YAZARLAR

Meçhul bir risale 1927’den sesleniyor: 1 Mayıs’ın anlamını kavgada bulmak

Türkiye’de 1 Mayıs alanlarının devletçe zaptına dair yaygın kanı, 1970’lerle başladığı yönündedir. Ancak yasaklar, bu tarihten çok daha önce Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte emekçilerin önüne dikilir. ‘Sendikalar-Amele Cemiyetleri Niçin Lazımdır ve Nasıl Teşkil Edilir?’ başlıklı metin H. Esad imzasıyla 1927'de yayınlanır. Yazı oldukça basit ancak merak edilen sorulara verilen yanıtlardan oluşuyor. Fakat bu yanıtlar yalın olmasına karşın gerçeği tertemiz bir şekilde işçilerin önüne seriyor.

“Uyan mihnetle çalışan yoksul hemşeri! / İnkılâba gir de ol dünyanın hür rençberi! / Yeri göğü titretip demir döven işçiler! / Kayaları inletip saban süren çiftçiler! / Anadolu şuralar hükümeti var olsun. / İşçilerin emeği üzerlerine yâr olsun. / Asrımızda dikilen beynelmilel çerağın / Semalarda yükselsin güneş gibi parlasın.”

Türkiye İçin Enternasyonal Marşı (Kurtuluş Yolu, 1922)

*

Hep söylenir, “1 Mayıs bir ‘bayram’ değil mücadele günüdür” diye. Farklı şekillerde okuyabiliriz bu yorumu. Mesela bayramı müjdeleyecek bir mücadelenin günüdür belki de?

Bir de “Ne değildir?” diye sormak gerek: Sarı ya da reformist sendikaların bürokrasi şöleni değildir 1 Mayıs. Seçim kampanyalarına boğulan ve sermaye düzeninin allayıp pulladığı adayların rol çaldığı bir meydan da değildir.

Çünkü kesin olan şey, mücadelenin günü olduğudur. Emekçilerin kavgasını haykırdığı bir gündür. Yılların döktüğü kanı ayak izlerinden silmek öyle kolay şey değildir. 1 Mayıs ancak böyle ‘kutlu’ olur.

Bundan 5 yıl önce, ‘olağanüstü’ zamanların henüz başladığı dönemde, 1 Mayıs’ın olağanüstü koşullarda geçmişte nasıl kutlandığını, dünyadan kimi örnekler üzerinden konuşmuştuk. Şimdi ise anlamların yitmediği, ancak eritilip kurumsal bir şekil verildiği bir zamanın içerisindeyiz. Hâl böyle olunca 1 Mayıs’ın gerçek anlamını aramak bugünün görevidir.

YASAKLI 1 MAYISLAR CUMHURİYET'LE BAŞLIYOR           

Türkiye’de 1 Mayıs alanlarının devletçe zaptına dair yaygın kanı, 1970’lerle başladığı yönündedir. Ancak yasaklar, bu tarihten çok daha önce Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte emekçilerin önüne dikilir. Bianet’te Tuğçe Yılmaz, yıl yıl 1 Mayıs’ın kroniğini çıkartmıştı. Hem Osmanlı’nın son dönemlerini hem de Cumhuriyet dönemini kıyaslamak üzere tekrar göz atmak yerinde olabilir. Ancak yine de Cumhuriyetin ilk yıllarını hafızada tutmak o kadar kolay olmuyor. Dolayısıyla biraz daha açarak 1920’lerin 1 Mayıs'larına gidelim.

Osmanlı’da 1 Mayıs'lar, yer yer yasaklarla kesintiler yaşansa da çeşitli milletlerden sosyalistlerin yürüttüğü anma ve gösterilerle devam eder. Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra ve Cumhuriyet dönemindeki 1 Mayıs kutlamalarına dair Hamit Erdem, Emek Tarihi Yazıları kitabında şöyle yazıyor:

“1900’lü yıllardan itibaren Rum, Ermeni ve Türk sosyalistlerin başlattığı 1 Mayıs Anmaları, 1921 ve 1922 yıllarında İstanbul’daki yabancı orduların işgali ve yasaklamalarına rağmen Türkiye Sosyalist Fıkrası ve diğer ‘emek’ten yana parti ve örgütler ile farklı milletlerden işçilerin katılımıyla kitlesel olarak kutlanır, işçi sınıfının o dönemki talepleri dile getirilir. 1 Mayıs (1923) Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fıkrası ve Ankara Hükümeti’ne yakın Umum Amele Birliği tarafından ayrı ayrı kutlanır. 1923 yılı başında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde ‘İşçi grubunun İktisat Esasları’ başlığı altında kabul edilen 34 madde arasında ‘1 Mayıs gününün Türkiye İşçileri Bayramı olarak Kanunen kabulü’ karar altına alınır ancak bu karar asla uygulanmaz. 3 Mayıs 1923’te Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yer alan 1 Mayıs haberi artık 1 Mayıs’a ‘devletin el koyduğunu’, sol muhalefetin ezildiği, Kemalist ideolojinin kendi iradesinin dışında hiçbir unsurun sesinin ve soluğunun işitilmeyeceği, Kemalizm’in her daim önemli temsilcilerinin nutuklar söylediği, işçi hareketinin içinde devletin yerleşmeye başladığı bir dönemin başlamakta olduğunu gösterir. (…) Bu tarihten sonra Cumhuriyet rejimi, işçi sınıfının üzerindeki baskı ve denetimi arttırmaya başlar. 1924 yılında göstermelik bir kutlamaya izin verilir. 4 Mart 1924’te kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu ile demokratik haklar yok edildiği gibi, 1 Mayıs'lar üzerinde on yıllar boyu devam edecek olan yasaklı yıllar başlar. Cumhuriyet’le birlikte Türkiye işçi sınıfı üzerindeki 1 Mayıs yasağı elli seneden fazla sürmüştür.[1]”

BİR MEÇHUL RİSALE

Cumhuriyet döneminde sosyalistler ve emek hareketi, henüz emekleme aşamasındayken aldığı derin yaralarla devam etmek zorunda kalır. Peki yasaklar emek mücadelesini yok etmiş midir? Aslına bakarsanız bugün bu satırları yazıyor/okuyor oluşumuz bile başlı başına bir yanıttır. Egemenlerin hem geçmiş hem mevcut baskılarına bir yanıttır. Ancak biz yine 1920’lerden çok dikkat çekici bir metinle devam edelim.

‘Sendikalar-Amele Cemiyetleri Niçin Lazımdır ve Nasıl Teşkil Edilir?’ başlıklı metin H. Esad imzasıyla 1927'de yayınlanır. Metni Tarih ve Toplum dergisinin Mayıs 1991 sayısında yayınlayan Mete Tunçay ‘yazarını’ ya da ‘yayıncısı Zahmet Neşriyatı’nı tanımadıklarını’ belirterek bu ‘meçhul risaleyi’ okuyucularla paylaşır. Metinin yazıldığı tarihten bu yana neredeyse bir asır geçmiş. Bunca zamana meydan okuyan cümleler kalmış mıdır dersiniz? Gelin bir bakalım…

‘SABAHIN KARANLIĞINDA İŞE BAŞLARIZ’

Yazı oldukça basit ancak merak edilen sorulara verilen yanıtlardan oluşuyor. Fakat bu yanıtlar yalın olmasına karşın gerçeği tertemiz bir şekilde işçilerin önüne seriyor. Mesela ‘Bir işçi nasıl yaşar?’ diyerek başlıyor H. Esad ve şöyle devam ediyor:

“Nasıl çalıştığımızı, nasıl yaşadığımızı anlamak için biraz da vaziyetimizi tetkik edelim. Sabahın karanlığında işe başlarız, 10-12 bazen de 14 saat çalışıyoruz. Öğle paydosu yapılan yerler pek azdır. İşbaşında ayak üzerinde kuru, soğuk şeylerle karnımızı doyuruyoruz. Aldığımız yevmiye hiç mesabesindedir. Yarı aç bir halde yaşıyoruz. Bir de hastalanır veya işsiz kalırsak, bütün ailemizle beraber mahvolduk demektir. Bu fena ve gayr-i kabil-i tahammül vaziyeti bizzat kendi nefsinde tecrübe edip bilmeyen tek bir işçi bulunamaz. Peki şu hâlde işçiyi patronun tazyikinden kim koruyacak? Çocuklarının daha pek küçük yaşta fabrikaya gidip sıhhatlerini kaybetmemeleri için onun işgününü kısaltıp yevmiyesini kim arttıracak? Velhasıl maddi vaziyetini kim iyileştirecektir?”

‘KAPİTALİSTLERDEN ANCAK CEBİR VE TAZYİK BEKLENEBİLİR’

Allah Allah… ne kadar da tanıdık öyle değil mi? Merak etmiyor muyuz sahi kim kurtaracak işçiyi bu durumdan? O zaman da şöyle soruyor H. Esad: “İşçilerin vaziyetini iyileştirmek için belki bizzat patronun kendisi meşgul olur? Acaba bu mümkün mü?”

“Hayır, hiç şüphe yok ki bu mümkün değildir. İşçilerle patron ve fabrikatörlerin barışması asla kabil değildir. Ve bu hiçbir zaman olamaz! Her patron mümkün mertebe işçiyi çok çalıştırmak ve az para vermekte menfaattardır. Bir işçi nerede yaşıyor, kendisiyle ailesi nasıl geçiniyor? Bütün bunlar bir fabrikatör, bir patronu hiçbir şekilde alakadar etmeyen şeylerdir. İşçiler, hastalandıkları veya kuvvetten düştükleri zaman patronların bilâ merhamet onları işten çıkarttıklarını ve yerlerine daha genç işçiler aldıklarını bilmeyen kim var? Hayır, kapitalistler işçilere yardım edemezler. Onlardan ancak cebir ve tazyik beklenebilir.”

BELKİ HÜKÜMET AMELEYİ MÜDAFAA EDER?

Özellikle metnin ilk bölümlerinde çizilen genel çerçeve gerçekten etkileyici. Mesela tamam patron belki yardım etmez ancak hükümet de mi etmez? Bu sorular türlü dezenformasyon ve anti-propaganda yüzünden bugün de işçi sınıfının kafasını karıştırmıyor mu?

“Belki hükümet ameleyi müdafaa eder? Fakat şunu iyice bilmemiz lazımdır ki, hükümet iktidarı amele sınıfı eline geçmedikçe bu da mümkün değildir. Kapitalistlerin -yerli, ecnebi- hükümran oldukları yerlerde, hükümet iktidarını kendi ellerinde bulundurmağa her an için gayret ederler! Sermayedarlar sırf ameleleri takip ettirmek için, büyük bir polis ve hafiye ordusu beslerler. Umumi müessesata, devair, orduya hep kendilerine muti adamları doldururlar. Bu suretle bütün hükümet aparatını kendilerine tabi kılmış olurlar. Kapitalistler hâkim oldukları yerlerde veyahut polis kuvvetlerinin işçileri patronlara karşı müdafaa etmelerine hiç müsaade ederler mi? Sermayedarlar buna hiçbir zaman imkân vermezler. İşçilerin memnun oldukları her defasında, yevmiyelerini yükseltmek için grev yaptıkları veya tezahüratta bulundukları her anda hükümet derhal bunların üzerine ordu veyahut polis kuvvetlerini sevk eder… Grevci amele ile polis ve asker arasındaki kanlı müsadematın vukuu sık sık her yerde görülüyor. Amele patronlardan şikâyet maksadıyla mahkemeye müracaat ettiği zaman neticeden kim kazanıyor? Kapitalist değil mi? Bu, gayet tabiidir. Çünkü mahkemesi de, polisi de, ordusu da, hükümeti de velhasıl her şeyi sermayedarın lehinedir. Bu itibarla işçilerin hükümetten bir yardım beklemeleri pek manasızdır.”

‘MÜNFERİDEN DEĞİL; MÜŞTEREKEN!’

Patron değil, hükümet değil… O zaman kimin yardımı dokunur bu işçi sınıfına? Yazarımız önce işçilerin münferit eylemlerle neden bir yere varamayacağını açıklıyor. Daha sonra ise meselenin en can alıcı yerine geliyor: İşçilerin örgütlü mücadelesine…

“Hakikat halde, işçiye ne münferiden kendisi, ne de kapitalist veya burjuva hükümeti hiç, hiçbir kimse yardım edemez! Onun menfaatini, hakkını patronlara karşı koruyamaz! Fakat işçiler hep birlik olarak, müştereken kendi sendikaları, cemiyetleri, meslek birlikleri vasıtasıyla harekete geçtikleri anda iş tamamıyla başkalaşır. O zaman her işçinin patronla ayrı ayrı konuşmasına, pazarlığa girişmesine lüzum kalmaz. (…) Patrona karşı mücadele esasında, amelenin birbirlerine yardım ve çok sağlam bir solidarite göstermeleri lazımdır. Bundan maada her işçi yoldaş, diğer bütün işçilerle çok sıkı bir kan rabıtası hissetmelidir. Bir işçi bütün işçiler için ve bütün işçiler de bir işçi için mesul olmalıdırlar.”

‘KAÇ YIL GEÇMİŞ BE BİRADER!’

Yazı sendikalaşmanın işçi sınıfı için ne anlamına geldiğini anlatarak devam ediyor. Şimdilik burada duralım ve başta sorduğumuz soruyu tekrar önümüze koyalım: “Kaç yıl geçmiş be birader, devir artık başka devir… Ne yapalım yüz sene evvelden yazılmış bir parça kâğıdın üzerine karalananları?”

Doğrusunu isterseniz bunun yanıtı da oldukça basit. Bahsi geçen sorunlar bugün de emekçilerin hayatının bir parçası mı? Evet parçası. Üretim ilişkilerinde emek-sermaye çelişkisini baştan aşağı yıkan yeni bir gelişme var mı? Hayır yok. Ancak “Eksik kaldığı yerler yok mudur?” derseniz evet vardır. Mesela sendikaların burjuvaziye cephe alamayıp bürokratikleşme tehlikesi eksiktir. Militan işçi mücadelesinin yerini uzlaşmacılığın alması eksiktir. İşçinin birincil gündemini her zaman ‘ehven-i şer seçmeyle’ sınırlayanlar eksiktir. Yoksa mücadele hattında değişen pek bir şey yok, kurumsallaştıkça kaybolan cüret var.

NOSTALJİ MİDİR?

Bir de 1 Mayıs’ı ‘nostalji’ olarak görenler var tabii. Emek mücadelesinde kan, geçmişte kalmış bir ‘tatsız anı’ değildir. Hayatın olağan seyrinde gün geçtikçe yerini daha da sağlamlaştıran iş cinayetleri, katliamlar, sermayenin dolaysız ‘kanlı’ saldırılarıdır. Ancak bir de işçilerin hayatına kasteden diğer dolaylı saldırılar vardır. Sermayenin işçileri yoksullaştırması, güvencesiz çalışma koşullarına mahkûm etmesi, neoliberal politikalar altında ezmesi, çocuk işçiliğini neredeyse zorunlu kılması… Tüm bunlar dolaylı olarak cana kast etmek değil midir? Nüfusun neredeyse yarısı asgari ücretle çalışıyorsa eğer bu insanların alacağı sağlık hizmetinin ya da gıdaların kalitesi, kişinin yaşamıyla ilgili değil midir? Bu da sermayeyi müthiş organize bir şiddet aygıtı haline getirmez mi?

Kimse zoru, kanı, dişe diş kavgayı yok yere tercih etmez. Emekçilerin tepkisi, burunlarından getirilen bir hayatın kavgasıdır. İşte bugün dolaylı dolaysız saldırılar sonucunda emekçilerin kanı hâlâ gürül gürül akıyorsa eğer nostalji olarak nitelemeden önce kavgada değişen nedir diye sormak gerekiyor? Yok eğer bu zamansal bağı kuramıyorsak, o halde anıtlara bırakılan hiçbir çelengin değeri yoktur.

Ama yine de, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de neoliberal kuşatma emekçiler için gittikçe nefes alınmaz bir hava yaratıyor. Bu kara bulutların altında aynı sorular sorulmaya ve daha önemlisi işçiler grevlerin baskı altına alındığı bir dönemde mücadelelerini yükselterek yanıt bulmaya devam ediyor. 1 Mayıs’ın yegâne gündemi işte budur.

[1] Emek Tarihi Yazıları, Hamit Erdem, s. 175-176 (Sel Yayıncılık)


Kavel Alpaslan Kimdir?

1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.