Lillyhammer ya da Batı demokrasisine balyoz gibi inen Amerikan rüyası!

"Lillyhammer" mafya komedi ve dramalarının yeni bir damar bulduğu, “aile”den sonra insanı da keşfettiği 2000’lerde hoş bir örnek olarak öne çıkıyor.

Google Haberlere Abone ol

"İşbitiren" lakaplı çete üyesi Frank Tagliano'nun patronu aleyhinde ifade verdikten sonra tanık koruma programı gereğince Norveç'e yollanmasını konu alan "Lillyhammer", bu huysuz adamın adaptasyon sürecini ve kendi yöntemlerini hayata geçirme çabasını işliyor. 2012-2014 yılları arasında yayınlanan dizide uyum komedisinin yanı sıra Amerikan kültürünün “medeniyetin beşiği”ndeki sınavı da ironik bir dille aktarılıyor.

MASAYI TUTAN ADAMDAN PARAYI TOPLAYAN ADAMA

Frank Tagliano iş ortağı Aldo'ya ihanet ettikten sonra çoğu itirafçı mafya emeklisi gibi soluğu egzotik bir tatil adasında almaktansa yıllar evvel 1994 kış olimpiyatlarında görüp hayran kaldığı küçük bir Norveç kentine yerleşiyor. Herhangi bir estetik operasyonu geçirmeyen Frank kasabaya babası Norveçli bir Amerikan vatandaşı olarak (Giovanni-Johnny Henriksen) geliyor. Ayak basar basmaz sürprizler karşılıyor onu. Mesela komşusu Laila bir polis memuru!

Uzun ve can sıkıcı bir bürokratik süreç konuyor önüne. İş bulmak için kurs, ülke kültürünü tanımak için kurs... Kurs da kurs! Rüşvet teklif ettiği memur Johnny'ye gıcık olunca bu süreçlere yenileri ekleniyor ta ki Johnny eski Frank olana, bildiği yola dönene dek...

Küçük kasabadan beklediği verimi alamayan Johnny işleri eski günlerdeki gibi, "öğrendiği biçimde" çözmeye başlıyor ve rüşvet, ısrar vb. nazik kalabilecek girişimlerini şantaj, tehdit, şiddet izliyor. Kasabaya gelirken trende rastladığı yaşlı yolcuyu rahatsız eden gençleri nasıl sindirdiyse veya ilk günlerinde yerleşim yerine dadanan bir kurdu nasıl avladıysa aynı taktikleri bu kez işinde yükselmek için kullanıyor. Kasabanın barını (Flamingo Bar) satın alıyor, ardından bölgeye yapılacak lüks sitelere ortak oluyor. Attığı her cesur ve bitirim adım ona hem yeni dostluklar hem saygı kazandırıyor. Tabii sevmeyenleri de çoğalıyor. Hafif karar yabancı karşıtı polis memuru Geir Elvis örneğin... Tam bir "dosta güven, düşmana korku ve nefret" vakası! Johnny avane toplamak için kasabanın işsiz güçsüzlerini yanına çekip onlara güzellikler yaparken kendi düzenini kabul ettirmek isteyenleriyse sindirerek hizaya çekiyor, bir anlamda Amerikan rüyasını Kuzey'e taşıyor! İlk bölümde (elbet yine bir hesabından dolayı) masayı tutmaya talip olan Johnny zamanla kasabada bir suç ağı kurarak parsayı toplamaya başlıyor. 

GEÇMİŞİNDE KAN VE KAR, ALKIŞLAR VE KURŞUNLAR... İŞTE LILLEHAMMER!

Lillyhammer adından başlayalım. Dizi adını kasabadan (Lillehammer) değil Johnny'nin vurularak öldürülen köpeği Lilly'den alıyor fakat şüphesiz kışkırtıcı bir benzerlik söz konusu... Bu seçim dizinin alaycı yapısına uygun ve Amerika'nın Avrupa'ya yaklaşımının karakteristik bir dışavurumu aslında... Lillehammer küçük bir yerleşim olmasına karşın geçmişine birçok olay sığdırmış. Meşhur kış Olimpiyatları dışında bir de Mossad Suikasti var ki salt "trajik" biçiminde anmak yetmez. 1973'te bir restoranda çalışan Faslı işçi Ahmet Bouichikhi 72 Münih Olimpiyatları'ndaki saldırının sorumlularından Ali Hassan Salameh sanılıp Kara Eylül örgütüyle ilişkilendirilerek öldürülüyor. Bu katliamın ardından Mossad ajanları kayda değer bir ceza dahi almıyorlar. (Dizinin üçüncü sezonunda bir sahnede bu olaya gönderme yapılıyor.) Belki kasabada böylesi travmatik bir olay yaşanması, göçmenlere yaklaşımı da belirliyor ve günümüz kurmaca dünyasında yabancıların uyum sorununu, komik unsurlar bezenmiş halde ancak bir yandan da ön yargılarla, ırkçılıkla mücadelenin gölgesinde izliyoruz. Üstelik yabancılara gösterilen yakınlığı yine yabancının kimliğinden ve nüfuzundan bağımsız değerlendiremiyoruz. Johnny kendini kabul ettirdiklerine "güçlü bir Amerikalı" olarak ettirirken onu sevmeyenlerin ise Arap sanması ve bir kaçakla karıştırması ilgi çekici... Meselenin göçmek yahut göçmenlik olmadığı, her şeyi göçmenin kimliğinin belirlediği çok geçmeden anlaşılıyor. Johnny başta yadırgansa da bir müddet sonra işlerini rüşvet ve şantajla yoluna koyuyor. O bürokratik duvar, misafirin gücü ve Amerikan sıcakkanlılığı karşısında çöküveriyor. Şeytan tüyü var Johnny'de!

DOSTA VİSKİ SUNUP DÜŞMANI BUZLU SUYA SOKAN BİR NOBRAN

Dizide kültür çatışması ekseninde belirlenen bir ötekileştirmeden daha söz edebiliriz. Johnny'nin Lillehammer'deki yaşantısı Amerika'nın kendisinden olmayanı aşağılama, yok sayma politikasıyla özdeşleştirebilir. Kendini bir bakıma dünyanın efendisi sayan, dış politikada "ilişki" kavramı yerine tahakküm kurma pratiğini yeğleyen Amerika psikolojik üstünlüğü ise çokkültürlü, çok uluslu gösterişinden ve kültürel saldırganlığından alıyor. Dolayısıyla Johnny'nin bu küçük Norveç kasabasındaki davranışlarını bir mafya bozuntusunun başka türlüsünü bilmeyişine değil de geride bıraktığı ülkenin nobranlığına yormak daha gerçekçi... Zaten havuç-sopa taktiğinin, "dosta güven düşmana korku" geleneğinin soğuk savaş artığı bir politikaya, kontrol altında tutma politikasına yaradığı ortada. Satın alabileceğini al, alamadığını korkut... Korkmuyorsa yıldır... 

Dostlarını "kullanabilecekleri" arasından seçen Johnny onlara genellikle viski ikram ediyor, bazen de poker masasına davet ediyor. Ama tek bir adımı beklentisiz, tek bir lütfu hesapsız sayılmaz. Tagliano insanlardan almak istediğini almak konusunda uzman... Örneğin "ona ne verebilir ki" dediklerimizden dahi bir şeyler koparıyor. Adeta sineğin yağını sağıyor ve bu fırsatçı tutumu göçtüğü ülkenin kuruluş felsefesine de işaret etmekte... Mesela poker oynadığı "kılıbık" arkadaşından kumar borcuna karşılık eşinin doğum yapacağı hastaneyi değiştirmesini talep ederek sevgilisine kasabadaki hastanede yer açılmasını sağlıyor.

Bu örnekler çoğaltılabilir şüphesiz fakat şakacı görüntüsünün altında bir nobran yattığını söyleyelim. Johnny'de rastladığımız bu nobranlık Amerika'nın müdahaleci zalimliği ve kültürel yayılmacılığının vücut bulmuş hali. Aynı zamanda başarılı kriz yönetiminin de uzantısı... Amerika bizzat yarattığı yahut ortasına düştüğü krizleri lehine çevirerek "fırsatlar ülkesi" olmuş. Johnny de zaafları kullanarak devam ediyor yoluna, önüne çıkan pürüzleri acele etmeden fakat kararlılıkla temizliyor. Polis memuru Geir'in tatile çıktığı New York'ta giriştiği işgüzar soruşturma kendi sonunu hazırlarken Johnny'nin düşmanlarını da Norveç'e çekiyor. İki tetikçi, eski dostları Frank'i "harcamaya" geliyorlar. Doğrusu onlar da küçümsüyor Kuzey'deki yaşamı ve işlerini bir an evvel bitirip gitmenin derdine düşüyorlar. 

NORVEÇ SOĞUK, BÜROKRATİK VE DEMOKRATİK...

Norveç'te dışarısı buz gibi soğukken yaşama katılım bürokratik, sosyal ilişkilerse alabildiğine demokratik! Sık suç işlenmeyen, içki kaçakçılığı dışında aman aman bir organize faaliyete rastlanmayan bir ülke Norveç... "Lillyhammer" böyle bir Norveç çizmiş. Amerika'dan gelenlerin şaşırması hayli doğal. Zaten dizideki kültürel çatışma adaptasyon temelinden hareket ediyor. Frankie'nin Johnny'ye dönüşümü kurduğu dostluklardan okunabilir. Diğer yandan sevgilisi Sigrid'in oğlu Jonas'a yaklaşımı da aydınlatıcı... Çocuğa kendisini rahatsız eden akranlarını dövmesini öğütlüyor, şiddet içerikli bilgisayar oyunları alıyor. Norveç'te insanlar sorunları konuşarak halletmeye alışmış! “Gece Kuzgunları” adlı grup kasabada dolaşıp olay çıkaran alkollü gençleri ikna etmeye çalışıyor mesela... Veya Johnny'nin taşındığı apartmanda kıl bir yönetici var. Sorunları şiddet ve ayak oyunlarıyla çözme yanlısı Johnny, Gece Kuzgunları'nı şiddete teşvik ederken yöneticiyi bir açığını yakalayarak devre dışı bırakıyor; tabii bununla da yetinmiyor, yerine geçiyor.

Su katılmamış bir Amerikalı o: İstilacı, profesyonel ve acımasız! Bu kültürel çatışma olayların daha da karıştığı ikinci sezonda göçmenler üzerinden ilerliyor. Johnny ve ekibi işleri iyice büyütüp illegal faaliyetlerini saklamaktan vazgeçiyor. Bir göçmen bürosuna ortak olan Amerikalının ilk sezondaki kapitalist kindarlığı henüz akıllardan çıkmamışken göçmenlere kucak açması şaşırtıcı. İlk sezonda Jonas'a Norveç için önem taşıyan Bağımsızlık Günü'nde göçmen karşıtı ve eşitlik düşmanı sert bir konuşma yaptıran Johnny bu kez onlardan kâr edebileceğini anlayınca taktik değişikliğine gidiyor. Bürokratik ve demokratik Norveç işte böyle aşılıyor, dayanışmayı mafyanın yürüttüğü bir düzlemde!

SUÇ KOMEDİSİ

"Lillyhammer" başarılı bir suç komedisi ve esasen komedisi ağır basan, güldürmek maksadıyla çekilmiş bir dizi. Bu bakımdan "The Sopranos"la tek ortak yanının başroldeki Steven Van Zandt olduğunu düşünmüyorum. Bugün birçok kişi tarafından "televizyon tarihinin en iyi dizisi" şeklinde yorumlanan Sopranos suç anlatılarına yeni bir bakış kazandırarak mafyatik ilişkilerin yarattığı o suçlu ve güçlü yalnızlığa naif bir yorum getirdi. Elbette bu naifliği dozunda kullandı, şiddetten kısmayıp maço dilin gerekliliklerini eksik etmedi. "Lillyhammer" da "Sopranos" gibi yalnızlığa sürüklenmiş bir Baba'nın (Sopranos terminolojisinde belki askere denk düşen Tagliano'nun) yaşama tutunma çabasından hareket ediyor yani yine duygusal bir arka plandan beslenmekte... Bu bakış patlayıcı bir fikre de hizmet ediyor doğrusu. "Yalnız kalmış baba"nın iktidarı yeniden yorumlayarak aile olma macerası ve huylunun huyundan vazgeçmeyişi gülünç olaylara kapı aralıyor. Johnny'nin "alfa erkek" çıkışları çevresindeki zayıf karakterlere her defasında çeşitli gülünçlükler serpiştirirken bir yandan yaşadığı uyum sorunu ve nihayetinde kendini dayatması mizahi yönü diri tutuyor.

Oyunculuklara gelirsek Van Zandt'ın başarısına değinmeden geçmeyelim. "Sopranos"ta özellikle ilk sezonunda Al Pacino taklitleriyle dikkat çeken müzisyen kökenli oyuncu "Lillyhammer"da tam manasıyla döktürmüş. Hafif öne devrilerek bitirim ve karikatür yürüyüşü, alaycı bakışları, her duyguyu aynı suratla, çatık kaşlarıyla ifade edebilme mahareti Van Zandt'ı şüphesiz birkaç adım öne çıkarıyor. Kadronun geri kalanı ise -Amerika'dan gelenleri ve New York bölümünde karşımıza çıkanları saymazsak- büyük ölçüde Norveçli oyunculardan kurulu... Zaten dizi Netflix'in ilk ortak yapımlarından ve dizi açılırken eski Netflix logosunu görmek mümkün... Johnny'nin ortağı, saf ve temiz kalpli Torgeir'i, Trond Fausa Aurvaag canlandırırken kadın düşkünü, işkolik Jan rolünde Fridtjov Såheim, yerel çetenin üyeleri Roy (Robert Skjærstad) ile Arne (Tommy Karlsen) diziye renk katıyorlar. Özellikle Skjærstad'ın bizim Gerçek Kesit’ten Sarı bıyık'ı (Cahit Kaşıkçılar) andırdığını söyleyebiliriz.

Bu noktada Aurvaag ve Saheim'e parantez açmalıyız. "Lillyhammer" şüphesiz Van Zandt'ın dizisi hatta öykü bakımından bir bağlantısı olmamasına karşın bize "Sopranos"un bir armağanı! Zandt bir "Sopranos" karakteri olmasa "Lillyhammer" da muhtemelen çekilmeyecekti. Ancak dizide anlatımı olgunlaştıran esas unsur insanı görmemiz... Zandt insanı gösteriyor, onun eksik kaldığı yerlerde ise devreye Torgeir ve Jan karakterleri giriyor. Şaşkın, saplantılı, zevzek, açgözlü, korkak gibi birçok sıfatı paylaşarak öyküyü adeta sırtlıyorlar. Dizinin kurgusal boyutunu yani tesadüf ve sıçrayışları dengeleyen bu gerçekçi yaklaşım ayakları yere basan karakterlerin yanı sıra güçlü bir anlatıyı da beraberinde getiriyor.

* *

"Lillyhammer" birkaç yıl daha yayınlanacak bir malzemeye sahipken üçüncü sezonunda, tadı damakta bırakıp sonlandırılmış. Kararında mizahı, insanı görebileceğimiz ince karakterleri ve siyasal meseleleri dinamik anlatısına sindirmesiyle dikkat çeken dizi aynı zamanda sözünü esirgememiş. Dizinin, göçmenlerin uyumu ve ötekiye bakış gibi Doğu-Batı ekseninde beliren güncel sorunların ötesinde tarihsel bir çatışmayı, "Batı-daha da Batı" çatışmasını da başarıyla işleyerek bir ana fikir canlandırdığını görüyoruz. "Lillyhammer" mafya komedi ve dramalarının yeni bir damar bulduğu, “aile”den sonra insanı da keşfettiği 2000’lerde hoş bir örnek olarak öne çıkıyor.