Haraway: Bir yaprak gibi tahayyül etmek

Haraway metinlerinden bahsederken asıl sorun ettiğinin genellikle doğa-kültür ikiliği olduğunu vurguluyor. O konuya temelde biyolojiden yaklaşırken, diğer disiplinlerle kesişme noktalarını da işin içine katarak düşüncesini oluşturuyor.

Google Haberlere Abone ol

Donna J. Haraway üzerine düşününce aklımızda çok fazla şey beliriyor. En başta, başka başka alanları iç içe geçiren, disiplinlerarası düşünmenin en önemli temsilcilerinden dersek abartmış olmayız. Ki bu disiplinler teknobilim, antropoloji, zooloji, felsefe, feminizm gibi çok geniş bir çerçevenin bir arada düşünülmesi demek. Haraway’in düşünme ve yazma edimine baktığımızda ise ironi, sembol ve figürlerle karşılaşırız. Bu nedenle onu okumak her şeyin başka hâlini düşünmek gibi geliyor bana. Kolaylıkla okuru olmak zor, teorileri üzerine düşünmek benim açımdan genellikle muğlak bir anlam ifade ediyor ki sanırım o da bunu isterdi. Çünkü kesin bir yere varmayan, ucu açık bir düşünmenin yolunu açıyor Haraway. Her şeyin her şeyle ilişkisini, bir arada olabilirliğin belki de en uç noktasını hayal edebiliyorsunuz onun metinlerine temas edince. Çünkü Haraway, dünyanın tüm parçalarını ilişkisel bir bağlamda ele almayı başarıyor. Onun felsefesinde varlığın oluşu ilişkilenmeye çıkıyor. Derdi sadece insan değil, bu nedenle insana kurucu bir rol yüklenmiyor. Bir kuruculuk varsa da bu başka tarafların karşılıklı kuruculuğu üzerinden oluşuyor. Haraway’in bu tavrı onun doğaya dair yaklaşımıyla da ilişkili çünkü ona göre; “Doğa ne gidilebilecek fiziksel bir yer, ne etrafı çitle çevrilecek ya da depolanacak bir hazine, ne de korunabilecek ya da tahrip edilecek bir özdür. Doğa gizlenmiş değildir ve bu yüzden peçesinin kaldırılmasına ihtiyaç duymaz. Doğa matematik ve biyotıp kodlarınca okunacak bir metin değildir. Ne annedir doğa, ne bakıcı, ne de köle; insanoğlunun üremesinin/kendini yeniden üretmesinin matrisi/rahmi, kaynağı ya da aracı değildir” (2010:123). Haraway, böylece doğaya yüklenmiş anlamları, adlandırmaları, bilimin onu verilere indirgeyen tavrını, söylencelerde yer eden bakışı, doğanın insan faydacılığına göre tanımlanmayacağını açığa çıkarıyor. Onu kendi oluşuyla bir “fark” olarak düşünmenin yolunu açıyor. İnsanın merkez olduğu eşitsiz konumun reddi de denebilir belki buna. Çünkü insan varsa doğayla ilişkilenmeyle var ve bu karşıt bir ilişki değil yoldaş bir ilişki.

HARAWAY’E YAKINDAN BAKMAK İÇİN

Haraway sadece bu bahsettiklerimizle sınırlandırılabilecek bir düşünür değil elbette, bu açıdan geçtiğimiz günlerde Aksu Bora çevirisi ile İletişim Yayınları tarafından basılan, “Tıpkı Bir Yaprak Gibi ‘Donna J. Haraway ile Söyleşi’” adlı kitap, yazarın fikirlerine bakmaya ve onu daha yakından tanımaya imkân sağlıyor. Metinde, Thyrza Nichols Goodeve tarafından yazarla yapılmış söyleşilere yer verilmiş. Söyleşi metinleri kendi okuma deneyimimde ayrı bir yere konumlanıyor çünkü merak ettiğiniz bir düşünürün biyografik hikâyesi, metinleri dışında nasıl bir yaşam sürdüğü, etkilendiği, beslendiği kaynaklar, dostlukları, çalışma biçimi, deneyimleri gibi farklı yönlerini de görmenizi sağlıyor. “Tıpkı Bir Yaprak Gibi” metninde de samimi bir sohbete tanıklık ederken, yazarı daha yakından tanıyor, onu sadece bir düşünür olmanın ötesinde tahayyül edebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra metinde yazarın düşüncesine dair sorulara verdiği cevaplarla, kavramlarını anlamaya (Haraway için kavram demekten çok metaforlarını ya da figürlerini demek daha uygun olabilir) biraz daha yaklaşmış oluyorsunuz. Ayrıca, kitapta yazarın, “siborg”, “mütevazı tanık”, “konumlu bilgiler”, “primatoloji”, “teknobilim”, “vampir kültürü” gibi kullanımlarından ve çalışmalarına yön veren fikirlerden sorular vasıtasıyla bahsediliyor.

Tıpkı Bir Yaprak Gibi-Donna J. Haraway ile Söyleşi, Thyrza Nichols Goodeve, 189 syf., İletişim Yayıncılık, 2020

'TEK BİR VARLIK GİBİ'

“Dağınık değilse bile gösterişsiz -dış cephesindeki boya yaşlı bir yüz gibi dökülmüş- küçük Kaliforniya kulübesi, çiçekler, limon ağaçları ve botanik harikalarının arasından bakıyor. Evle bitkiler tek bir varlık gibi öylesine iç içe geçmiş ki, bahçenin nerede başlayıp evin nerede bittiğini anlamak zor” Metin böyle başlıyor, Thyrza Nichols Goodeve, Haraway ile buluşma mekânını uzunca tarif ediyor. Ne önemi var denebilir belki ama bu betimleme bana Haraway’in yaşamına fikrinin yansıması gibi göründü. “Evle bitkiler tek bir varlık gibi öylesine iç içe geçmişler ki”, bu iç içe geçme çok farklı türlerin ev ile ilişkilenmesini, bir şekilde ilişkilenerek bir arada durmayı imgeliyor. Çünkü Haraway düşüncesindeki “tür yoldaşlığı”nı sadece insan ve hayvan üzerinden ele almamak gerekiyor, onun düşüncesinde bu durum yapılmış herhangi bir ürünü de kapsayabiliyor bu nedenle bu giriş beni farklı ilişkilenme biçimlerinin iyi bir göstergesi olabilir düşüncesine götürdü. Goodeve içeriye doğru girdiğinde ise hayvanlarla karşılaşıyor, yaşlı kedi “Bayan Moses” köpek “Roland”… Haraway’in mekânını bu kadar önemseme sebebim, onun yaşamında bir şekilde düşüncesini pratik ettiğini bana hatırlatmasından. Çünkü çizilen tablo tüm farkları bir arada bütünün parçaları olarak düşünmeye el veriyor açıkçası bu beni heyecanlandırdı, mümkünlüğü hissettirdi.

DİSİPLİNLER ARASI BAKMAK ve GÖRMEK

Haraway metinlerinden bahsederken asıl sorun ettiğinin genellikle doğa-kültür ikiliği olduğunu vurguluyor. O konuya temelde biyolojiden yaklaşırken, diğer disiplinlerle kesişme noktalarını da işin içine katarak düşüncesini oluşturuyor: “Biyoloji tartışmanın merkezindeki örgütleyici ilkeyken aynı zamanda hep politika ve göstergebilim, edebiyat, antropoloji ve tarihle bu disiplinleri kesen biçimde, onların sorularıyla sıkı sıkıya örülüydü. Temel mesele gerçek ile kurgu, düzanlamlı ve figüratif ya da mecazi bilimsel ve anlatısal arasındaki bu son derece verimli kesişmeyi sürdürmekti.” Haraway’in bu kesişmeyi metinlerinde sürdürdüğünü söyleyebiliriz bana kalırsa. O böylece, ırkçılığı, sömürgeciliği, toplumsal cinsiyet kodlarını, insan merkezli bakışı disiplinler arası bakışla deşifre etmiş oluyor. Sonuçta bizler, insanın tedavisi için genlerine müdahale edilen bir fareye bir borcumuz olduğunu hatırlamış oluyoruz çünkü onun sayesinde, OnkoFareTM’den haberdar oluyoruz. “OnkoFareTM, meme kanseri ürettiği bilinen bir insan tümör yaratıcı gen -onko gen- aktarılmasının sonucudur” diyor, Haraway ve bu konudaki tavrını şöyle açıklıyor: “Varlığını ya da kullanılıp kullanılmamasını onaylayıp onaylamamdan bağımsız olarak, benim ve kız kardeşlerimin yaşayabilmesi için sürekli ve çok derinden acı çektiğini söylememin sebebi bu. Bir gün kendi bedenimde değilse muhakkak arkadaşlarımınkinde, OnkoFareTM’ye ya da durmaksızın tasarlanan kemirgen akrabalarından birine, büyük bir borcum olacak." İnsan için acı çeken başka türleri ve onlarla insanın ilişkilenme biçimini görmüş oluyoruz böylece. Haraway hayvanların laboratuvar araştırmalarında kullanılmasına karşı olmadığını ama dikkatle sınırlandırılması gerektiğini, çekilen acı için sorumluluk almak gerektiğini hatırlatıyor ve karşı çıkanlara saygı duyduğunu belirtiyor, bunun masum olmadığımızın bir göstergesi olarak görüyor. Öznel fikrim ise hiçbir hayvanın başka bir tür için acı çekmemesi.

YORUMU SONSUZA AÇMAK

Haraway tahakküm ilişkilerini deşifre etmek için metaforik bir dil kullanıyor, bununla meselelere başka açılardan bakmanın, çoklu bir şekilde düşünmenin yolunu açıyor. Onun en bilindik figürlerinden, “büyük bilimin ve militarizmin çocuğu” olarak tanımladığı siborg ve açıkçası kendi okuma deneyimimde çok önemli bulduğum “yoldaş türler” anlatma çabasının iki önemli yansıması. Haraway, insani olanı, teknolojik olanı, başka türlere dair olanı bir tarihin içinde bedenleştirerek bunlar arasındaki sınırları, tekil yapıları bir ilişkisellik çerçevesinde anlatmaya çalışıyor. Özellikle “yoldaş türler” bu ilişkiselliği ve bir arada olma bahsini imlemek açısından önemli. Keza siborg için de benzer bir durumdan söz edilebilir, siborg bir anlamda parçaları ve o parçaların farkını bir arada heterojen bir şekilde tanımlayabilmenin önünü açıyor, bir bütünden çok 'başka’nın tek tek birlikteliğini çağrıştırıyor bana. Yani insanlar, diğer organizmalar ve makineler arasındaki farklılık ilişkisini bu nedenle bu figürü çeşitli bağlamlarda düşünmek gerekiyor. Kitaptaki söyleşilerin satır aralarından da bunu yakalayabiliyoruz bana kalırsa, şöyle diyor Haraway: “Örneğin, siborgu acayip, güçten düşmüş bir tür teknolojik coşku ya da her türlü siber nesneye dönük gösterişli bir sevgiye indirgeyenler, tamamen yanlış yerdeler. Yahut siborgun sadece lanetli figür militarizmin bir parçası olduğunu düşünenler. Beni siborgla ilgili en çok ilgilendiren şey, beklenmedik şeyler yapması, çelişkili tarihsellikler ortaya koyması, böylece dünyanın içinde ve dünyaya ilişkin çalışmaya imkân vermesi.” Kısacası, çok farklı bağlamlarda meseleyi ele almanın olasılığını ortaya çıkarmak ve dünyaya dair hikâye üzerine başka düşünme yöntemleri geliştirmekten bahsediyor Haraway. Ki metaforlara dair söylediği şu cümleler de bunu destekliyor: “Tekrarlayayım benim metafor duygum tam olarak biyolojik örneklerden yola çıkar. İlle bir şey söyleyeceksek, yeniden tanımlamalar olduklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle, benim teorileşme yöntemimi nitelendirmek istersek, bu yeniden tanımlama olur; bir şeyi yeniden tanımlayarak ilk bakışta görüldüğünden daha belirgin hâle getirmek.” Bu yeniden tanımlama ile ortaya çıkan metafor, dünyanın sorunlarını, doğduğu tarih içerisinde bilim, militarizm, ırkçılık, sömürgecilik, toplumsal cinsiyet bağlamında tekrar tekrar düşünmenin önünü açıyor belki de çünkü Haraway’in tanımları çoklu, ilişkisel anlam katmanları içeriyor. İnsanı, insan olmayanı, nesneyi belli bir ilişkisellik içinde belirgin hâle getirmeyi gerektiriyor. Bir şeyde kaybedilmiş olanı görünür kılarak, onu tek anlamlı değerlendirmenin önüne geçiyor ve bir anlamda yorumu sonsuza açıyor. Bu anlamda, “Tıpkı Bir Yaprak Gibi” kitabında yer alan söyleşiler ve satır aralarından devşirdiklerim en azından benim okumamda, Haraway yazısında metaforların işlevini biraz olsun kavrayabilmemi sağladı diyebilirim.

KESİŞMELER

Haraway, feminist teknobilim modelini nasıl tanımladığına dair Goodeve’in sorusuna yanıt verirken şöyle söylüyor: “Feminist teknobilim çalışmaları sizin az önce söylediklerinizi (soruda geçen “demokrasiyle teknobilim”, “insan eşitliğini sağlamaya yönelik güçlü bir nesnellik”, “özeleştirel bilgi projelerinden arınmış” bu tanımları kastediyor) ciddiye alır. Bu nedenle teknobilimsel özgürlük, teknobilimsel demokrasi gibi şeyleri içerir; demokrasiyi dünyaları bir araya getirmeye ve ayırmaya katılan insanların güçlendirilmesiyle ilgili şey olarak anlar; teknobilim süreçleri bazı dünyalarla değil, ötekilerle ilgilenir, demokrasi insanların hatırı sayılır ölçüde katılımını ve katıldıklarını bilmesini gerektirir ve birbirlerine karşı sorumluluk taşıdıklarını varsayar. Feminist teknobilim çalışmaları, toplumsal cinsiyetle ilgili devam eden ve acı verici çelişkilerin izini sürer.” Sanırım Haraway’in ifade etmeye çalıştığı tüm feminizmleri ve demokrasi mücadelesi verenleri kesiştiren bir yerde duruyor. Çünkü sorunsallaştırılan dünyanın ve onun tüm yaşayanlarının acısına dair.

Haraway, “siborgluk” ile en etkili karşılaşma ânından, “billurlaşma ânından” bahsederken, “Tıpkı bir yaprak gibi tahayyül ettim. Örneğin bitkilerle hayvanların paylaştıkları moleküler mimari beni büyüledi. Tabii bunun yanında tıpkı bir yaprak gibi olduğumu anlamanın getirdiği tarihsel ihtimalleri ortaya çıkaran araçlar, disiplinlerarasılık ve bilgi pratikleri müthişti” diyor. Onun teorilerinin, uğrak noktalarının, figürlerinin şifresi gibi bence bu cümle çünkü bir yaprakla ilişkilenmek onunla belli bir ortaklığının olabileceği ihtimalini bilmek ve üzerine gitmek çok ilham verici olmalı ve bu ilham bugün dünyanın tam da ihtiyacı olan değil mi?

Kaynaklar

Haraway, D,j., (2010), “Başka Yer”, (Çev. Güçsal Pusar), İstanbul: Metis.