Metin'e uğurlama: Ani bir ölümün ardından...

Metin’in reel siyaseti ile kadim teorisi kucaklayıcı ve teşvik ediciydi hep; toparlayıcı, kucaklayıcı bir dili oldu.

Google Haberlere Abone ol

Osman Akınhay

 Metin Çulhaoğlu’nu kısa bir süre tanıdım; sonra hep takip ettim. 47’liydi; bir kuşak büyüğümüzdü.

1983’te Mamak’tan Çanakkale Cezaevi’ne geldikten kısa bir süre sonra C-2 koğuşuna geçtiğimde, merdiven penceresinden görmüştüm onu ilk. Sırayla aynı havalandırmaya çıkıyorduk; biz girerdik onlar çıkardı, onlar girerdi biz çıkardık. Koğuşlar arası geçiş yoktu henüz.

Bir hafta olmuştu geleli ve her sabah otuzlarında bir adam, disiplinini hiç bozmadan, havalandırma etrafında, en az 45 dakika-1 saat koşuyordu. (Çanakkale’de kaldığı yıllar içerisinde o sabah koşusunu bir kere bile aksattığını görmedim.)

Benden önce koğuşa gelmiş bir arkadaşıma, “Kim bu?” diye sormuş, “TİP’ten ayrılanlardan,” cevabını almıştım. Sosyalist İktidar’dı ayrıldıktan sonra çıkan dergilerinin adı. Haliyle, en çok Yalçın Küçük’le beraber anılıyordu ismi. Ama Yalçın Küçük’ün okurun kafasına vurmaya çalışan ve büyüklenen üslûbundan eser yoktu onun yazdıklarında. Hep bir birleştirici, hep bir öğrenme/anlatma kastı, hep bir bilgiye/teoriye yaslı yol gösterme arzusu; satır aralarında engin bir bilgi birikimi; sinemadan edebiyata geniş bir arkaplan.

Birkaç ay sonra, herhalde bir bayram vesilesiyle, Çanakkale’deki ilk açık görüş günümde koğuşlarına geçtim. Gidip kendimi tanıttım; sohbet etmek istediğimi söyledim. Çay içtik, konuştuk. “Sizinkiler sayesinde geçecektim sınırdan, olmadı,” demişti. Tutuklanınca bir süre Edirne’de kalmış, sonra Çanakkale’ye sevk edilmişti.

O tahliye olana kadar her vesileyle oturduk, muhabbetler ettik. Pazar öğlenleri saat 12’de, TRT’deki sinema kuşağını asla kaçırmazdı mesela. B-4 koğuşunun büyükçe salonunda, televizyonun en önüne taburesini koyar, Western’leri muzipçe izler, klasik filmlere bayılır, arada bir muhakkak aktörlerin bir hikâyesini anlatırdı.

Havalandırmada bizzat futbol oynarken de ciddiyetini korurdu. Televizyondaki futbol maçlarını kaçırdığını hiç görmedim. Ankaragücü’nün maçlarına ayrı bir önem verirdi. Ankara’cıydı. Ben tahliye olduktan sonra da Ankara’da Konur’da, Meşrutiyet’te buluşup sohbet ettiğimizde, ben Ankara’ya yeniden yerleşmeye kalkışamazken o Ankara’dan ayrılmaya hiç niyeti olmadığını söylerdi.

Edebiyatı çok iyi bilir, en fazla teoriyi önemserdi. Nitekim, Türkiye Solu’nun nadir teorisyenlerinden biri oldu. Ani ölümünü haber alışımızdan üç gün önceki yazısını da okumuştum, rastladığım her yazısı gibi.

Erken (bize göre erken tabii) tahliye oldu. Çıktıktan kısa süre sonra da, 1986 sonunda, yakın dostlarıyla Gelenek dergisini çıkarmaya başladı. Beni abone etmişti; cezaevine her sayısı adıma geliyordu. Ara ara kart yazardık birbirimize.

12 Eylül sonrası ilk yılların Somut, Bilim ve Sanat ve Yarın gibi dergilerinin ardından Zemin ve 11. Tez gibi dergilerin çıktığı ikinci dalgada yer alıyordu herhalde Gelenek. ‘Devrimci muhasebe’nin ve ‘kuşak tartışmaları’nın çokça dillendirilmeye başlandığı bir zaman dilimiydi. Dönüp dönüp ’77 Kuşağı’na oldu? diye düşünülüyordu.

Metin de Gelenek’in Ocak 1987 tarihli 3. Sayısında ’68 Kuşağı üzerine doyurucu bir yazı kaleme almıştı ve o yazısında ‘nostalji’ye dair birkaç kelam etmişti. Ben de o yazıdan hareketle, cevabi nitelik de taşıyan “Nostalj Üstüne Bir Değinme” diye bir yazı yazıp Metin’e göndermiştim ve o da benim yazımı Nisan 1987 tarihli 6. sayısına koymuştu.

O zamanın tedirginliği işte; dikkat çekip de cezaevinde daktilom elden gitmesin diye, güya müstear bir isimle, “Osman Akın” adıyla ve “Konuk Yazar” ibaresiyle çıkmıştı yazım ve daha sonra filmler, kitaplar üzerine üç dört yazım daha çıktı. Sonra, Neuchatel zamanı Galatasaray üstüne gönderdiğim bir yazıyı, “Tabii ki bu saçma yazını koymayacağız,” demişti. Haklıydı; saçma bir yazıydı!

Sonraki yıllar, Metin’in ve arkadaşlarının izlediği siyaset, birbirinin yerini alan dergiler ve partiler üzerinden devam etti.

Metin’in reel siyaseti ile kadim teorisi kucaklayıcı ve teşvik ediciydi hep; toparlayıcı, kucaklayıcı bir dili oldu ve herhalde sol içine hitap eden hiçbir yazısında muarızını alt etmenin sevinci denebilecek türden hırslara kapılmadı.

Savında açık bırakmamak için, önce savında açık bulabileceklerin muhtemel argümanlarını irdeler, sonra kendi sonucuna varırdı. Teoriyi siyasetsiz düşünmedi hiç. Umudu hiç solmadı.

Londra’da haftalardır tüm parkları kurutan sıcak havaların ardında pencereye vuran ilk yağmur damlalarına bakar dururken geldi Metin’in vefat haberi.

Üzüldüm, çok üzüldüm; hayatta az yüz yüze gelip, çokça takip ettiğim birkaç kişiden biriydi. Bana Metin’den ne kaldı diye düşündüm şimdi:

Doğru ya, Facebook’ta kurduğu cümleler dahil, her yazısından feyz alınırdı muhakkak!