Tabuttaki son insan: Cengiz Tekin ve Sedat Akdoğan

Cengiz Tekin ve Sedat Akdoğan'ın “Bir Başka Evrenin İklimi” sergisi 11 Eylül – 25 Ekim'de Kasa Galeri'de sergileniyor. 4 ayrı video çalışmasından oluşan sergi, politik gerçekliklerin ve kurumsal aygıtların örtülü eleştirisini konu alıyor.

Google Haberlere Abone ol

Fatih Tan

Diyarbakırlı Çağdaş sanatçı Cengiz Tekin ve yeni jenerasyon sanatçılarından Sedat Akdoğan’ın ortak üretimleriyle gerçekleşen “Bir Başka Evrenin İklimi” isimli sergileri, Derya Yücel küratörlüğünde Kasa Galeri'de açıldı. Sergideki "Olmayanın Bakışı" isimli video çalışması üzerinde durmak istiyorum. Çalışmayı kısaca anlatırsak: Diyarbakır’ın ana arter caddelerinde omuzda taşınan bir tabutun her iki tarafına monte edilen kameralarla insanların tepkileri kayıt altına alınmaktadır.

Olmayan kavramı; ‘olanın ve mevcudun olmayanı ve görünmeyeni’ olarak görülür. Daha doğrusu tanınmayan, kabul edilmeyen, meçhul olan, yok hükmünde sayılan, varlık olarak bilinen, kimlik olarak bilinen fakat salt bilinen olarak da, aynı zamanda hiç bilinmemiş olan bir muammadır. Bu noktadaki muamma Lacan’cı teoriye göre ‘gerçek’ olandır. Olmayanı belirlemek, olan bir noktaya çekip, simgeleştirmek gerçekliğin yitimidir. Buradaki simgeleştirme, zihnin içinde olan bir simgeleştirmedir. Olmayanı, olunan noktaya yani simgeleştirmeye çekme anı; caddedeki insanın kafasını kaldırıp tabuta bakmasıyla, zihindeki ani etkileşimden dolayı yaşanan o kısa geçiş anıdır. Geçişin etkileşiminden sonra kafanın tekrar yere ya da ters istikamete dönüş anında ise, gözün istemsiz art arda kırpışması olmayana saygı anıdır. Ve simgeleşmeyen, gerçek olan tek biricik andır. Zihin, simgeleştirmeden önceki bu tek biricik anda, ontolojik olarak birçok gerçek ile karşı karşıya gelir. Fakat en büyük paradoks şu olur; ölümden dolayı, varlığının devamının sağlanması gerçeğidir. Çünkü her ölüm, bakan kişi için varlığının kabulüdür. Ya da ayakta tutan olgudur. Tam da bu kabul, simgeye dönüştüğü andan itibaren gerçekliğin yitimi sağlanır. Çünkü simge artık politize olmuştur.

'SAYGININ PARAMETRESİ BEDENDEKİ DİLDİR'

Olmayanın ölümü, Deleuze’nin kastettiği "organsız beden" kavramı gibi aynı zamanda tabuta bakan herkesin ölümüdür. Tabutun içindedir herkes. Tabutun içinde ölü olan da aynı zamanda dışarıdadır ve dışarıdan kendi tabutuna bakandır. O anki tabuta bakan kişinin gözünün kırpması, -daha öncede belirttiğim gibi- saygı kavramının gerçekte yaşanılan anıdır. Dildeki kalıplaşmış ve simgeye dönüşmüş saygı kavramından çok uzaktır. Dildeki simgeleşmiş saygı, lütuf olandır. ‘Sen yaşlısın, yaşından dolayı sana saygı gösteriyorum’ söylemi, yaşlılığın noksan bir şey olduğunu belirtir. Sendeki eksiklikten, noksanlıktan dolayı sana saygı gösteriyorum, sana söz hakkı veriyorum ve sana alan açıyorum demektir. Özünde, derinliklerde bir üstünlük söz konusudur. Dolayısıyla saygının parametresi bedendeki dildir, dildeki söylem değildir.

'AKTARIMIN NEGATİFLİĞİ KARŞISINDA KAYDIN POZİTİFLİĞİ ÖLÜM OLUYOR'

Tabutun içindeki beden, Maurice Blanchot’un kitabında olduğu gibi "Son İnsandır". Tarihin sonudur bir bakıma ve sayıklama anıdır. Bedenin, kimliğe dönüştüğü tuhaf bir andır. Bedenin kimliğe dönüş anı, mevcut olan varlığa vurgu değildir, aksine mevcut olan varlığın, hiç olmadığına vurgu anıdır. Kimliğin hiç olmadığını belki de hiç olamayacağını, kimliğe dönüşen beden üzerinden anlatmaktır. Bu olgu Kürtlerde ‘bilinç dışı kayıttır’. Tam da bu bağlamda, Freud kötülüğün özünü aramaya koyulur ve şu şaşırtıcı hipotezi öne sürer: "Yahudilik duygusu bilinç dışı üzerinden aktarılır, dolayısıyla da hiçbir zaman kaybolmaz, hatta bu bakımdan Yahudi dinini de aşar. Sonuç olarak, der Freud, bu durum beraberinde getirdiği antisemitizmin üstesinden hiçbir zaman gelinmeyecek ve Yahudinin kendinden nefretine varılacaktır.’’(1) Dolayısıyla Kürtlerin ‘aktarım’ karşısındaki ‘kayıt’ hali, varlığının kimliğini simgeleştirmeye götürdüğü gerçeğidir. Çünkü Kürtler halk olarak görünmenin dışında, bütün normların simgesi (özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet, cinsel, etnik ve mezhepsel kimlik vs.) haline geldiler. Ve bu simge hali gerçek olanı ortadan kaldırdı. Yerine ise sürekli bir sayıklama halini koydu. Sürekli sayıklama, bir talepten ziyade, talebin sınırını simgeyle belirleyendir. Görmezden gelinmek, Kürtleri zorunlu simgeleşme nosyonuna götürüyor. Bilinçte yer edinmek için, varlığından kaynaklı negatif söylemleri kayıt altına alıyor. Tekin ve Akdoğan’ın video işinde olduğu gibi, 'aktarım' karşısında 'kayıt' olgusunun pozitif olarak bizlere sunduğu simgeleşen ölümün gerçekliği oluyor. Paradoks gibi gelebilir, ancak aktarımın negatifliği karşısında, kaydın pozitifliği ölüm oluyor. Çünkü bu ölüm hem bir simgeye dönüşüyor hem de kaydın varlığının devamını sağladığı için pozitifleşiyor. Esasında hiçbir simgeye gerek duymaksızın Kürtlerin sayıklamadan kurtulmaları gerekir. Netice itibariyle Kürtler yaşlanıyor. Daha da fenası Kürtlerin dili yaşlanıyor. Bu bağlamda Lefebvre şunu diyor: ’’Halkların, grupların ve hatta bireylerin ‘kültürleri’, ‘bilinçleri’ kimlik yitimini önleyemez; üstelik bu kimlik yitimi diğer terörlere eklenir.’’(2) Buradaki terör kavramı, aktarımın doktrini ile birebir örtüşüyor. Dolayısıyla Kürtlerin, varlıklarına dair meşru olduklarının normatif ispatından vazgeçmesi gerekir. Haklılıklarını tarih ve medeniyet kıskacından çıkarmaları gerekir. Normatif olarak haksız olsalar dahi, varlıksal olarak haklı olduklarının gerçeğini değiştirmez.

Peki, o halde, Kimlik nosyonu nedir ve parametreleri nelerdir?

Kimlik, demokratik bir talep, sistematik bir norm değildir. Keza doğuştan gelen simgesel bir hak da değildir. Kimlik dilin evrimsel ontolojik haklılığıdır. Buradaki haklılık pozitif hiçbir unsuru da barındırmayabilir. Çünkü kimlik dilden kaynaklı salt bir fenomendir. Bir şeyin sonucu değildir, bir şeyin doğumuyla da ortaya belirmez. Aksine tıpkı doğuş gibi, oluş gibi salt bir fenomendir. Zihnin haklı olmadığı halde, dilin haklılığıdır bu fenomen. Zihnin haksızlığı ya da zorbalığı, dilin haklılığına gölge düşürmez. Zihnin zafiyeti, dili ırgalamaz. Zihin ve dil arasında bir çatışma söz konusudur. Zihnin tahakkümü, dili dejenere edebilir. Çünkü dil, zihnin zorbalığından kaynaklı ya kamusal bir şekilde retorik olarak ifade edilir ya da ontolojik olarak örtük bir şekilde sayıklar. Bu olgu kimliği ortaya çıkarır. Dil, kimliği koyutlar. Dilin retorik olarak ifade biçimi, zihnin zorbalığından kaynaklı politik olarak her zaman aktarıma yakındır. Ontolojik olarak ise, bilinçdışı kayıt altından kurtulmadığı sürece sayıklamaya devam edecektir. Bu sayıklama dilin ölümüne kadar varacaktır. En nihayetinde dilin ve kimliğin, ontolojik haklılığının farkına varması gerekir. Bu haklılık evrensel ve toplumsal hiçbir norma bağlı olmadığı gibi, aynı zamanda çağ dışı da olabilir. Dolayısıyla bu durumdan kaynaklı aktarımın, kimliği toplumsal ve evrensel norm üzerinden sürekli haksız ve norm dışı addediyor olması, kimliğin haklılığına yine de gölge düşüremez. Ancak bilinç dışı kayıt bu durumu kusurlu görüp, bilinç dışı aktarıma haklılığını ve kimliğini yine izah etmeye kalkışırsa, kuşkusuz tekrardan sayıklama döngüsüne düşecektir. Sonuç itibariyle Claude Lévi-Strauus’un dediği gibi: ’Şayet birisinin akrabası değilsek, yabancıyız dolayısıyla da potansiyel düşmanız demektir.’’(3)

’’Bir Başka Evrenin İklimi’’ sergisi, 11 Eylül – 25 Ekim 2019 tarihleri arasında Kasa Galeride görülebilecek.

Kaynak

1.Dün Bugün Jacques Lacan s.69 Alain Badiou, Elisabeth Roudinesco Metis Yay. Çev. Akın Terzi

2.Mekânın Üretimi s.412 Henri Lefebvre Sel Yay. Çev. Işık Ergüden

3.Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji s.21 Claude Lévi-Strauus Metis Yay. Çev. Akın Terzi