Normalleşme/anormalleşme

Pandemi sürecinde en sık duyduğum kurgu, salgın sırasında herkesin “temizlik hastası” olacağı ve dışarı çıkmaktan korkar olacağı üzerineydi. Salgının bitmesi ile herkes bu sorunlarla baş etmek için psikologların ofislerine akın edecekti. DSÖ gibi bir sürü farklı büyük kurumun da bu yönde açıklamaları oldu. Fakat, son haftalarda normalleşme sürecine girmemizle beraber toplumumuzda bir psikolog olarak gözlemlediğim “hastalık” tahmin edilen kurgudan çok daha farklı çıktı.

Google Haberlere Abone ol

Can Sabaner*

11 Mayıs tarihinde kuaförlerin, berberlerin ve AVM’lerin açılmasıyla beraber ülkemizde dillerden düşmeyen yeni bir terim ile karşılaşmış olduk: Normalleşme. Bu terim, korona virüsü süreciyle beraber “anormalleşmiş” dünyamızı geride bırakacağımıza dair bir umudu temsil etmeye başladı. “Normal” kelimesinin devamlı gündemde olması bana bu kelimenin psikoloji alanındaki önemini çağrıştırdı. Psikolojide ruhsal bozuklukları inceleyen alana “anormal psikoloji” denir. Anormal psikoloji alanında insan deneyimleri araştırılır ve kategorize edilir, belli deneyimler obsesif kompulsif bozukluk, şizofreni, majör depresyon gibi farklı etiketlere ayrıştırılır. Peki, anormal psikolojide bir duygu durumunun hastalıklı veya patolojik olduğuna nasıl karar verilir? Psikolojiyi normal ya da anormal yapan nedir?

Anormalliği belirleyen birinci kavrayış, istatistiksel sapma modelidir. Bu kavrayışa göre patolojik olan istatistiksel olarak ender görülendir, normalin dışında olandır. Kısacası, tipik veya ortalama bir psikolojiden sapmış olandır. Bu görüş çoğu insana hitap eder çünkü çok mantıklıdır. Örneğin ortalama bir birey halüsinasyon görmez, gaipten sesler duymaz; bunlar ender deneyimlerdir ve bunlara anormal veya patolojik diyebiliriz. Mantıklı oluşunun yanı sıra, bu görüşü çekici kılan başka bir etmen de bilime dayanıyor gibi görünmesidir. Neyin normal olduğunu anlamak için psikometriye başvurulur, insanların deneyimleri ölçülebilir sayılara ve puanlara dökülür, istatiksel modeller çıkartılır. Bu istatistiksel modellere uygun bir “normal” ortaya çıkar, bu normalden sapan da anormal olarak tanımlanır.

Fakat basit mantığına ve bilimselliğine rağmen bu kavrayış gerçek hayatı doğru yansıtmaz. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı çalışmalara göre dünya çapındaki üniversite öğrencilerinin yüzde 18.5’i majör depresyon, yüzde 16,7’si ise yaygın anksiyete bozukluğu yaşıyor. Bu yüzdeler istatistiksel bir sapma için oldukça yüksektir, hatta ortalıkta bir sapma olmadığını gösterir. Yani, gençlerde depresyon ve anksiyete normalleşmiştir. Böylesine bir acıyı “anormal değil” olarak kabul etmek öznel olarak yaşananları göz ardı etmektir. İstatistiksel sapma modelinin gerçek hayatı yansıtmadığını görmek için etrafımıza bakmamız da yeterlidir. Kendi etrafımızdan kaygı veya depresyonuyla baş etmek için ilaç kullanan kişileri düşünelim. Ailemizden, arkadaşlarımızdan, tanıdıklarımızdan bu kadar insan ruhsal bozuklukları için ilaç kullanacak noktadaysa, depresyon ve kaygı anormal midir yoksa hayatımızın normal bir parçası haline mi gelmiştir? Her ne kadar duruma bilimsel bir gözle baksa da istatistiksel sapma kavrayışı bunun gibi gündelik deneyimleri açıklayamaz.

Anormalliği belirleyen ikinci kavrayışımıza göre ise patolojik olan, öznel anlamda sıkıntıya ve engele sebep olandır. Öznel sıkıntıları kötü veya istenmeyen duygular olarak özetleyebiliriz. Engeller ise günlük yaşamda eskiden yapabildiklerimizi artık yapamama durumudur. Tekrar depresyondan örnek verecek olursam, yoğun bir üzüntü yaşayan ve depresyonundan dolayı yatağından kalkamayan, duşa giremeyen, işine gidemeyen biri patolojinin bu kavrayışına uyar. Fakat, istatistiksel sapmanın tam tersi olarak buradaki sorun da bu kavrayışın tamamen öznelliğe dayanmasıdır. Örneğin kendini İsa ilan eden bir şizofreni ele alalım. Bu durumu kime sorsanız anormal der, bu nesnel olarak anormaldir. Fakat şizofrene göre ortalıkta sıkıntı yoktur; o, öznel olarak gerçekten de İsa’dır. Daha gündelik bir örnek verecek olursam, içki veya madde bağımlılığı olan, bunda bir sıkıntı görmeyen ve bağımlılığına rağmen gündelik hayatını engelsiz yaşayabilen biri bu kavrayışa göre patolojik değildir. Kullandığı maddelerle bedenine ve zihnine ne kadar zarar verirse versin, kendinde bir sorun olmadığına düşündükçe ve işine sorunsuz gidip geldiği, engelsiz yaşadığı sürece bu birey kendini normal olarak görür.

İstatistiksel sapma kavrayışında da sıkıntı-engel kavrayışında da anormali normalden ayıran nesnel, bilimsel ve gerçek hayatı yansıtabilen bir sistem bulamadık. “Anormal nedir?” sorumuza hâlâ doyurucu bir cevabımız yok. O zaman sindirmesi çok zor bir fikir önereceğim: Psikopatoloji, bozukluk, normal/anormal gibi kavramlar toplum tarafından inşa edilen soyut fikirlerdir. Psikolog Janis S. Bohan’ın dediği gibi bu kavramlar “insan deneyiminin evrensel ve değiştirilemez kategorileri değil, belli tarihi ve kültürel anlayışların ürünleridir.” Gerçeklik, toplumun anlamlandırmasıyla belirlenir. Bu bağlamda psikolojik normallik ve anormallik gerçeklik üzerinden belirlenmiş değil, toplum tarafından inşa edilmiş olgulardır. Bahsettiğim kavramların evrensel tanımları yoktur çünkü tanımlamayı kimin yaptığına göre değişirler. Tarih boyunca normal ve anormali tanımlayanlar güç sahibi mevcut sistemlerdir. Bu tanımlar mevcut sistemlerin değerlerini yansıtırlar ve çıkarlarını ön planda tutarlar. Psikopatolojinin toplumsal inşa modelinde bu kavramlar toplumdaki güç ilişkilerinden ayrıştırılamaz. Kısacası normal, mevcut sistem ne derse odur.

Yazımın başında bahsettiğim pandemi ve normalleşme süreçlerine geri dönelim. Pandemi sürecinde en sık duyduğum kurgu, salgın sırasında herkesin “temizlik hastası” olacağı ve dışarı çıkmaktan korkar olacağı üzerineydi. Salgının bitmesi ile herkes bu sorunlarla baş etmek için psikologların ofislerine akın edecekti. Dünya Sağlık Örgütü gibi bir sürü farklı büyük kurumun da bu yönde açıklamaları oldu. Fakat, son haftalarda normalleşme sürecine girmemizle beraber toplumumuzda bir psikolog olarak gözlemlediğim “hastalık” tahmin edilen kurgudan çok daha farklı çıktı. Haziran ayının başından beri önlem almadan dışarı çıkanları, maske ve sosyal mesafe kurallarını görmezden gelenleri, sanki son üç ay hiç yaşanmamış gibi davrananları göremeye başladık. Bu gördüklerimiz, temizlik hastası olmaktan çok daha soyut, hatta sinsi bir “hastalığa” işaret ediyor, o da inkâr. Psikolojide inkâr dediğimiz, ağır bir sorun ile karşılaştığımızda sorunu çözmek yerine sorundan kaçmaktır. İnkâr ettiğimizde karşılaşılan sorun sanki önemsizmiş gibi davranırız. Gerçeği reddederiz ve dış dünyada olanları zihnimizde engelleriz. Karşılaştığımız sorunları düşünmemek için elimizden geleni yaparız. Bu cümleler, tam da normalleşme sürecine girmemizle beraber yaşadıklarımızı betimlemiyor mu? İnkâr sinsidir çünkü biz sorunlarımızı görmeyi ne kadar reddetsek de onların bizi beklediğini unutturur. Her ne kadar korona virüsünün sonu gelmiş gibi davransak da salgın hâlâ devam ediyor. Her ne kadar son üç ay yaşanmamış gibi davransak da bu süreci dünya çapında yaşadık.

Gündemde normalleşmeden bahsediyoruz, ama bana kalırsa bu son haftalarda normalleşen tek şey inkâr oldu. İnkarın normalleştirilmesi, toplumsal inşa modelinin önerdikleri ile birebir örtüşür. Dünya çapındaki mevcut kapitalist sistem tüketim olmadan işleyemez, tüketim olmadan sistemin çarkları dönemez. Normal/anormal ikilemini mevcut sistemler tarafından belirlenen bir inşa olarak tanımlarsak tüketimi engelleyen anormal, tüketimi sağlayan ise normal olarak görülmelidir. Örneğin sokağa çıkmanın anormalden normale dönüşmesi ekonomimizin #evdekal’a sadece üç ay dayanmasıyla açıklanabilir. Restoran ve kafe sahibinin, esnafın, işçinin tüketim olmadan yaşayamadığı bir sistemde salgın halindeyken alışveriş merkezlerine gitmek, gezmek, dolaşmak, harcamak, tüketmek normaldir. Normaldir, çünkü sistem böyle buyurmuştur. “Normalleşme” kelimesinin dillerimizden düşmediği şu günlerde belki sormamız gereken asıl soru şudur: “Kime göre, neye göre normal?”

*Uzman Psikolog-Psikoterapist