buralara göçen, yeni gelenlerin baskısıyla Kuzey Afrika’ya geçmeden önce uzun bir süre İberya’da yerleşen Germen halkı(1).
Böylece Müslüman İspanya tarihinin kıyılarına ulaşıyoruz. Fakat pek çok doğru bilinen yanlışa ev sahipliği yapan Endülüs’ü doğru tanıyabilmek adına bildiklerimizi süzgeçten geçirmemiz gerekebilir. Aslına bakarsanız işin en ilginci Müslümanların İberya topraklarına oldukça kısa bir süre içerisinde ulaşmış olup, uzun bir süre varlık göstermeleridir. Dönemin Kuzey Batı Afrika’nın valisinin Berberi asıllı azatlı kölesi Tarık bin Ziyad komutasındaki birliklerin, bugün kendi ismiyle anılan Cebelitarık (Arapça: Tarık’ın Dağı) boğazını geçtiği 711 yılından Granada Sultanlığı’nın yıkıldığı 1492’ye kadar arada neredeyse 9 yüzyıllık bir süre var. Ancak bu zaman aralığını ‘Arap fethi’ olarak değerlendirmek ya da yaşananları ‘Müslümanlarla Hıristiyanların din savaşları’ olarak görmek mümkün değil.
Her ne kadar İberya’nın Müslüman ilk fatihlerinin önemli bir kısmı bariz bir şekilde ‘Arap’ kavimlerinden geliyor olsa da gerek Kuzey Afrika’nın Berberi halkları, gerekse Müslümanlaşan İberya yerlilerinin çoğunluğu, Müslüman İspanya tarihinden bahsederken ‘Arap’ kelimesini temkinli bir şekilde kullanmayı gerektiriyor. Granada Sultanlığı sayılmazsa eğer Endülüs’e egemen son iki krallığın (Murabıtlar ve Muvahhidler) Afrika kökenli oluşu da hesaba katıldığında ‘Arap’ yerine ‘Müslüman İspanya’ demek daha kapsayıcı olacaktır.
Bunun tek nedeni krallıkların kökenleri değil, toplum için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Endülüs idari yapısının İberya’da yerleşmesiyle birlikte yeni bazı toplumsal grup isimleri ortaya çıkar: İspanyol Müslümanlara verilen ‘müvelledün’ ya da kendi dinlerini koruyan Hıristiyanlara verilen ‘Araplaşmış’ anlamını taşıyan ‘müstaribler’ (mozaraplar) gibi tanımlar örnek verilebilir. Ancak yıllar içerisinde kimin atasının Endülüs’e Müslüman geldiği, kiminse din değiştirerek Müslüman olduğu anlaşılamaz bir hal alır. Ki bu durum, tek bir halka mal edilemeyecek bir çeşitlilik sunar. Halklar ve inanç grupları arasındaki bazı farkların belirsizleşmeye -ya da önemsizleşmeye- başlamasıyla birlikte özgün bir ‘Endülüs’ kültürü ortaya çıkar.
Bunun en güzel örneklerinden biri dildir. Mozarapça olarak bilinen dil, İspanyolcanın yoğun Arapça etkisi altında gelişmesiyle oluşur. Endülüs’te konuşulan Mozarapça, Arap alfabesi kullanılmasına karşın bir Latin dilidir.
Elbette o dönem ciddi bir prestije sahip Arap kültürü Endülüs’ü ve hatta çevresindeki diğer halkları pek çok açıdan etkilemiştir. Ancak İberya ya da Afrika kökenli diğer kültürlerin etkilerini göz ardı etmemek adına ‘Müslüman İspanya’ gibi daha kapsayıcı kavramları kullanmak daha sağlıklı olacaktır.
HEP DİNLER SAVAŞI MI?
Endülüs tarihine dair yanlış yaklaşımların bir tanesi de daima ‘dinler çatışması’ merceğini kullanmak. Yüzlerce yıllık bir tarihi bu kadar basit bir motivasyona indirgemek mümkün değil. İşin ilginci bu yaklaşımı çürütecek onlarca veri olmasına karşın, ‘dinler çatışması’ argümanının bugünün hâkim tarih anlatısında hâlâ geçer akçe oluşudur.
Kuşkusuz din, toplumsal kodlardan bir tanesidir ve bu meseleye toplumlar farklı zamanlarda farklı yaklaşımlar geliştirmiştir. Dolayısıyla elbette bir kültürü ve halkı tanımada kritik öneme sahiptir. Ancak tarihi incelerken ‘tek’ ve ‘değişmez’ motivasyon ilan edemeyiz. Hele ki egemenlerin sınıfsal çıkarları çoğu zaman ‘dinin’ önüne geçerken.
İspanya tarihi, bize bunun güzel bir örneğini sunar. Endülüs’te siyasi birliğin dağılmasıyla başlayan ve Anadolu tarihindeki beylikleri andıran Tavaif-i Mülûk (las taifas/tayfalar) döneminde, Hıristiyan krallıklarla kurulan ilişkilerin tek düzeyde işlemediği görülüyor. Krallıklar/beylikler dönem dönem Hıristiyan hükümdarlara, dönem dönem Müslüman hükümdarlara vergi vererek onların otoritesini tanır, birinin ya da ötekinin yanında savaşa girer. Örneğin 1248 yılında Sevilla’yı kuşatan III. Fernando’nun yanında Granada merkezli Nasri Sultanlığı’ndan Sultan İbnül Ahmer de vardır. Küçük bir bölgeye hâkim Granada Emirliği, Kuzey Afrikalı güçler ile İspanya arasında kurduğu diplomatik denge sayesinde birkaç yüzyıl daha varlığını sürdürecektir.
15. yüzyılda, Aragon ve Kastilya-Leon krallıkları arasında yapılan meşhur evlilikle birlikte İspanya’nın fiili temelleri atılır. Bu tarihler aynı zamanda Yahudilerin ve Müslümanların İberya’dan sürülmesini beraberinde getirir. Böylece İspanya tarihinde ‘Reconquista’ (Yeniden Fetih) olarak bilinen ve ilerleyen yüzyıllarda ulusal tarih yazımında kilit rolün atfedileceği dönem tamamlanmış olur.
Tüm bunlar bize ‘fanatik’ bir hattın tarihin bir aşamasında benimsendiğini gösteriyor. Öyle ki Hıristiyan olmayanlara sunulan ‘ya sürgün, ya din değiştirme’ seçeneği dahi yeterli olmaz. Morisco olarak adlandırılan ve Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçen nüfus dahi hoş karşılanmaz, takiye yapmakla suçlanır. Nihayet bazı ayaklanmaların ardından ciddi bir Morisco nüfusu da sürgüne yollanır. (Morisco’ların hikayesini ileriki yazılarda anlatacağız.)
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. Unutulmamalı ki Katolik krallıkların tutumu her zaman aşırılıkçı olmamıştır, öncesinde uzun soluklu bir hoşgörü dönemi İberya’ya hakimdir. Yani Müslümanların, hiçbir zaman Hıristiyanların hakimiyetinde olmadığını söyleyemeyiz. Örneğin Müslümanların Toledo’yu (Tuleytula) 1085’te kaybetmesiyle birlikte çok sayıda Müslüman sanatkâr orada kalır, ayrıca aralarında bazı alimler de vardır. Kaldı ki İslam bilim ve felsefesinin Avrupa’ya taşınmasında bu kişiler önemli rol oynar. Müslüman hâkimiyetinin sadece Granada ile sınırlandığı 1248’den sonrası için de benzer bir yorum yapabiliriz. Hıristiyanlar Aragon ve Valensiya ahalisinin oldukça az bir kısmını oluştururken Endülüslü yeni eyalet Kastilya’nın nüfusunun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturur.
Daha somut bir örnek vererek bağlayalım: 9. yüzyılda Kuzey’deki sınır bölgesinde yaşayan Musa bin Musa ibnül-Kasi ailesinin, aynı dönemde Pamplona (Benblüne) civarında Navarre Krallığı’nı kuran aileyle hısım ve akrabalık bağları vardır. Gerçekte bu olgu görmezden gelinemeyecek bu krallığın büyümesine önemli katkıda bulunmuştur. Muhtemelen bu husus, Frank feodal yapılarının yaygınlık kazanmasıyla yakından alakalıdır. Çünkü feodalizm kişinin efendisine karşı sorumluluklarına o derece önem atfetiyordu ki, onun dini tamamen önemsiz kalıyordu. İnsanların rahatça din değiştirdiği veya başka bir dinin önderine bağlılık yemini ettiği bu dönemdeki pek çok vaka, 9. yüzyıl savaşlarına esasen iki din arasındaki mücadeleler olarak bakılmadığını göstermektedir.(2)
BİZE NE ÇIKAR?
Müslüman İspanya tarihine Granada, Kordoba ve moriscoları konuşacağımız yazılarda rastlamaya devam edeceğiz. Bugün son bir soruyu kendimize sorarak toparlayalım: Tüm bunlar bize, yani dünyanın bu köşesinde yaşayanlara ne anlatıyor olabilir?
Elbette yüzlerce yıl öncesinden bahsediyoruz, köprülerin altından çok sular akmış. Bugün ile geçmiş arasında doğrudan büyük bağlar kurmak mümkün olmadığı gibi tehlikeli de olacaktır. Fakat bahsettiğimiz yıllardan çok daha yeni olan ulusal tarih yazımını incelemek hatta karşılaştırmak, mümkün ve gereklidir.
Her iki coğrafyanın da geçmişi bize sonraki yüzyıllara dair olguları geçmişe mal edemeyeceğimizi öğretir. Reconquista döneminde Hıristiyan krallıkların Müslüman İspanya’yı tarih sahnesinden sildiği bir gerçek. Ancak Müslüman İspanya’nın kültürel, sembolik ve maddi değerlerini bir çırpıda sildiklerini söylemek mümkün değil, aksine yaşanan tüm gelişmelere rağmen çoğunu benimsediklerini gözlemliyoruz.
Anadolu’nun tarihinde benzeri bir durumla karşılaşıyoruz. Konstantinopolis’in Osmanlıların eline geçmesiyle birlikte Fatih Sultan Mehmet’in ‘Roma’nın Sezarı’ yani ‘Kayser-i Rum’ unvanını aldığı biliniyor. Sadece unvan gibi sembolik değerler değil; Roma’nın idari, kültürel, sanatsal değerleri de belli bir süzgeçten geçirilip benimsenir. Ancak ulusal tarih yazımı ile son yüzyıllarda İspanya’da -tıpkı Türkiye’de olduğu gibi- geçmişe farklı bir şekil vermeye yelteniliyor. Bir tarafta ‘Arap işgalcilere karşı verilen kutsal savaş’ İspanyol kimliğinin köşe taşı olarak işlenirken, diğer tarafta Cüneyt Arkın’lar, Diriliş Ertuğrul’lar gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bir tarihi yaratır. (Hikâyenin Anadolu ayağını daha önce konuşmuştuk, o nedenle burada bırakabiliriz).
Tıpkı aynada yansımaların ters görünmesi gibi İspanya ve Türkiye’de ‘resmi tarihin’ izleği birbirine ters yönden benziyor diyebiliriz. Şüphesiz her iki ülkenin de modernleşme sürecini gücünü kaybetmiş yaşlı imparatorluklar üzerinde yaşamış oluşu benzer anlatıyı güçlendirmiştir. Ancak asıl mesele yansımanın ters de olsa uyumudur.
Peki karşılaştığımız yansıma Akdeniz’den mi kaynaklanıyor diye tekrar soracak olursak eğer bir alıntıyla yanıt verebiliriz. Gül Işık, İspanya: Bir Başka Avrupa kitabında bu konuyu “Bizimle bir benzerlikleri varsa, bizimki kadar tartışma götüren ‘Akdenizlilik’lerinden gelmiyor o, başka bir yerden, Doğu ile Batı’nın çetin birlikteliğinden geliyor"(3) sözleriyle özetliyor. Hoş, bu birliktelik çoğu zaman Akdenizlilik dediğimiz üst başlığa da içkin görülebilir. Uzun yıllardır aynı denizin çevresinde birbirleriyle daima etkileşim içinde olan insanların bulunduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz ne de olsa.
Öyle ya da böyle, adı her ne olursa olsun karşılaştığımız yansıma nedeniyle İspanya tarihini incelemek bizim için daha öğreticidir. Ulusal tarih anlatıları deşifre oldukça Akdeniz kazanı daha da kaynayacaktır.
NOTLAR:
(1) Başka Kentler, Başka Denizler – Murat Belge (İletişim Yayınları), s. 280
(2) Endülüs Tarihi, W. Montomery Watt-Pierre Cachia, Küre Yayınları, s. 43
(3) İspanya: Bir Başka Avrupa, Gül Işık, Metis Yayınları, s. 21
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
Suriye’nin çatısında artık İsrail bayrağı dalgalanıyor 11 Aralık 2024
Kafatasçı emperyal hayallere elmastan bir taç: Rodezya 07 Aralık 2024
Aristokrat aileden Bolşevik önderliğe: Elena Stasova 30 Kasım 2024
NATO’nun Lenin ile savaşı 27 Kasım 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI