Elin, emeğin ve direncin sesi

Sennur Sezer, Gülten Akın'dan sonraki ilk kadın şair olarak kayıtlara geçti. Şair olarak dünyadaki tavrı, tutumu, duruşu onu tarihte ve hatırada yaşatılmaya değer kişiler arasındaki yerine taşıdı.

Google Haberlere Abone ol

Modern Türkçe şiirin toplumcu gerçekçi çizgisinde yer alan ilk kadın şairlerden biri olan Sennur Sezer’in bütün şiirlerinin ilk baskısı yapıldı. Ekim 2017'de Manos Kitap'tan çıkan “Direnç”te, Sezer’in, daha önce yayımlanan yapıtlarının yanı sıra kitaplarına girmemiş şiirleri de yer alıyor.

İlk şiiri 1958’de, ilk kitabı “Gecekondu” 1964 yılında yayımlanan Sennur Sezer, modern Türkçe şiir tarihinde Gülten Akın’dan sonra adı kayıtlara geçen ilk kadın şair olarak da dikkat çeker. Yeri gelmişken sosyal, kültürel, siyasal gelişmelerin ve arayışların yoğunlaştığı, toplumsal muhalefetin yükseldiği altmışlı yıllardan seksenlere kadar geçen süreçte şiirde neden iki şair kadından daha fazlasının yer almadığını da düşünmek gerektiğini belirtelim…

Sennur Sezer, 7 Ekim 2015’te, artık sevenlerinin ve şiir okurlarının hatırasında yer alacağı başka bir hayata geçti. Şair olarak dünyadaki tavrı, tutumu, duruşu onu tarihte ve hatırada yaşatılmaya değer kişiler arasındaki yerine taşıdı.

Sezer’in ilk şiiri 1958’de yayımlanır. İlk kitabının okurla buluşmasıysa 1964’te gerçekleşir. Sennur Sezer, şiir anlayışıyla toplumcu gerçekçi şiirin altmışlardan sonraki şairleri arasında yer alır. Dönemin genç şairleri, başta Nâzım Hikmet olmak üzere kırk kuşağı olarak da bilinen kuşağın toplumcu gerçekçi şiir anlayışına bağlı kalmakla birlikte farklı yönelimler de gösterirler. Bu kuşağın yapıtlarını anlamak için öncelikle yoğun biçimde etkilendikleri 1960’lı yılların kültürel, sosyal, siyasal ortamını hatırlamak gerekir. Yeri gelmişken vurgulayalım. İçinde bulundukları siyasal, sosyal, kültürel koşullardan altmışlı yılların genç şairleri kadar doğrudan etkilenen bir başka kuşak yetmişli yıllarda şiir yazan gençler olmuştur. Altmış kuşağı olarak da adlandırılan ikinci toplumcu gerçekçi kuşağın içine doğduğu şiir ortamı önemlidir. O yıllara kadar geçen süreçte, farklı eğilimlerle birlikte modern Türkçe şiir önemli bir deneyim ve birikim kazanmıştır. Altmışlara gelindiğinde şiirin modernleşmesi ve dilin Türkçeleşmesi yönünde Nâzım Hikmet’le büyük bir sıçrama yaşayan cumhuriyet sonrası şiirde Garipçilerle, toplumcu gerçekçilerle, İkinci Yenicilerle ve bireysel olarak yapıtlarıyla şiire yön veren şairlerin deneyimleriyle büyük bir birikim oluşmuştur.

Altmışlar, koşulların da uygun ortamı sağlamasıyla toplumcu gerçekçi şiir anlayışının yeniden kabul gördüğü, bazı yeniliklerle birlikte bütün hatlarıyla belirginleştiği yıllar olarak anılabilir. Bununla birlikte kırklı yılların birinci kuşak toplumcu gerçekçi şiirinden kimi yönleriyle farklılaştığını da unutmamak gerekir. Öte yandan altmışlı yılların genç şairinin siyasal, sosyal ve kültürel muhalefette yer alma telaşının şiirlerini de aceleye getirmelerine neden olduğunu gözlemleyebiliriz. Ancak gençlerin “hızı”na karşın, önceki kuşakların şairleri kendilerini yenilenseler de temelde korudukları şiir anlayışlarıyla varlıklarını ve ağırlıklarını sürdürmektedirler. Bu o dönemde şiir açısından önemli bir durumdur. Genç kuşak şairlerin daha fazla savrulmadan şiirin yörüngesinde kalmalarını sağlamıştır. O yıllardan adı öne çıkan genç şairlerin şiirlerinde açıkça görülür; örneğin en çok karşı çıktıkları İkinci Yeni şiir anlayışından aslında bir hayli etkilenmişlerdir. İsmet Özel’in ilk dönem şiirlerindeki Kemal Özer’in ilk üç kitabının açık etkisi buna örnek gösterilebilir. Meraklısı için şiirleri karşılaştırmak yeterli olacaktır.

İlk kitabı “Gecekondu”nun yayımlandığı tarihi de göz önünde bulundurarak (1964), Sennur Sezer’in şiirinin bu koşullarda doğduğunu söyleyebiliriz. İkinci toplumcu gerçekçiliğin içinde olmasına karşın şiirinde başlangıcından itibaren birtakım ayırt edici özellikler yer alır. “Gecekondu” bu bakımdan da dikkat çekici bir kitap olur. Modern Türkçe şiirin daha önce değinmediği, temas etmediği, kapsama alanına girmeyen önemli bir sorun ilk defa mekânıyla ve öznesiyle birlikte dile getirilmektedir. Yoksullar, yoksunlar, emekçiler, ezilenler yaşadıkları yerde oradaki toplumsal ve bireysel var olma halleriyle yansıtılır. Kitaba adını da veren “Gecekondu” şiirinin ilk betiğini okuyalım:

“Aceledir sevişmeler tek odalarda

Yarı giyinikliğinde kadınların

Kaçış kaçıştır

Dönüverişinden çocukların”

Her şeyin telaşla yaşandığı, sevişmelerin dahi soyunma fırsatı bulunamayan dar zamanlara sıkıştığı hayatlar sürülür gecekondularda. Darlık, sıkışmışlık, telaş gecekondudaki hayatların gerçekliğini oluşturur. Emekçiler, ezilenler bir sınıf olarak sadece gecekondulara tıkılmamışlar, zamana da sıkıştırılmışlardır. Sennur Sezer, büyükşehirlerin (o yıllarda daha çok İstanbul’un) kenarına itilen toplum kesimleri tarafından oluşturulmaya başlanan ve kırlardan gelenlerle büyüyen gecekondu gerçeğine dikkat çeker. Kitabın oluşturduğu atmosfer ve küçük yaşam kesitlerini imleyen öyküye yaslı şiirler önemli bir sosyal sorunu dile getirir. “Soyut” şiirindeki “Ve çocuğu doyurmaz oluverir ağlamak” ve “Haykırı” başlıklı şiirinde yer alan “Uzat ellerini yalnız değiliz” dizelerine dikkat çekmek isteriz.

Sennur Sezer şiirinin, bir sonraki kitabında da görüleceği ve ondan sonraki yapıtlarında değişik temalarla, izleklerle, konularla yinelenen lokomotif sözcükleri, metaforları vardır. El (yabancı ve yöre anlamında olmayan, bedenin bir organı anlamında el) bunlardan biridir. El, üretim sürecinde yer alan insanın en önemli aracıdır aynı zamanda… Sennur Sezer ellerin şiirini yazarken aslında emekçilerin de şiirini yazar… Çünkü el derken bir yanıyla da emeği kasteder.

Sezer’in ikinci kitabı “Yasak” adıyla 1966’da yayımlanır. Kitapta, “Ezgin Destan” başlığıyla yer alan şiirde de görüldüğü gibi bir yandan üretim dışında kalma, işini, iş aracını kaybetme korkusu, bir yandan da sevdiklerinin öldürülmesi kaygısı ön plana çıkar… “Yasak”ta yer alan ve ellerle ilgili daha önce söylediklerimizi doğrular nitelikteki “Ezgin Destan” başlıklı şiirden bir bölüm aktaralım:

Korkularımız arttı sabahlara

Ellerimizi yitirirsek

Ellerimizi, ekmeklerimizi...

Yolları, el arabalarını, tezgâhları alırlarsa

Alırlarsa taş taş üstüne komayı

Yolları, el arabalarını tezgâhları.

Cemal Süreya “folklor şiire düşman” demişti. Sennur Sezer ise her toplumcu gerçekçi şair gibi dert edindiği hayatın ve dünyanın toplumsal sorunlarını şiire yansıtacak sesi folklorda bulmuştur. Denebilir ki o yıllarda halkın sorunlarını toplumcu gerçekçiliğin bakış açısıyla şiire yansıtma amacının bir sonucuydu bu. Halkın sorunlarının halkın sesiyle, halkın diliyle yansıtılması gerektiğinin savunulduğu bir süreçti. Halkın yararına yapılan sanat için sanatçının, şairin tamamen aradan çekilmesi bile savunuluyordu. Bu, aslında egemen olan kitle kültürünün vardığı şiir, sanat anlayışıydı. Sennur Sezer de siyasal tercihleri doğrultusunda kitlelerin eğilimini benimsiyordu. Ama yine de bir farkı vardır onun. Kadın duyarlılığının sesi olması o yıllar için önemli bir ayrımdır. Dünyaya bakışının, dolayısıyla şiirini oluşturan anlayışının halk değil de sınıf odaklı olması da ayrıca kayda değerdir.

Şairin üçüncü kitabı “Direnç” 1977’de yayımlanır. Daha sonra toplu şiirlerine de isim olması boşuna değildir. Çünkü direnç aynı zamanda çilenin karşıtıdır. Üçüncü kitapta yer alan şiirlere de yansıyan temalar, izlekler bu yöndedir. Kitaptaki “Hangi Kan” şiirinden iki dize:

Bir sözle kurulur dünya

Hep o sözü aradım ve buldum: Emek

Sennur Sezer şiirinin lokomotif sözcüklerinden söz etmiştim. El gibi, emek gibi… Zaman içinde bunlara grev sözcüğü de katılır: “Aralıkta Bir Akşam” başlıklı şiirinde yer alan şu dizelerde olduğu gibi:

Ansızın bir şeyler olmasını bekliyorum

Yağmurda dikilen grevcilerle

Grev demek direnç göstermek, direniş demektir. Sennur Sezer şiirinin temeli budur aslında. Zaman içinde tema, konu, izleklerinde değişimler görülür. Ancak şairin şiir anlayışında bir değişiklik olmaz. Şiir anlayışı olarak bir yanıyla bir süre Behçet Necatigil şiirinin etkisinde kaldığı gözlemleniyor. Şiiriyle paralellik kurulabilecek bir başka şair de Hasan Hüseyin Kormazgil olabilir. Ancak Hasan Hüseyin’in eril diline karşın Sennur Sezer’in bir başka ayırt edici özelliği olarak dilinin feminen yönü dikkat çeker… Onun şiirlerinin bir şair kadına ait olduğunun kolayca saptanabilecek kadar feminen bir dil içerdiğini özellikle belirtmek gerekir.

Şairin dördüncü kitabı 1982’de yayımlanan “Sesimi Arıyorum” olur. Nâzım Hikmet’ten başlayan ve ondan sonra gelen hem birinci toplumcu gerçekçilerde hem de sonraki dalgayı oluşturan ikinci toplumcu gerçekçilik çizgisinde yer alan şairlerin şiir anlayışında sesin hem biçim hem biçemsel olarak ön plana çıkarıldığı görülür. Bu tutumun aşkın, isyanın, direnişin, mücadelenin dolayısıyla hayatın şiir aracılığıyla sese dönüştürülerek yansıtılması amacının sonucu olduğu düşünülebilir. Tarihin gösterdiği oydu ki şiir bir ihtiyaçtır. Toplumcu gerçekçi şiir de bu ihtiyacı karşılama amacındaydı. O nedenle belki toplumcu gerçekçi anlayışın şiirde başat öğeyi ses olarak kabul etmesini ve uygulamasını yadırgamamalıyız belki de. Sanırım sorun taklit edilen sesle ilgili… Aslında sorun, kendi başına bir tartışma konusu…

Yine de bu yanıyla toplumcu gerçekçi şairler kendi içlerinde tutarlı görünürler. Çünkü ezilenlerin, yoksulların, yoksunların her zaman görülmesi için sese ihtiyacı vardır. Onlar da şiiri bu sesi oluşturmanın aracı saymışlardır.

Sennur Sezer’in 2012’de yazdığı “Dünya Şiir Günü” bildirisindeki cümleleri aslında yeteri kadar açıklayıcı görünüyor: “Şiir, çağının seslerinin yankısıdır.”

“Sesimi Arıyorum”da da şairin genel olarak çizgisi değişmez. Ancak yine de fark edilecek ölçüde bir açılım gözlemlenir. Kendisi de bir değişim ihtiyacı daha doğrusu bir yenilenme ihtiyacı içinde olduğunu dile getirir. Kitaba adını veren şiirin şu bölümünde de gördüğümüz gibi:

Bir ses arıyorum

Yeni bir şiire başlamak için

Bir doğum çığlığı gibi kaçınılmaz

Çocuğun ilk ağlayışınca güzel

Bir ses

–Çünkü yüreklerimiz

Acılarla şişip nasırlaştı–

Kızgın demirlere değen ellerimiz

Sonraki kitap “Bu Resimde Kimler Var” (1986) adıyla yalımlanır. Aslında kitabın okurun önüne koyduğu bir albümdür. Sayfalar çevrildikçe şairin annesini ve çocukluğunu resmettiği şiirlerden kaybettiği dostlarını andığı şiirlere doğru bir yolculuk başlar; geçmişe doğru da bir yolculuk. Şiirlerde anılan isimlerin kimi katledilmiş aydınlar kimi hastalık ya da kaza sonucu yaşamını yitirmiş dostlardır. Şair onları bir albümde toplayarak anıları kayıt altına alır. Albüme son olarak kendinden bir şey koyar. Kapatırken sesi ve sözüyle belleğe yerleşen kitabın “İfadem” başlıklı son şiiridir bu. Şiir aynı zamanda 12 Eylül darbesinin oluşturduğu hayatın fotoğrafı olarak da girer albüme. O şiirden bir dörtlük:

Evet kaygılıyım

Çocuklarım için

Korkmasınlar isterim

Çalınışından kapının

Şairin yedinci kitabı “Afiş” (1991) olur. Bu kitabın ruhunu “sağ kalmanın suçlu sevinci” dizesi yansıtıyor denilebilir. Ancak şairin hem kendi içiyle hem de hayatla, çatışmaksızın soğukkanlı bir hesaplaşmaya giriştiğini söyleyebiliriz. Bu bir yön değişikliği değildir. Belki bir yenilenme göstergesi olarak yorumlanabilir. Kitaptan “Ağrıyan” başlıklı şiirden bir bölüm okuyalım:

İnce bir telaş, kocaman bir şaşkınlık

Eskiden umut derdim

Şimdi söz bulamıyorum

Zaman akar, geride kalan yıllar çoğalır ve şair bundan bir anlam çıkarmaya çalışır. İşte “Afiş” adlı kitabındaki “Bir Fotoğraf” başlıklı şiirden bir dörtlük:

Daldı görüntüye gölge

yırttı, dalgalandırdı, bulandı

ışıyan rengimizden

kanayan lekeler kaldı.

Behçet Necatigil Sennur Sezer için "Sezer on altısını kırk altısında yaşayacaktır. Çünkü bütün şiirler - Çiğnenmiş çiçeklere özlemi anlatır" der.

Behçet Necatigil’in “Sezer on altısını kırk altısında yaşayacaktır. Çünkü bütün şiirler - Çiğnenmiş çiçeklere özlemi anlatır” sözleri anlamlıdır. Sennur Sezer’in şiirlerinde çiğnenmiş çiçeklere özlem kadar çiğneyen ayaklara öfke de söz konusudur. Şairin sekiz yıl sonra yeni kitabı “Kirlenmiş Kâğıtlar” (1999) yayımlanır. “Kirlenmiş Kâğıtlar”da Sezer yeniden, ama bu defa kendi yaşantısını etkileyen yoksulluğu sorun edinir. Şairin ve yeni kitabının meramını tüm çıplaklığıyla sergileyen şiirlerden biri de “Düşler ve Kaygılar” diyebiliriz. O şiirden şu iki dizeyi okuyup da unutmak mümkün görünmüyor:

Düşüp ölmek bir şey değil

Çoraplarım.

İki yıl sonra yayımlanan kitabın adı “Dilsiz Dengbej”dir (2001). Bu defa şairin yüreğine, bir başka deyişle kendine eğildiği şiirlerini okuruz. Sivas’ta kundaklanan Madımak Oteli’nde katledilen aydın ve şairler için “Anılarına” başlıklı şiirde okuduğumuz dizeler:

Adlarını biriktiriyorum kuşların

otların gürleşen yeşilini

çorak genişledikçe

örtmek için külleri.

Kitapta “Öfkeli Bir Ozana Masallar” başlıklı düzyazı şiirden de bir bölüm paylaşalım:

Şimdi neyi okşasam ellerim kızarıyor. Utancı

okşamışım, öfkeyi kucaklamışım gibi. Ve akşam

üstleri ellerim göğe dokunuyor.

“Akşam Haberleri” (2006) şairin sağlığında yayımlanan sondan bir önceki kitabı olur. Kitapta şairin Kafkasya, Bosna gibi farklı coğrafyalarda gezinmesi, karabet adlı bir dengbejin ağzından Harputlu bir aşk destanını konu edinmesi etnik geçmişine, aile öyküsüne doğru bir yolculuk olarak da yorumlanabilir gibi… kitapta dikkat çeken şiirlerden biri de Che’nin yolculuğunu anlatan “Doktordu Chebaşlıklı şiiri. O şiirden dizeler:

sürdü motosikletini, sürdü yaşamını sarpa.

Yol boyu çocuklar onu bekliyordu.

Çantasında ilaç, çantasında şeker ve devrim

Sennur Sezer’in yaşarken yayımlanan son kitabı “İzi Kalsın” olur. Kitap yer alan şiirlere Ali Öz’ün fotoğrafları eşlik eder. Bunlar savaş ya da benzeri nedenlerle hayatın içinde mağdur olmuş toplum kesitinden insanların yansıtıldığı fotoğraflardır. Şiirlerse bu fotoğrafların yansıttığı imgeyi daha çarpıcı hale getirmektedir. Kitabın hem amacı hem de içeriğine ilişkin ipucu da sayılacak önsüzde şunlar dile getirilir:

İnsan yaşadığı çağdan sorumludur.

Ve tanık olduğu bütün savaşlardan, kırımlardan,

yokluklardan, baskılardan sanıktır.

Hayır demeyi öğrenir bu yüzden ve haykırır: Hayır!

“Direnç”in son bölümünde Sezer’in dergilerde yayımlanmış ama yaşadığı dönemde kitaplarına girmemiş şiirleriyle şarkı sözü olarak bestelenmiş yapıtları ve son şiirleri yer alıyor. Bestelenmiş şiirlerinden biri de “Buruk Acı” adını taşır. Şiiri hatırlamayanlar olsa da şarkının büyük bir

.

çoğunluğa tanıdık gelmemesi mümkün değil:

Gurbet içimde bir ok her şey bana yabancı

Hayat öyle bir han ki acı içinde hancı

Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı

Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı

Yıllar yılı gönlümde bir gün sabah olmadı

Bu ne bitmez çileymiş neden hâlâ dolmadı

Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı

Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı

Sennur Sezer’in

modern Türkçe şiirdeki yerini asıl olarak belirleyen kuşkusuz kadın sesinin şiire taşınması ve yerleşmesi için gösterdiği dirençtir. Hiç de kolay olmamıştır ortama egemen erkek egemen söyleme rağmen emekçilerin, kadınların kadın sesi olmak. O nedenle diyebiliriz ki Sennur Sezer’in kadın sesiyle varlığı modern Türkçe şiirin önemli kazanımlarından biri olmuştur. Bu ayırt edici özellik daha ilk şiirlerinde kendini gösterir. İşte “Dirnç”te yer alan “(X+2)” başlıklı şiirin son dörtlüğü:

Ben kapıların dışındaydım oysa

Ağladım yumrukladım kapıları haykırdım

Sağırdınız da kahkahalarınızdan

Duyamadınız

Son şiirine kadar hem toplumsal, hem bireysel düzlemde yaşamın ancak direnişle sürdürülebileceğini dile getirmiş bir şair olarak Sennur Sezer’in bütün şiirlerinin “Direnç” başlığı altında toplanmasının isabetli bir seçim olduğunu belirtelim. Ayrıca bir kez daha vurgulayalım: Hayatta çile sözcüğünün karşısına büyük harflerle yazılacak bir sözcük varsa o da dirençtir… Bütün şiirleri de gösteriyor ki Sennur Sezer de bunun için, çilenin karşısına direnci yazmak için uğraşmış bir şairdir… Okunmak için “Direnç”in bir değil, birçok neden içerdiğini belirterek bitirelim…

Fazıl Hüsnü Dağlarca

KISA.. KISA..

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın adını ve şiirini yaşatmak üzere Beşiktaş Belediyesi’nin düzenledeği, PEN ile Türkiye Yazarlar Sendikası’nın desteklediği Fazıl Hüsnü Dağlarca ödülünü alanlar açıklandı. Bu yıl üçüncüsü verilen ödülün sahibi Çiğdem Sezer ve Turgay Fişekçi oldu.