YAZARLAR

Masum değiliz hiçbirimiz

Tüm Suriyelileri ülkelerine -çoğu zaman da Esad hapishanelerindeki işkencecilerin kollarına- geri gönderdiğimizde birbirimizi daha mı çok seveceğiz? Tüm farklılıklarımıza, mültecileştirilmiş kimliklerimize, bizi biz yapan kültürel özelliklerimize rağmen birbirimizi kucaklayacak mıyız? Ama haydi gelin, herkes herkesin suratına tüm kibriyle parmak sallarken ve “akıllı olun” tehditleri havada uçuşurken, içimizdeki "öteki" düşmanlığıyla yüzleşebilecek miyiz bakalım?

Hiçbirimiz masum değiliz.

Suriyeli mültecilere yönelik artan nefret söyleminden ve bunun olası sonuçlarından hepimiz suçluyuz.

Mülteci sorununu hainlik ile ırkçılık arasında sıkışmış bir kısır döngüde tartışmak zorunda kalmak da en büyük ayıbımız.

Mültecilerin siyasi hesaplaşmaların öznesi haline getirilmeleri karşısında, sinema salonundaymışçasına düello tekliflerini izlerken ve milyonlarcasının ülkelerine gönderilmelerinin bir seçim vaadi olması karşısında koşar adım milliyetçi diskurlara dört elle sarılırken ve insancıl yanımızı baskılarken suçluyuz.

Komşusuna sığınan Suriyelileri ülkemizden “söküp atmaya niyetlenen” ellerimiz, aslında bizi ötekileştirdiklerimizden kurtardığını sanırken, boynumuza yeni halatlar geçiriyor. Maskelerimizi birer birer çıkartırken, aslında sokakları kaplayan öfke bulutlarından, nefret gazlarından, hesaplaşma davetlerinden nefes alamıyoruz, boğuluyoruz.

Leonardo da Vinci, insan bir şeye ancak onu tam olarak anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş.

Bugüne dek kaç Suriyeli çocuğun başını okşadık? Kaç Suriyeli aileye yardımcı olduk? Suriyeli arkadaşlarımız oldu mu? Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) iş birliğiyle 2016 yılında başlayan ve travma sonrası stres bozukluğuna yönelik çok kapsamlı projeler yürüten “Mülteci Çocuklara Yönelik Al Farah Çocuk ve Aile Destek Merkezleri”nden herhangi birini ziyaret ettik mi? Veya bir Türk ile Suriyelinin aşkını konu alan Müjde filminden bile mi rahatsız olduk? Birinden nefret etmek için onu ne kadar tanıdık? Onunla ne kadar karşılaştık? 

Yoksa yaşadığımız ekonomik krizin, çift haneli rakamlarda sürekli yükselen enflasyonun, barınma ve istihdam sorununun faturasını onlara mı çıkardık?

On bir yılın hiç muhasebesini yaptık mı? Avrupa Birliği’nin bu zamana değin sosyal uyum yardımı programlarına, Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonunun desteklenmesine, göçmen sağlığı merkezlerine, kayıtlı istihdama geçişe ve okullarda görev alan öğretmenlere yönelik projelere yıllardır verdiği destekleri takip ettik mi?

Kronik empati yoksunluğumuzdan dolayı suçluyuz.

Ülkesinden can korkusuyla kaçan insanları “ülkemizi istila ediyor” diye suçlayan bilgi kaosu ve sosyal medya dezenformasyonu karşısında Suriyelilerin dükkanları ve evleri yağmalanırken ve araçlarına zarar verilirken bunların yeniden gerçekleşmemesi için yeterince çıkar(a)madık sesimizi.

Entegrasyon konusunda doğru ve şeffaf politikalar geliştirilmemesinin toplumsal açıdan endişe yaratan etkilerini, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığının sığ sularına sapmadan, bilimsel ve sosyolojik açıdan anlatanlarımızın, konuyu ortak akılla çözme çağrısı yapanlarımızın sesini duymadık, duyuramadık, belki de özellikle duyurmadık.

“Suriyeliler devletten maaş alıyor” dedik, ama sadece belirli şartları sağlayan Suriyelilere, tamamen Avrupa Birliği tarafından finanse edilen Sosyal Uyum Yardımı (SUY) altında, Kızılay Kart sistemiyle destek veriliyordu. Medya okur-yazarlığından nasibimizi almadığımız için WhatsApp’ta gezinen yanlış bilgilere kanmak daha kolay geldi. Arkadaşlar arası yazışmalarda dönen bu mesajlara “hayır durun, o iş öyle değil” diyenlerimiz ve karşısındakini ikna edebilenlerimiz sayılamayacak kadar küçük bir yüzde olarak kaldı.

Benzer şekilde “Suriyeliler istedikleri üniversiteye sınavsız girebiliyor” dendi, oysa onlar da yabancı uyruklu öğrenciler ile aynı koşullarda üniversite sınavlarına girebiliyorlardı. Hastanede sıra da bekliyorlardı, arabaları için vergiyi de, elektrik faturalarını da kendileri ödüyorlar; ödemediklerinde elektrikleri kesiliyordu. Ama bu bilgi kirliliği, onu yeterince temizleyemediğimiz için kartopu etkisiyle büyüdü de büyüdü.

Bu esnada neden Avrupa ülkelerinin en eğitimli Suriyeli mültecileri kabul ettiğini sorgulayanlarımız ise azınlıktaydı; biz bilgi kaosunu ve dezenformasyonu tercih ettik, zira o daha kolaydı.

Türkiye’de doğan Suriyeli bebekler Türk vatandaşı olmuyorlardı; ama tüm Suriyelilerin 5 yıl sonra Türk vatandaşı olacağına inandırdık kendimizi. Çünkü inanmak ve inandırılmak işimize geldi.

Çalışma izinleri olmayan Suriyelileri ceplerini daha fazla doldurmak için çalıştıran kurnaz işverenleri, sigortasız çalışırken kolunu, bacağını iş makinesine kaptıran veya inşaatlarda asansör boşluğundan düşen Suriyelileri görmedik ama “bizim ekmeğimizi elimizden alamazlar” diye sokaklara döküldük.

Sağlık merkezi tabelalarına Suriyeli mültecilerin anlaması için Arapça yazı yazılırken bunu yadırgayan gözlerimiz, bunu eleştiren dillerimiz, geçmişte benzer uygulamaların ‘anadili Kürtçe olanlar için sağlanması gerektiğini’ söyleyenleri hainlikle suçladığı için aslında hiç mi hiç samimi değildik.

Ateşi 40’ları zorlayan bebesini, trafik kazasında bacağını kaybeden oğlunu, beynine pıhtı atan anasını hastaneye yetiştirmek isteyen Kürt vatandaşın da, Suriyeli vatandaşın da, sağlık merkezinin önündeki tabelayı okuyamıyorsa yaşama hakkı yoktur kimisine göre… Çünkü kimisi için yılda kaç kitap okuduğunun önemi yoktur, önemli olan karşısındaki tabelayı her ne koşulda olursa olsun Türkçe okumaktır.

Onu uzun zamandır taciz eden ısrarlı takipçisi Ümit Karakoyun tarafından sokak ortasında gencecik yaşında katledilen Asiye Nur Atalay ve daha binlerce kadın cinayetini konuşacak, tartışacak ve en önemlisi de tamamen sonlandıracak yerde, toplumdaki tüm kadın tacizlerinin suçunu tekil olaylar üzerinden mültecilerin üzerine yıkarak üzerimizdeki bu karabasandan kurtulacağımızı sandık.

Mültecilerin bir anda gönderilmesi gibi halkın bir kesiminin hoşuna giden bir önerinin uluslararası ve ulusal hukuk açısından bir temelinin şimdilik olmadığını bilmediğimiz için de suçluyuz. Suriye’deki rejimle temas kurduk mu? Geri gönderilmeleri durumunda can güvenlikleri sağlanacak mı? İşin finansal sorumluluğunun farkında mıyız?

İnsani felaketlere yönelik farkındalığımız, ancak on yıllar sonra Netflix’in çok izlenen dizileri üzerinden şekillendi, o da kısa süreliğine…

Vaktinde Suriyelilerin okullaşmasına, Türkçe eğitimine, istihdam piyasasının tüm kollarında kayıtlı bir şekilde yer almalarına, kadınları güçlendirecek projelerin uzun erimli bir şekilde uygulanmasına destek verseydik, proje çıktıkları toplumla saydam bir şekilde paylaşılsaydı, kritik entegrasyon alanlarında etkin bir izleme mekanizması olsaydı bugün çok farklı bir tabloyla karşı karşıya kalacaktık.

Ülkede entegrasyon açısından başarı öykülerini özgür bir medya ortamında tanıtsaydık, çok-kültürlülüğün, çeşitliliğin, barış içinde bir arada yaşamanın insani koşullarını yaratabilseydik, mülteciler meselesini bile politize etmeseydik, seçim süreçlerinde konuşulacak onlarca konu başlığı varken sistemin en zayıf halkasına yüklenmeseydik her şey çok daha farklı olabilirdi.

Kayıtdışı Suriyeli emeğini “bazı sektörlere ucuz eleman ihtiyacı” olarak pazarlamasaydık, böyle yaparak da çalışan kesimin geleceğinden daha fazla endişe duymasına yol açmasaydık, mülteci sorununa çok daha eşitlikçi ve güven verici bir perspektiften bakabilecektik.

Bir yandan da nefret dilini büyüttükçe, mültecileri toplumsal katmanın en dibine ittikçe onlar da kendi içlerine döndüler ve bizlerden daha da koptular.

Konuyu siyasi çıkar uğruna bu denli kullanmasaydık, Türkiye’yi mülteciler için tek destinasyon olmaktan çıkaracak şekilde uluslararası düzeyde sorumluluk paylaşımını sağlayan diplomatik adımlar atabilseydik, zaten karmaşık olan mülteci meselesini çok daha katılımcı, soğukkanlı ve rasyonel bir şekilde ele alabilirdik.

Konunun sadece 1 milyon briket ev yapmakla çözülüp çözülmeyeceği konusunda şüpheleri giderebilseydik, mülteciler konusunda yapıcı, açık, net bir plan ve programı tane tane halka anlatıp kamuya açık metinlerde paylaşabilseydik birçok şey daha farklı olabilirdi.

Oysa biz labirentin sonunu hedeflemek yerine içinde kaybolmayı, çözüm yolundan uzaklaşmayı seçtik.

Elbette hiçbirimiz mülteci değiliz.

Hepimiz bu ülkenin eşit haklara sahip, uluslararası normlara uygun bir adalet sistemi altında yaşayan, sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan onurlu bir yaşam sürdürebilen, huzurlu ve mutlu insanlar olmayı hak ediyoruz.

Öte yandan, hepimizin de endişeleri gidermek adına, hak odaklı olmayan ve sistematik yürütülmeyen bir göç politikasını, ırkçılığa varmadan, katılımcı bir şekilde eleştirme hakkımız var. Çünkü göç politikasının aksaklıklarının bedelini sadece mülteciler değil, onlarla birebir temas halindeki herkes ödüyor.

Ancak ortada şöyle bir insani gerçeklik de var:

Eline bir tutam güç geçen herkesin bir günde güç zehirlenmesi yaşadığı, önüne gelene mavi boncuk dağıtırken bir yandan da en ufak bir yapıcı eleştiri karşısında “vız gelir” diyen siyasetçilerin elinde hayallerin suiistimal edildiği bu son günlerde, siyasi yelpazedeki her kesimin Suriyeli mülteciler üzerinden oy devşirmesi artık giderek daha itici bir hal alıyor.

Hayat pahalılığının zirve, alım gücünün ise dip yaptığı, siyasetten medyaya, müzikten edebiyata her şeyin istisnasız kutuplaştığı bugünlerde, toplumsal uyumumuzun tek işlemeyen halkası sanki Suriyeli mülteciler sorunuymuş gibi bir algı yaratmak ise konuyu trajik bir noktaya çekiyor.

Belki aynaya bakarak şunu sormak gerekiyor kendi kendimize:

Tüm Suriyelileri ülkelerine -çoğu zaman da Esad hapishanelerindeki işkencecilerin kollarına- geri gönderdiğimizde birbirimizi daha mı çok seveceğiz?

Tüm farklılıklarımıza, mültecileştirilmiş kimliklerimize, bizi biz yapan kültürel özelliklerimize rağmen birbirimizi kucaklayacak mıyız?

Suriyelilerden esirgediğimiz kültürel hakları kendi vatandaşlarımıza tanıyabilecek mi o sonsuz “hoşgörümüz”? Peki toplumun önemli bir kesiminin Suriyeli mültecilerin toplumdaki varlığı ve huzursuzluk vakaları konusunda endişeleri artarken bu kaygıları giderecek şeffaf plan ve programları acilen harekete geçirebilecek miyiz? Ülkenin değerli entegrasyon ve göç uzmanlarını, siyasi görüşleri ne olursa olsun, bir masa etrafında bir araya getirip ortak çözüm önerilerini hayata geçirebilecek miyiz?

Ama haydi gelin, herkes herkesin suratına tüm kibriyle parmak sallarken ve “akıllı olun” tehditleri havada uçuşurken, içimizdeki "öteki" düşmanlığıyla yüzleşebilecek miyiz bakalım?


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.