Barış Yücedağ: Sefaletle geçinmek arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyoruz

Bitiyatro, “Garsonların Birliği” ile dünyanın farklı bir prototipi olan, türlü talihsizlikler ve cazla dolu bir restoranı sahneye taşıyor. Oyunun yazarı ve yönetmeni Barış Yücedağ ile "Garsonların Birliği"ni, alternatif tiyatroyu ve ödeneksiz tiyatronun zorluklarını konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Garsonların Birliği” dünyayı bir restorana sığdırarak herkesin başına gelen, seyirci kalınan olayları iki meraklı garson üzerinden ele alırken aynı zamanda her an her yerde dayatılan iş, mesai ve çalışmak gibi kavramların sınırlarında geziniyor.

Laçin Ceylan ve Nihat İleri’nin sanat yönetmenliğini yaptığı 13. yaşını kutlamak üzere olan Bitiyatro, “Garsonların Birliği” ile dünyanın farklı bir prototipi olan, türlü talihsizlikler ve cazla dolu bir restoranı sahneye taşıyor. Yaşanan kazaların sürekli tesadüfe bağlandığı restoranda garsonlar, bu tesadüfleri ve nedenlerini merak edip kendiliğinden gelişen bir serüvenin rüzgârına kapılıyor.

Oyunu, yazarı ve yönetmeni Barış Yücedağ ile konuştuk.

Barış Yücedağ kimdir?

Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime. 13-14 yaşından beri oyun yazmak gibi hayali olan ve oyun yazarı olarak anılmak için gayret eden biri Barış Yücedağ. Bu soruya verilecek belki başka başka cevaplar vardır ama genellikle bir şeyler aklıma hep sonradan geliyor ve not alarak yaşıyorum. Keşke röportajları sonradan editleyebilsek. Sorumuza dönelim, Barış Yücedağ merak eden biri. Bu, felsefenin ve sosyolojinin gündelik hayata fırlattığı kavramları takip ettikçe kabaran bir merak; kavramları tiyatronun olanaklarıyla kurcalamaktan keyif alıyorum. Merak ve hayretle arası iyi olan, zaman zaman reklam ajanslarında metin yazarlığı vs. gibi diğer şeylere bulaşsa da “ekmeğinin peşinde”* bir oyun yazarı diyebiliriz.

*Yalnızca Garsonların Birliği’ni izleyenler bu tırnak işaretlerine tebessüm edebilir.

.

Geçmiş yıllarda “Kabile Sahne” ismiyle oyun yapıyordunuz. Şu anki oyununuz “Garsonların Birliği”, “BiTiyatro” prodüksiyonu olarak ortaya çıktı? Nasıl gelişti süreç?

Aslında Laçin Ceylan ve Nihat İleri ile belli bir hukuku sürdürüyorduk. Bu hukuk onların Etna’yı oynaması ve yaklaşık 13 yıl önce benim o oyunu izlememle başladı. Kader ağlarını ördü ve bir araya geldik. Laçin Hoca’nın yazdığım her oyundan bir şekilde haberi vardır. Kabile Sahne, bize tiyatro yaptığımız bir hayatın kapılarını açan ve birlikte büyüdüğümüz bir yer. Bitiyatro ile üretme telaşlarımız ve bakışımız ortaklaşınca neden ayrı gayrı olsun ki dedik ve böyle bir şey için Mahir (Akgündoğdu) ile kolları sıvadık. Kaynaşmamız zor olmadı. Aslında bu bir kopuştan ziyade bir birleşme. Birlikte üretmek için ortak ve yeni bir alan olsun istedik ve kendiliğinden oluverdi. Süreç hala gelişiyor, herkesin işin bir parçası olmayı sevdiği bir alan oluşuyor. Mesela Arda (Kaptanlar) bir oyun yönetecek. Garsonların Birliği’nin sahne amirliğini yapan Zeynel her an dekor tasarlayabilir, Özkan (Barış Özdemir) aslında bir ses mühendisi ama merak ettiği ışık tasarımını bizimle kurcaladı ve yeteneklerine yeni bir şey ekledi. Müzisyenlerimizden Onur Güney Kumaş ile küçük tatlı konser fikirlerimiz, koordinasyon konusunda bize destek olan Evrim (Paftalı) ile Garsonların Birliği için farklı mekân arayışımız var. Bitmeyen tatlı bir süreç hala gelişiyor, büyüdü şimdi tek başına dışarı bile çıkıyor.

Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Bu soruyu kime yöneltsen aynı cevabı verebilir ve o cevap “tamamen duygusal”. Bu hem avantaj hem de dezavantaj. Tiyatro yapıcılar ekonomik kaygıları düşünmekten bazen işin kreatifine odaklanmakta zorluk çekebiliyor. Bazen de bu zorluklar yaratıcılıklarını tetikliyor, çünkü hiçbir şeyin garantisi yok, garantici dinozorlar yok, pas tutmuş fikirler yok, bunlar ne kadar zorluk olsa da kendi temiz dünyanı yaratabiliyorsun. Yine de biz tiyatro yapıcılar eğlence vergisinin karnabaharın taban fiyatına etkisini düşünmek istemiyoruz. Bir de duyulur olmak, bilinirlik sıkıntısı var. Çünkü günümüzde yaptığın işe ilgi çekmek için muhasebe defterine kocaman bir "pr-reklam" yazman ya da kişisel ilişkilerini geliştirmen gerekiyor. Asosyal ama yetenekli biriysen işin çok zor olabilir.

'BU ZAMANIN ALTERNATİF TİYATROSUNU YAPANLAR GİDEREK ANA AKIM BİR NOKTAYA GEÇTİ'

Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz?

Alternatif kavramından korkuyorum. Bugüne kadar yazılan oyunları, yapılan işleri düşündükçe hangisine alternatif olabileceğim hususunda endişeye kapılıyorum. Zaten bu zamanının alternatif tiyatrosunu yapanlar giderek ana akım bir noktaya geçti. Tiyatro her alanda, her yerde tiyatrodur. Artık bu kavramı birazcık geride bıraktığımızı düşünüyorum. Ve bir dönemin alternatif tiyatrosunu yapan isimler artık bu işe lezzet katanlar, yön verenler oldu.

Biz ise yaptığımız şeyleri hep bir atölye havasında yapmaya çalışıyoruz. Mahir ile bugüne kadar sürdürdüğümüz şey ve Laçin Hoca’yla da en ortaklaştırdığımız yer burası bana göre. Ürettiği alanı bir laboratuvar, bir atölye olarak gören, bunun kıymetine ve lezzetine sımsıkı sarılan bir yerdeyiz. Bu bir şeylere alternatif midir bilmiyorum.

'BU ÜLKE KİRACIYLA EV SAHİBİNİN BİRBİRİNİN HALİNE ÜZÜLDÜĞÜ NADİR YERLERDEN BİRİ'

Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? Geçmiş deneyimlerinizden yola çıkarak bu hususun dezavantajlarını ve bugün “ev sahibi” olmanın avantajlarını nasıl açıklarsınız?

Vergi, ev sahibine de kiracıya da var. Tiyatronun üzerindeki vergiler olduğu sürece kimsenin kimseden farkı ya da işini kolay kıldığı yok. Kira ödememek büyük bir lüks gibi görünse de her mekânın kendince giderleri var, oraya emek veren insanların refahı gibi tatlı kaygılarımız var. Sahne bulunur ama bulunan sahnelerin de işi çok zor. Bu ülke kiracıyla ev sahibinin bakışıp birbirinin haline üzüldüğü nadir yerlerden biri. Ev sahibi olmak sadece oynamak için gittiğimiz mekanların ne sıkıntılar yaşadığını anlama supleksimizi geliştiriyor.

İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte. Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?

Sergilenen oyun sayısı her gecen gün artıyor çünkü televizyonda eğlence öldü. Televizyonda eğlence ölünce televizyonun içindekiler sahneye taşındı. Birileri eğlenceyi diri tutmaya çalışıyor. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu ileride anlayacağız belki de böyle bir şeyi hiç düşünmeyeceğiz. Ama insanlar fikir edinmek, yeni şeyler görmek, öğrenmek istiyor. Tiyatroda her zaman ilginç bir şeyler olmuştur. Şimdi de öyle tiyatroda farklı bir şey var. Her zaman karşılaşamayacağın bir şey.

.

“Garsonların Birliği” neyi anlatıyor?

Herkesi… Herkes çalışmak zorunda ve bu zorunluluk gün geçtikçe daha vahşi bir şekilde dayatılıyor. Freelance bir tasarımcı da, yazar da aynı şeylerin mağduru, akademisyen de, sanatçı da. Sefaletle geçinmek arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılıyoruz. Patronlar artık işe ihtiyacımız olduğunu düşünüyor. Halbuki bizim paraya ve o parayla satın alabildiğimiz güzel anlara konfora daha doğrusu yaşamaya ihtiyacımız var. Maalesef Pazar günü yetmiyor. Herkes “işte”, abuk sabuk saatlerde “işteyiz”, bunu normalleştirmeye başladık çünkü dışarıda yerimize o işi daha uyguna yapabilecek birileri var. Bu “iş” bize özgürlük getirmiyor daha çok serbest gezen tavuklara benziyoruz. Evimizi, hayatımızı iş yerimize yakınlığımız belirliyor. Ve tüm bu telaşlarla birlikte etrafımızda olan bitenler var, canımızı yakanlar. Dalgamıza bakmamız da çok güç çünkü merak ediyoruz. Merak etmek zorundayız. Tarihler, keskin ve kokusu burnumuzda. 19 Ocak’ta ne olmuştu unutamıyoruz, Rabia Naz’ı ve ailesinin başına gelenleri merak ediyoruz. Tüm bu olaylara biraz uzaktan bakınca da birileri ya da bir şeyler bunların olay olmaması için elinden geleni yapıyor gibi geliyor bize. Garsonların Birliği bir türlü olay olmayan olayları merak ediyor. Bitse de gitsek gibi, bir olay başlasa bitse sonuna varılsa da bir rahatlasak. Her şeyin üstü bir anda kapatılıp bir yenisine geçiliyor. Bu komik ve can yakıcı. Garsonların Birliği, bu saçmalıklara biraz uzaktan bakıyor, gülümsetmeyi seviyor ama didaktik bir şeyler için çabalamıyor. Herkes istediğini anlıyor ya da anlamıyor.

Odağında garsonların (emekçilerin) ve sol bir söylem olarak birlik kavramının bulunduğu oyununuzu, yer yer komedi, yer yer gerilim, yer yer de dramatik olarak anlatıyorsunuz. Üstelik oyun müzikli bir anlatı… Oyunun biçimine nasıl karar verdiniz?

Oyunun politik bir tekabülü olduğunu yazdıktan sonra bana fark ettirdiler. Beni etkileyen birkaç olay vardı ama bunlarla ne yapacağımı bilmiyordum. Etkilendiğim olaylar-mevzular çoğaldıkça bunlarla ne yapacağımı düşünmeye başladım. Ülkeler hep sırıtır, en trajik olaylarda bile birileri metanetimizi korumamız gerektiğini, kenetlenip gülmemiz gerektiğini söyler. Bunlar bana çok komik gelmeye başladı. Liderler, başkanlar hep buna çalışıyor gibi geldi. Topladıklarımı bir yere sığdırmam lazım düşüncesiyle birlikte bu dünyayı bir restorana sığdırma fikri bana cazip geldi. Orada da Tennessee Earnie Ford’un Sixteen Tons şarkısı bana çok yardımcı oldu ve Ümit Kıvanç’ın aynı adlı belgeseli. Oyunun biçimine oyunun mekânı karar verdi diyebilirim. Çalışanlar çalıştıkları yerler için “her şeyi” yapma fikrine çok acık, tıpkı ülkeler ve vatandaşlar gibi. Bu razı olmanın komik hallerini bulmam gerekti. Garsonlar şarkı söylesin, ceset temizlesin her şeyi yapsın ve hiçbir şey yapmasın. Şarkıları Onur Güney Kumaş, Arda “Rojo” Özkan ve Yasin Soyoz ile birlikte yaptık, onlarla esin kaynaklarımı paylaştıkça çeşitlendik, müzikler de oyun gibi sürekli değişiyor. Bir oyunda dinlediğiniz şeyle birkaç oyun sonra dinlediğiniz şey bambaşka olabiliyor. Bu da benim için işin en lezzetli yanı.

Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?

Şubat ayında evimizde Bisahne’de oynuyoruz. Karşıya Mart’ta geçeriz. 26 Şubat tarihlerinde 20:30’da. Güncel tarihler için Bitiyatro instagram hesabını takip etmekte fayda var.