YAZARLAR

Kızılbaşların Şah’ı İsmail

Siyasi Şah İsmail, Ortaçağ’daki hükümdarlardan çok farklı davranmamıştır. Kılıç sallamış, Sünnileri zorla Şiileştirmiş, tehlikeli gördüklerini cezalandırıp ortadan kaldırmıştır. Şah Hatayi/Hatai mahlasıyla şiirler yazan, deyişleri olan ruhani Şah İsmail ise 6-12 yaşları arasında kaçak yaşarken Anadolu’dan giden pir-mürşit-rehber üçlüsünden Lahican’da aldığı “yol ve erkân anlayışı” doğrultusunda alçakgönüllü, eşitlikçi toplum özlemini dile getiren bir Şah İsmail’dir.

Osmanlı Sultanı Yavuz’un kırımından, 1826’da Sultan Mahmud’un imhasına ve Cumhuriyet’te 1938 Dersim’e, 1978 Maraş’a, 1993 Sivas’a… Sünni İslamcı-Türkçü egemenliğin Alevi-Kızılbaşları kırımlar ve imhalar tarihi. Bu tarihin önemli şahsiyeti, Yavuz’un savaştığı Şah İsmail. Bir bedende iki can gibi. Biri siyasi, diğeri ruhani ve şair kişiliği. Siyasi Şah İsmail, ruhani ve şair Hatayi/Hatai ile çelişkiye düşmüş olmalı.

Şah İsmail’in Serencamı,Faik Bulut, 366 syf., Kor Kitap, 2023

Şah İsmail ve Safevi devleti, Faik Bulut’un son kitabının konusu: Şah İsmail’in Serencamı (Kor Kitap, İstanbul-2023). Kendisine sormam halinde öğrendim, Faik ağabeyin 36’ncı kitabı. Büyük boy 366 sayfa kitap sekiz bölümden oluşuyor. Şah İsmail’in soyu, Safevi devleti, Türk-Kürt aşiretleriyle ilişkiler, Kızılbaşlığı ve Osmanlı-Safevi arasında Kürtlerin konumu araştırılmış.

Elimize aldığımızda kitabın sayfalarını kolayca çeviriyoruz. Oysa her sayfa, tahmin edebileceğimiz gibi yoğunlaştırılmış emek ürünüdür. Şah İsmail’in Serencamı’nın her sayfasını okurken böylesi emeğe şahitlik ediyoruz.

Sayfalarda, kendi kültürel yolculuğumun pek çok anı da yeniden canlandı. En son soru yolculuğumla ilgilidir.

1930’ların Sünnileştirmenin ve Türkleştirmenin tezleri de hatırlanmaz mı?

Faik Bulut’a teşekkür ederiz, sorularımızı yanıtladı. Kitabın öyküsünü şöyle anlattı:

“Genelde toplumun bugününü ve yarınını etkileyen tartışmaları gözlemleyerek hangi kitabı yazacağıma karar veririm. Bu haliyle bakıldığında yaklaşık 10 yıl önce Şah İsmail hakkında yazmayı planladım. Konuya ilişkin anlatım, bilgi, belge ve alan çalışması notlarını derledim. Çeşitli dillerde yayınlanmış tez, makale ve kitapları okudum. Yazım süreci ise neredeyse bir yılımı aldı.”

Faik Bulut (Foto: Mevlüt Oğuz)

NEDEN KIZILBAŞ DENİR?

Babası Şeyh Haydar Şii, ama oğlu Şah İsmail Kızılbaş. Bu değişimi nasıl açıklayabiliriz?

Şeyh Haydar ile oğlu Şah İsmail öncesindeki Erdebil Tekkesi inanç önderlerinin hepsi aslında Sünni Şafii (kimine göre Hanefi) mezhebindendiler. Dip dedeleri, Erbil’deki Şafii şeyhlerinden el almıştı.

Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt de öyleydi. Kafkasya ve Anadolu toprağında dolaşırken Ehlibeyt inancında olanlarla ve zulme-zorbalığa itiraz edip Şeyh Bedreddin gibi İslam’ın farklı bir tefsirinden esinlenip eşitlikçi-sömürüsüz bir toplum rüyasıyla yaşayan topluluklarla karşılaştı.

Duyup işittiklerini ve okuduklarını derleyip toparladı ve Hz. Ali-Muaviye çatışmasında Ehlibeyt’in haklı olduğuna kanaat getirdi. Bu tarihten sonra Erdebil Tekkesi inanç önderleri zamanla Kızılbaşlık erkânını benimser oldular. Şah İsmail bunun tipik örneğidir. İlginç ayrıntıları kitapta mevcuttur.

Aslında Kızılbaşlık Şeyh Haydar devrinde özellikle silahlı taliplerine giydirilen 12 dilimli kırmızı-beyaz taç ile üniforma benzeri giysilere atfen verilmiştir. Maksat savaş anında birbirlerini tanıyıp sadece münkire kılıç vurmalarını sağlamaktı. Osmanlı da bunu alarak çok kötü bir şeymiş gibi Şah yolundan giden herkesi, ‘Kızılbaş’ diye damgaladı. Kitap ve fetvalarda bu isimle karaladı.

Oysa bu terimden önce Selçuklu ve Osmanlı külliyatında Ehlibeyt inancında olanlara ‘Rafızi’ (Arapça retçi) veya (Suhreverdi Maktul’ün İşrakilik-Işıkçılık fikriyatına istinaden) ‘Işık taifesi’ deniliyordu. Bence Kızılbaşlık yerine Alevilik kavramının kullanılması daha doğrudur.

SAFEVİ DEVLETİNİN KURULDUĞU POLİTİK MİRAS

Safevi devletinin kurulduğu politik-kültürel miras hakkında bilgi verir misiniz?

Yeryüzünde ve hatta kâinatta hiçbir şey yoktan var olmaz, durup dururken ortaya çıkmaz. İslam İmparatorlukları; Sünni Müslüman veya Ortodoks İslam damgası taşımasına rağmen bünyesinde farklı inanç ve fikir akımlarını barındırıyordu.

Arap bir yazar, İslam’da Materyalist Damar isimli 1000 sayfalık araştırma kitabında, heterodoks-ortodoks yani bâtıni-zahiri din anlayışının ideolojik ve siyasal çatışmasının sınıfsal temellerine ilişkin ayrıntılı bilgiler sunmakta.

Bu çatışma Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarında miras yoluyla devam etmiştir. Mesela İslam İmparatorluğu’nun Emevi ve Abbasi dönemlerinde Ehlibeyt inancında olanlar antik Mısır-Yunan-Mezopotamya-İran toplumlarında revaçta olan ezoterizmden yararlanarak hikmet ve irfan temelinde Bâtıniliği benimseyip geliştirmişlerdir.

Ebu Müslim Horasani’nin katledilmesinden (MS 750) sonra yerine geçen Mecusi meşrepli Sindbad eski eşitlikçi dönemin ideolojisi olan Neo-Mazdekçilik ile Ehlibeyt inancını harmanlayarak ön-Aleviliğin tohumlarını atmıştır.

Abbasi devrinde yani 8’inci ve 9’uncu yüzyıllarda Basra ve Horasan’daki iki önemli tasavvuf ekolünün sonucunda ortaya çıkan İhvan-ı Safa hareketi, üstü kapalı biçimde fikirlerini dillendirmeye başlamış; Hallac-ı Mansur ile onun bağlı olduğu İsmaili Karmati hareketi ise aynı lokmayı paylaşıp rıza şehri temelinde ortakçı bir toplum kurabilmiştir.

Suriye’nin Selemiye yöresinden Kuzey Afrika’da kaçıp yaklaşık 900’lü yıllarda önce bir hükümranlık ve ardından Mısır merkezli Fatımi devletini kuranlar da Ehlibeyt inançlı kimselerdi. Karmatiler, bu devletin inançsal/siyasal uzantılarıdır. Fatımiler ise 1300’lü yıllarda İran Horasan bölgesinde ortaya çıkan Serbedariler (Serdengeçtiler), Mazenderan’daki (Hazar Denizi güneydoğu kıyısı) Maraş Seyyitlerini ve Hasan Sabbah öncülüğündeki Nizari İsmaili hareketini etkilemişlerdir.

İran Hewreman bölgesinde gelişen -günümüz Dersim bölgesi Alevilik anlayışına (Rêa Heq) çokça benzeyen- Ehlihak (Yârsan/Yâresan) inancının öncüleri gerek Hacê Bektaşı Veli gerekse Şah İsmail’e yol-erkân anlayışlarını aktarmışlardır.

Şah İsmail’in bizzat kendisi Anadolu’dan giden (Türkmen ve Kürt kökenli) Ehlibeyt inancı pirleri, rehberleri ve mürşitlerinin eğitiminden geçmiştir.

Safevilerin, İran’ın İslam coğrafyasında yerinin özgün olmasında payı var mıdır?

İran’daki halklar, her ne kadar İslam fetihleri sonucu ve kimi zaman da kılıç zoruyla Müslümanlığı benimsemişlerse de Zerdüştilik, Mitracılık gibi eski inançlarını tümden atmadılar. İslam’ın kavram ve isimlerini de alıp kendilerince adlandırdılar. Söz gelimi Türkler ve Kürtler, İslami terimlerin çoğunu İran yani Farsça üzerinden alıp benimsemişler: Oruç, abdest, namaz gibi.

Sanılanın aksine, ilk dönemlerde İran coğrafyasında yaşayanların çoğu Sünni idiler. Horasan’da Şafiiler, Hanefiler, Kerramiler ve Hanbeliler egemendi. Bunlar arasında Şiiler ile Hasan Sabbah önderliğindeki militan Nizari İsmaililik ve radikal Kızılbaşlık fikriyatını benimseyen birçok tasavvuf erbabı/tarikatı da vardı.

1200 ve 1300’lü yıllardaki Moğol akınları her şeyi altüst edince, bu karmaşadan radikal tasavvuf akımları çıktı. 1256’da Alamut Kalesi yıkılınca; Hasan Sabbah’ın talipleri ile örgüt adamları, tasavvufçuların arasına karıştı. Zaman içinde Safevileri de etkilemiş oldular.

SİYASİ ŞAH İSMAİL VE ŞAİR HATAİ

Şah İsmail’in biri siyasi, diğeri de ruhani ve şair kişiliği var. Siyasi Şah İsmail, ruhani ve şair Hatayi/Hatai ile zaman zaman çelişkiye düşmüş olmalı. Bir bedende iki can gibi. Şiirler hangi dilde yazıldı? Şiirlerindeki düşünce iktidar icrasına yansıtılabildi mi?

Siyasi Şah İsmail, Ortaçağ’daki hükümdarlardan çok farklı davranmamıştır. Kılıç sallamış, Sünnileri zorla Şiileştirmiş, tehlikeli gördüklerini cezalandırıp ortadan kaldırmıştır.

Şah Hatayi/Hatai mahlasıyla şiirler yazan, deyişleri olan ruhani Şah İsmail ise 6-12 yaşları arasında kaçak yaşarken Anadolu’dan giden pir-mürşit-rehber üçlüsünden Lahican’da aldığı “yol ve erkân anlayışı” doğrultusunda alçakgönüllü, eşitlikçi toplum özlemini dile getiren, herkese can gözüyle bakabilen bir Şah İsmail’dir.

Anadolu Alevileri, 1501’de Akkoyunlu devletini yıkıp Safevi devletini kurduktan kısa bir süre sonra radikal ve ütopyacı Kızılbaşlıktan Şiiliğe geçen Şah’ın şahsına saygı duymakla birlikte siyasi çizgisine sıcak bakmadılar.

Günümüzdeki cem ve benzeri toplantılarda ‘Şah’ adı kutsanır; ama siyasi İsmail’den ziyade ‘Şah Hatayi’ deyişleri hem beğenilir hem de söylenir.

Şah İsmail’deki tek bedende ‘iki kişilik’ görüntüsü eşyanın tabiatına aykırı değildir. Hemen herkeste bilhassa iktidarda oturanlarda her zaman mevcuttur. Ortaçağ’da daha da geçerlidir.

Şah Hatayi, şiirlerinin büyük bir kısmını Türkçe (yanılmıyorsam Oğuz/Çağatay lehçesiyle) yazmıştır. Farsça şiirleri de vardır. Bunu, oğlu Sam Mirza’nın günlüklerinden de anlıyoruz.

Osmanlı merkezi otoritesinin ciddi krize girip sarsıldığı bir dönemde Şah İsmail’in şiirleri, Şah Kulu ayaklanmasında olduğu gibi merkezî otoriteyi tanımayan kenardaki oymak ve aşiretleri hayli etkilemiştir.

Bu deyişler ideal bir Kızılbaş toplumunu (Rıza Şehri) tasvir ettiğinden Anadolu ve Kürdistan’daki Aleviler, Erdebil Tekkesi’ni sığınılacak bir merci ve cennet olarak görüp “Şah’a gidelim” deyişleriyle menzile varmışlar.

Onun taraftar kazanıp iktidarı almaya yarayan şiirleri, kısa bir süre sonra ‘Kızılbaş Cenneti’ sayılan ‘Rıza Şehri’ toplumunun kurulmasında rehber olmuş, ancak sonradan tümüyle terkedilmiştir. Devlet ve toplum yapısı Şiileştirildikten sonra ise oraya gidenler ya tasfiye edilmiş ya da hayal kırıklığıyla geri dönmüştür.

Ardahan-Hoçvan şenliğinde Faik Bulut (soldan birinci oturan) ve İsmail Beşikci (soldan ikinci) diğer katılımcılarla birlikte.

 

PAYLAŞILAN KÜRDİSTAN VE MEZOPOTAMYA

15’inci yüzyıl başında Karakoyunlu, ortasında Akkoyunlu ve sonunda Safevi devletleri kuruldu. Safevi, Akkoyunlu’yu ve Akkoyunlu da Karakoyunlu’yu işgal etti. Üç devletin ortak kümesi Kürdistan ve Mezopotamya. Her devlette aşiretleri vasıtasıyla önemli gücü temsil eden Kürtler, devlet olarak niye var olamadı?

Orta Asya’dan Azerbaycan’a giden Oğuz boylarının oradaki Kürtlerle ilk karşılaşması 1015 yılındadır. O sıralarda Abbasi İmparatorluğu bünyesinde Erdebil-Ermenistan-Gürcistan yörelerinde Kürt aşiret federasyonu adına Şeddadi Devleti bulunmaktaydı.

Kürtler Malazgirt ve sonrasında Selçuklulara tâbi oldular, ardından Alevi eğilimli Karakoyunlular ile birlikte devlete ortaklık ettiler.  

Sünni Türkmen Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Kürtlere ve Ehlibeyt inancında olanlara kan kusturmuştu. Bundan ders alan Kürtler, sınır boylarında hangi devlet güçlüyse onunla iş tutmaya başladılar.

Erdebil Tekkesi ve Safevi Şahlarının mezarlarının bulunduğu yer Mukriyan isimli (Kızılbaş-Şii) bir Kürt aşiretinin köyüdür. Şah İsmail’in mürebbiyesi, onu ölümden kurtarıp saklayan Elbistan’dan giden bir Kızılbaş Kürt kadınıdır.

Şah İsmail ile birlikte davranan hatta devletin önemli kademelerinde yer alan birçok Kürt aşiret ve ileri geleni vardı. Çoğu da Alevi-Şii inancındaydı.

Sünni Kürt aşiretler de Şah İsmail’in emrinde ve himayesinde çalıştılar. Ne zamanki Şah İsmail, siyasi sebeplerle bunları ya katletti veya hapse attı; o zaman Kürtler, İdris-i Bitlisi aracılığıyla Osmanlı’ya yanaştılar.

Aşiretler ve beyler devlet kuramazlardı. Yavuz Sultan Selim’e 24 Kürt beyi adına yazılan mektupta, “Biz Kürtler Allah’ın birliği ve peygamberi Hz. Muhammed konusundan başka hiçbir noktada hemfikir değiliz!” diye yazmışlardı. Bu yanıt niçin devlet kuramadıklarının da tarihi cevabı sayılmalıdır.

Şunu da belirteyim: Sonraki yüzyıllarda devlet olmak isteyen, bu uğurda isyan eden ve hatta Bismark’ın Almanya’da yaptığı gibi bütün Kürtleri zorla şerle birleştirip devlet kurmak isteyen Revandız Beyi Kör Muhammed Paşa (Paşayê Kor) gibileri 19’uncu yüzyılda ortaya çıkıp hedeflerine yaklaşırken, yine İran ve Osmanlı devletleri birlik olup onu ezmişlerdir.

Bölgede Hıristiyan milletleri de var: Ermeniler, Süryaniler, Asuriler gibi. Şah İsmail’in, egemen olduğu bölgede Hıristiyan milletler neler yaşadı?

Afganistan, Türkmenistan ve Osmanlı gibi Sünni devletlerle kuşatılıp sıkıştırılmaya çalışan Şah İsmail, başta Vatikan olmak üzere Avrupa devletleri ve hatta Gürcistan gibi komşularla iyi ilişkiler kurmuştur. Bu bağlamda uyruğundaki Hıristiyanlara (Süryani, Ermeni, Asuri vs) zikredilmeye değer bir eziyeti, kötülüğü dokunmamıştır. Tersine, Gürcistan ve Ermenistan’dan bürokratlar getirtip ordu ve devlet kademelerine yerleştirmiştir.

‘RIZA ŞEHRİ’ ÜTOPYASI

Etnik kökeni farklı Kızılbaş aşiretlerin komünal ‘Rıza şehri’ deneyimi fikriyatı, nasıl oluştu? Neden yaşayamadı?

‘Rıza Şehri’ fikri, esasen eski Yunanlı filozof Platon’a aittir. Oradan esinlenen Ortaçağ bilgini Farabi, bunu ‘Medinet’ül Fazila’ (Fazilet Şehri, Erdemliler Şehri, Mutluluk Diyarı) olarak tasvir etmiştir.

Ehlibeyt inancında olan Karmatiler de yine aynı lokmayı paylaşma temelinde yaklaşık 150 yıllık eşitlikçi bir toplum kurdular, Basra ile Bahreyn yöresinde. Ve bu gelenek Alevi toplumunda ‘Rıza Şehri’ olarak anılmaya başladı.

Şah İsmail, Anadolu’daki Türkmen ve Kürt Alevileri kendine çekebilmek için Ehli İhtisas (Uzmanlar Kurulu) gözetiminde ‘Rıza Şehri’ hakkında kitap veya broşür niteliğinde yazılı bir belge hazırlattı.

Ütopik şekilde tasvir edilen şey, ‘Kızılbaş cenneti’ sayılabilecek bir toplum modeliydi. Bunu duyan Anadolu insanları (Ehlibeyt inancında olanlar veya Osmanlı zulmüne uğramış Sünni yoksullar) Şah’ın cennetine akın ettiler.

‘Erdemliler Şehri’ aynı zamanda ortak yönetimi, söz ve karar sahibinin kitleler olmasını gerektiriyordu. Oysa ortada ilahi bir sıfatla anılıp kutsanan Şah İsmail’in iktidarı tekeline almasıyla çelişen bir durum vardı. Ayrıca Şiileştirilen devlet ve toplum, Ortodoks Sünni anlayışına yakın bir yönetim sistemini benimsemişti.

Bu yüzdendir ki gerçek eşitlikçi Kızılbaşlar, yani hakikat Alevileri devlet kademelerinden tasfiye edildiler. ‘Rıza Şehri’ pratikte bitirilince, Şah İsmail’den sonra hükümdar olan evlatlarına karşı ‘Şah İsmail’ adına ayaklanmalar oldu. Bu dönem, ‘Alevi Cenneti’ ütopyasının sonu sayılmaktadır.

İDRİS-İ BİTLİSİ, YAVUZ’LA ANLAŞTI

Osmanlı ve Safevi arasındaki Çaldıran Savaşı, eğitim hayatımızın önemli konusudur. Bu, aslında Kürt aşiretlerine yani Kürdistan’a egemenlik savaşı mıydı?

Çaldıran Savaşı, sadece Kürt aşiretlerine ve dönemin Kürdistanı’na egemen olma savaşı değildi. Zira bu savaştan önce Karakoyunlular, Akkoyunlular, Dulkadiroğulları ve Safeviler zaten Kürdistan topraklarının önemli parçalarını denetimleri altına almışlardı.

Esasen Osmanlı atalarının izinden giden Yavuz Sultan Selim, babasını devirdikten sonra bile doğuya değil, Balkanlara ve Avrupa içlerine sefer planları yapmaktaydı.

Yavuz’un Şah İsmail üzerine sefer yapması için bazı vezirler ile Alevilikten nefret eden bağnaz Sünni Ulema takımı çok çaba sarf ettiler. Ek olarak Akkoyunlu divanında diplomatik yazışmaları ve akıl hocalığıyla ünlü Kürt siyasetçisi İdris-i Bitlisi devreye girdi. Zira Şah İsmail, dayılarının devleti olan Akkoyunluları yenip Tebriz’i alırken İdris-i Bitlisi’nin babasını da öldürtmüştü.

Ancak olay şahsi intikamla sınırlı değildi. Selçuklu Sadrazamı Nizamülmülk ayarında koyu bir Sünni-Şafii olan Bitlisi, bu fırsattan yararlanıp Osmanlı’ya sığındı. Kürdistan beylerinin Yavuz’un yanına gitmelerini ve Çaldıran’da savaşmalarını sağlayarak o dönemde ‘Kürdistan vasisi-âkil adamı’ konumunu elde etti.

İran-Osmanlı sınırındaki Kürt beyleri, 1900’lerin başına kadar güçlü devletlerle ve kendilerine yanaşıp maddi bakımdan razı eden devletlerle müttefik olmuşlar; sıkça taraf değiştirmek suretiyle aşiret-beylik (mirani) olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Çaldıran Savaşı’nın nedenleri arasında, İpek Yolu gibi kara ve deniz ticari yollarına sahip olup gelir elde etmek de vardı.

BİTLİSİ: YAVUZ, 40 BİN KIZILBAŞ’I KESTİ

İdris-i Bitlisi’nin Sultan Yavuz’la yaptığı anlaşma, Kürtlerin hayrına mıydı? Ve İdris-i Bitlisi’nin Selim Şah-name eserinden aktarıyorsunuz: “Yavuz, 40 bin Kızılbaş’ı kesti.” Çaldıran savaşı öncesinde ve sonrasında, nerelerde Kızılbaş temizliği yapıldı?

İdris-i Bitlisi’nin Sultan Yavuz’la yaptığı anlaşma hakkında Kürtler arasında fikir birliği yoktur. Muhafazakâr Kürt çevrelerine göre: “Çok hayırlı olmuştu; Kürtler, özerk bir statü kazanmışlardı.” Daha gerçekçi bakıp tarihsel boyutuyla değerlendirenler ise, “Sünni-Alevi ayrımının Kürtlere de sirayet ederek toplumu böldüğünü” söylemekteler.

Kanımca Yavuz’un verdiği özerk/özel statü büyütülecek bir şey değildir. Zira çok etnikli ve inançlı imparatorluklarda olduğu gibi Balkanlardaki voyvodalara da bu türden özerk statüler tanınmıştır. Fakat karar, padişahın iki dudağı arasındadır. İstediğinde veya kendine zararı dokunduğunda anında kaldırır.

Nitekim aynı Osmanlı, milliyetçi fikirlerin ve akımların Kürtleri etkilemeye başladığı 19’uncu yüzyılda, 1856’da beylikleri ve özerk konumu feshedip, Kürdistan’da merkezi bir yönetim kurmuştur.

Yavuz Sultan Selim, Şah’a karşı sefere çıkmadan önce ve aynı sırada yolunun üzerindeki Kızılbaşların ölüm fetva ve fermanlarının gereğini yerine getirmiştir. Zaten Yavuz yönetimi çok daha önceden Kızılbaşları tespit edip cezalandırmak maksadıyla Ege-İç Anadolu, Tokat, Amasya gibi yerlerde ‘ihbar ağları’ kurmuştur.

Alevilerdeki yanlış bilgi şudur: Sanki Yavuz, Kızılbaşların yaşadıkları her yere adam gönderip katletmiş! Doğru değil. Sadece Osmanlı denetimindeki topraklarda toplu kırım olmuştur. Mesela Dulkadirli Beyliği ile Safevi denetiminde (Kars, Erzurum, Van, Ağrı, Bingöl, Diyarbakır, Urfa, Mardin vs) yaşayan Alevilere dokunamamıştır.

Bitlisi, büyük ihtimalle savaş meydanındaki kayıplar ile Tebriz’deki kıyımları da eklemek suretiyle 40 bin Kızılbaş’ın katledildiğini yazmıştır.

Şeyhülislam Ebussuud’un Kürt olduğunu okudum, kitabınızda. Sünnilerin ve Osmanlı’nın önemli şahsiyeti Ebussuud’un fetvalarında Alevi-Kızılbaşlara bakışı dostça mı, düşmanca mı?

Şeyhülislam Ebussuud Efendi, aslen Kürt’tür. Bu anlamda Fatih’in hocası Molla Gürani de Kürt’tür. Osmanlı’da, Türkmen Bâtınilik eğiliminin ağır bastığı Orhan Bey zamanında fethedilen İznik’te kurulan medresenin müderrisi Taceddin El Kurdi de Kürt’tür.

Demem o ki: Osmanlı’nın çeşitli aşamalarında mollalık veya şeyhülislamlık makamında oturanların etnik kökenine değil, inançlarına bakılırdı. Bu manada Ebussuud Kürt yanıyla değil bağnaz ve Kızılbaş düşmanı yanıyla dikkati çektiğinden Kanuni’nin fetvacı başı olmuş; katliamlara dini açıdan cevaz vermiştir.

Faik Bulut, Didim’de kitap fuarında okurlarla birlikte, kitabını imzalıyor. 
KÜRDİSTAN’DA PARÇALI YAŞAM

İdris-i Bitlisi-Yavuz anlaşmasının, Kürtlerin bugünkü dört parçalı yaşamında payı var mıdır?

İdris-i Bitlisi’ye kalsaydı, Kürtlerin hepsini Sünnileştirip Kürdistan’ın bütün topraklarını Osmanlı hâkimiyetine sokmayı çok arzu ederdi.

Ancak zamanın gerçeği şuydu: Sınırın her iki yanındaki Kürt beylerinin çoğu Sünni olmakla birlikte bilhassa Hewreman, Kirmanşah, Luristan, Bahtiyar ve Azerbaycan bölgelerindeki Kürt aşiretleriyle beyleri Şah İsmail’in yolundan giderek önce Kızılbaşlığı sonra da Şiiliği benimsemişlerdi.

Yani fiili olarak Kürtlerin coğrafyası Safevi ve Osmanlı denetiminde olmak üzere iki parçaya bölünmüştü.

Osmanlı ve İran’ın 1639 Kasrı Şirin Anlaşması uyarınca iki parçaya böldükleri Kürt coğrafyası, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda bozulmuş; Rusların hükmettiği Bitlis, Muş, Erzurum, Kars, Ardahan ve Iğdır gibi yöreler nedeniyle üç parçaya bölündü.

Birinci Dünya Savaşı neticesinde ise İngiltere-Fransa tarafından dört parçalı bir Kürt coğrafyası halini almıştır. Sovyetler Birliği yönetimindeki Kızıl Kürdistan özerk bölgesi de sayılırsa beş parçadan bile söz edilebilir.

Kürtler de hükmü altında yaşadıkları devletlerin sömürgeci politikaları nedeniyle hem bulundukları coğrafyada hem de sınır boylarında, birbirinden kopuk ve çok kişilikli kavimler haline gelmişlerdir.

 “Türkmenler Alevi-Kızılbaş, Kürtler Sünni” veya tersini söylemek yani homojen tanımlamak, Türk-Kürt ilişkisini nasıl etkiliyor?

“Türkmenler Alevi-Kızılbaş, Kürtler de Sünni” anlayışı yüzyıllar sonra özellikle Prof. Dr. M. Fuat Köprülü’nün etkisiyle Cumhuriyet yönetimi tarafından kamuoyuna dayatılmış; ikilik yaratmanın, böl-yönet siyasetinin bir parçası olarak asimilasyonun aracı haline getirilmiştir.

Oysa Karakoyunlular esas olarak Ehlibeyt eğilimliydiler; yanlarında Kürt aşiretleri de vardı. Akkoyunlu ve Dulkadirli Beyliğinin bazı topraklarında Sünni Türkmenler çoğunluktaydı. Şah İsmail, Akkoyunlu devletini yıkınca, bu Türkmenlerin çoğu Kızılbaş-Şii inancını benimsediler.

Esasen Sünni Müslümanlığı ilk kabul eden Türk boyları, kendilerini Müslüman olmayan Türki boylardan ayrı tutmak için, ‘Türkmen’ sıfatını kullandılar.

Şah İsmail’in yanına gidip Erdebil Tekkesi çevresine yerleşenler arasında Türkmenler, Kürt Kızılbaşlar, Araplar, İranlılar, Afganistanlılar vs vardı. Oraya gitmeyen biricik etnik küme Arnavutlardı. Bu nedenle Şah İsmail, bilinen anlamıyla Türklüğüne vurgu yapmamış; buna karşılık Ehlibeyt sevdasını ve Kızılbaşlığını deyişlerinde açıkça dile getirmiştir.

Kaldı ki Osmanlı’da Türkmen ismi, Türk veya Kürt etnik kökenine bakılmaksızın, yerleşik olmayan yani konargöçer aşiretleri tanımlamak için kullanılan bir kavramdı. 

1930’LARDA TÜRKÇÜ TEZLER

Hem Türkmen hem de Kürt Alevi-Kızılbaş aşiretlerden bahsediyorsunuz. Peki, 1930’lardaki “Alevi-Kızılbaş Kürtler, asimile edilmiş Türklerdir” tezi, neyin mahsulüdür?

Son zamanların şovenist Turancıları, Türkçüleri, Kemalistleri ve Türkmencileri ise “Alevi olan herkes Türk’tür!” yanlışını, inkâr ve asimilasyon maksadıyla tekrarlayıp duruyorlar. Turancı-Türkçü Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, sosyolog Prof. Dr. Orhan Türkdoğan ve benzerleri, inkâr-asimilasyon politikalarına fikirsel meşruluk kazandırmak için “Alevi-Kızılbaş Kürtler, asimile edilmiş Türklerdir” yahut “Kürt Türkmeni” türünden bilim dışı ve tarih dışı kavramlarla kafa karıştırıyorlar.

Ancak şöyle bir gerçek de var: Doğal felaketler, sosyal kargaşa ve savaşlar nedeniyle yer değiştiren kimi Kürt aşiret kolları, gidip yerleştikleri yerlerde, diyelim ki Alevi-Türkmen çoğunluğun arasına karışıp uzun yıllar kalmaları nedeniyle doğal asimilasyon sonucu Türkleşebiliyorlar. Mesela Pazarcık köylerindeki Kılıçlar böyle olmuşlar.

Tersi de geçerlidir: Türkmen Alevileri, Alevi Kürtlerin arasında uzun süre kaldıklarında bu sefer onların dilini ve kültürünü benimseyerek Kürtleşebiliyorlar. Elazığ’da tanık olmuştum. Alevi inançlı büyük ailenin kollarından biri Sünniler arasında Sünnileşirken, yerinde kalan diğer kollar Alevi idiler. Malatya’daki Atman aşiretinin bir kısmı Alevi, ama Ağrı’daki kolu Sünni idi. Perçikan ve Drêjan aşiretleri de öyle.

Bu yaz Varto’nun bir köyünü ziyaret ettiğimde tanıştığım iki Alevi kardeşten biri kendini Kürt, diğeri Türk sayıyordu. Bu dramatik durum Hormek aşiretinde de görülmektedir.

1930’lu yıllardaki “Aleviler Türk’tür” iddiası, özellikle “Alevi Kürtleri önce Türkleştirmek, daha sonra Sünnileştirmek” gayesiyle ortaya atılmıştır. O günden bu yana hemen bütün iktidarlar, bu stratejik siyaseti terk etmedikleri gibi daha ileriye götürüp topyekûn İslamlaştırma ve Türkleştirme çabasına hız vermişlerdir.

Bilhassa M. Şerif Fırat’ın yazdığı Doğu İleri ve Varto Tarihi isimli kitapta çok acemi tezler ileri sürülmüştür. Kürt varlığını-tarihini açıkça yok sayan eski Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in bu kitaba önsöz yazması boşuna değildir.

‘KIZILBAŞ FİŞLEMESİ’ VARDI

Evliya Çelebi, 1640’ların sonunda köyümüzden (Malatya-Hasançelebi) bahsederken, “Kura halkı Türkmen ve Şahsevendir” diye yazdı, 4’üncü ciltte. Okuma-yazması olmayan 1319 (1903) doğumlu dedem de Kızılbaş olduğumuzu söylerdi. Bu halde aklıma gelen şudur: Osmanlı yerelde kayıtlar tutmuş mudur? Bugünün Türkçesiyle fişlemiş midir?

Evliya Çelebi’nin tasvir, tanım ve övgüleri son derece abartılı olmakla birlikte gittiği yerlerde Osmanlı’nın çizdiği siyasete aykırı olmamak kaydıyla bazı olgu ve gerçekleri ortaya koymuştur.

Şu anda adını unuttum ama Aydınlık veya 2000’e Doğru dergisinde yazan dogmatik bir Kemalist yazar, Pir Sultan Abdal’ı İran şahlarının casusu/ajanı diye damgalamıştı. Güler misin, ağlar mısın?

Tarihi gerçek şu ki: Osmanlı, II. Bayezit’ten itibaren elinden geldiğince ve imkânlar ölçüsünde muhbir ağını geliştirerek Kızılbaş fişlemesi yapmıştır. Zira Kızılbaşların gözü, gönlü ve kulağı Safevi şahlarındaydı.

Kısacası mesele salt inançtan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda devletlerarası (Safevi-Osmanlı) bir çekişmenin önemli unsurları ve aktörleri olmaları hasebiyle ‘Kızılbaş fişlemesi’ yapılıyordu. Sovyet döneminde Türkiye’deki sosyalist ve komünistlerin fişlendikleri gibi bir durum söz konusuydu.


Nevzat Onaran Kimdir?

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre muhasebecilik yaptı ve ardından ekonomi muhabiri olarak Özgür Gündem, Evrensel dâhil birçok gazete ve dergide çalıştı. Yakın dönem okumalarını Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğinin analizinde yoğunlaştırdı. 1915-1940 dönemini inceleyen dört kitabı yayımlandı.