Gölgelere ışıklar düşüren kadın: Cahide Birgül

Romanında gölgeleri, yarı karanlık, kasvetli ev içlerini, tekinsiz roman kişilerinin iç dünyalarındaki en karanlık noktaları anlatan yazar değildi artık karşımdaki kadın. Kanserle cebelleşen bir “hasta” da yoktu karşımda. Neşeli, coşkulu, cıvıl cıvıl bir kadın... Yaramaz, cin gibi bir kız çocuğuyla, meraklı, her olan bitenden haberdar mahallenin teyzesi arasında değişken bir ruh hali...

Google Haberlere Abone ol

Eser Demirkan

“Sevgili Birgül, can dost” diye başlasam bu yazıya, “Ah Birgül, seni ne çok özlüyorum” desem, “ve ne zaman seni ansam içim aydınlanıyor, kahkahaların hâlâ kulağımda” desem, çok öznel olur değil mi? Bir “kitap tanıtma yazısı”na da böyle başlanmaz ki…

Şöyle mi başlasam: “İlk kitabı 1998 yılında yayımlanan Cahide Birgül, 2009 yılında aramızdan ayrıldığında dördü roman, biri Talât Sait Halman’la yapılmış bir nehir söyleşi olmak üzere beş kitap yazmıştı.” Yazarının heyecanını paylaştığım, yazılış serüvenlerine tanıklık ettiğim kitaplar için ne soğuk bir cümle oldu bu.

Ya da romanlarının listesini vererek başlasam: Gölgeler Çekildiğinde (1998), Geceye Uyananlar (2000), Ah Tutku Beni Öldürür müsün? (2004), Eflatun Koza (2009).

İyi de bu parantez içlerindeki yıllar boyunca yaşadıklarına, yazma coşkusuna, yaşam enerjisine, kanser illetiyle müthiş savaşımına, kahkahalarına tanık olduğum arkadaşım Birgül’ü yalnızca yazar kimliğiyle anlatabilir miyim?

Çok erken kaybettiğim bir dostumun kitaplarını kendisinden bağımsız düşünmek zor, çok zor benim için. Metne dönük eleştiriyse muteber olan, bunu yıllar önce yapmıştım, Birgül’le henüz tanışmamışken. (“‘Gölgeler Çekildiğinde’ Geride Gölgelerden başka Ne Kalır?” Kitap-lık, Bahar 1999.) Gölgeler Çekildiğinde başarılı bir “ilk kitap”tı, hakkında birkaç yazı yazıldı, röportajlar yapıldı. Romandaki lezbiyen aşkı/ilişkiyi öne çıkaran da oldu, polisiye yanını vurgulayan da. Ben de şöyle şeyler söylemişim o yazıda, roman kişileri ve romandaki başka “gölgeler” için:

Esin’in yaşamındaki herkes bir gölge gibi. Tekerlekli sandalyeye mahkûm, bunaması beklenen, yaşamı boyunca hep silik kalmış bir baba. Güçlü, baskıcı, öldükten sonra bile yaşamındaki herkesi gölgesinin altında ezen bir anne (…) Âşık olmadığı bir nişanlı: Kenan. (…) Romandaki ‘gölgeler’ yalnızca kişilerden kaynaklanmıyor. Genel atmosfer de hep kapalı. Roman ekim ayında başlıyor ve hep yağmurlu, kapalı havalarda geçiyor. Evlerin pencereleri bile karşı apartmanlarda yaşayan ‘gölgeler’e bakıyor. Esin’i etkileyen belki de, Deniz’in diğerleri gibi silik olmayışı. Sonra okurun baştan beri gördüğünü, Esin de herkes gibi fark ediyor. Asıl ‘gölge’, bilinmeyen, Deniz’in kendisi. Asıl ‘gölgeler’ Esin’le Deniz’in ilişkisinin üstünde.

Romandaki küçük bir kurgusal aksaklığa, özellikle zaman yanlışlarına dikkat çekmiş, sonra da başarılı yönlerini söylemişim:

Kitabın cazibesi sanıldığı gibi, polisiye bir yanı oluşundan ya da anlatılan ‘lezbiyen ilişki’den kaynaklanmıyor. (…) daha etkili olan, romanın kurgusu ve dili bence. İç konuşmalar –pek çok benzerinin tersine- romana bir akış kazandırmış. Dilin oldukça iyi, ekonomik kullanılmasında ve kurgunun sağlamlığında Cahide Birgül’ün oyun yazarlığının katkıları görülüyor. Roman bittiğinde, damağınızda hoş bir tat ve bir eksiklik duygusu kalıyor geriye. Okur olarak pek çok şeyi merak ediyoruz, gerilim sürüyor.

Eflatun Koza, Cahide Birgül, Kafka Kitap, 2019.

Romanında gölgeleri, yarı karanlık, kasvetli ev içlerini, tekinsiz roman kişilerinin iç dünyalarındaki en karanlık noktaları anlatan yazar değildi artık karşımdaki kadın. Kanserle cebelleşen bir “hasta” da yoktu karşımda. Neşeli, coşkulu, cıvıl cıvıl bir kadın... Yaramaz, cin gibi bir kız çocuğuyla, meraklı, her olan bitenden haberdar mahallenin teyzesi arasında değişken bir ruh hali... Birgül’le tanışıp da onu fark etmemiş, bugün de anımsamayan biri olacağını sanmıyorum. Çevresindeki herkes enerjisine, eğlenceli kişiliğine kapılırdı. İstanbul’da nerde ne yenir, nerenin kahvesi güzeldir, mutfak için fayans ya da ucuza musluk nerde bulunur bilir, gündelik sorunlara hızlı, basit çözümler üretiverirdi. Başından geçmiş kötü olayları bile herkesi güldürecek biçimde anlatırdı. O zamanlar ergenlik çağında olan ve çatışma yaşamalarını bekleyeceğiniz oğluyla da çok güzel, dengeli, sevgi dolu ve eğlenceli bir ilişkisi vardı. Uzun süre bir dert anlattığını hatırlamıyorum, başka birini “bunalıma” sokacak günlük yaşamdaki bir aksaklığın, hastalığının bile mizahını yapar, “dertleşme”leri gülüşmeye dönüşürdü.

İyi bir okurdu, özellikle Patricia Highsmith’i çok severdi ama onu besleyen, okuduklarından çok, dış dünyaydı bence. Çok iyi bir gözlemciydi, gerçek yaşamdaki sahnelerin, öykülerin peşine düşmeyi severdi. Günlük yaşamda karşılaştığı insanların küçük davranışlarından, bir cümleden, bir tavırdan bir öykü çıkarabilirdi. Meraklıydı. Edebiyat dışında, popüler kültür, magazin, üçüncü sayfa haberleri, mizah, karikatür, argo, burçlar gibi pek çok şeyle ilgilenirdi. Sokakta ilgisini çeken birini fark ettirmeden izler, ona mutlaka bir hikâye kurardı. Kötücül olanın, entrikanın, ona bir bulmaca çözmek gibi cazip geldiğini biliyorum. Sokaktan gelen sese kulak kabartır, hemen cama çıkar, izler, yorum yapar, bir hikâye kuruverirdi. Sizin her gün, yürüdüğünüz yolda hiç dikkat etmediğiniz bir ev, karşı pencerede hep gördüğünüz biri, bir sokak satıcısının sesindeki tını hemen entrikalarla örülür, yeni anlamlara bürünürdü.

En sıradan görünenlerin içindeki sıradışılığı, gizemi, karanlıklarına saklanmış deliliği çok çabuk yakalardı ve bunu çok da güzel anlatırdı. Ne zaman İstiklal’den geçsem onu ve Geceye Uyananlar’daki Nilüfer’in tramvayla tehlikeli “ilişki”sini anımsarım:

Konu tramvay... Şu caddeyi ortasından yaran kırmızı bıçak... Ağır ağır yürürken bir yandan onu gözlüyorum. O yaklaşıyor, yaklaşıyor, ben de birden sanki farkında değilmişim gibi yoluna adım atıveriyorum. Bunu daha çok tramvay Galatasaray’daki durağı geçmiş, yukarı doğru tırmanmaya başlamışken yapıyorum. Vatman düdüğe asılıyor, şaşırmış gibi geri çekiliyorum.

Bugün işi ilerlettim, ilk kez geri adım atmadım. Adamla göz göze geldik. Tuhaf bir andı, beni tanımış gibi, selam verecekmiş gibi baktı yüzüme. Bekledim. Gözlerimi çekmedim ama. O zaman korktu. Bir kez daha tramvayın uyaran sesini duydum. İlkinden daha başkaydı sanki... Daha çığlığa benzeyen, daha insana yakışacak bir ses... Bir an, zaten her şey birkaç saniye içinde oldu ama işte buna benzer pek çok düşünce geçti kafamdan, sanki vatman bağırıyordu. Komikti, gülümsedim ona. “Korkma ve gürültü etme” demek istedim. Anlamadı ama. Gözleri büyüdü, tramvay büyüdü. Akan caddenin, onca kalabalığın buzdan bir kütle haline geldiğini hissettim. Olağanüstüydü! O kocaman akışkan kalabalığı dondurmayı başarmıştım. Bakışımın dışındaydılar, bulanıktılar ama bana gözlerini diktiklerini, olacakları dehşetle izlediklerini görüyordum. Yürüdüm, bu kez öne doğru yürüdüm... İçimi titreten bir elektriklenme oldu saçlarımda. Tramvayın metal gövdesi mantomun eteğine süründü. Deli gibi çalan düdüğe rağmen duydum onun sesini. Tuhaf, yumuşak, çağıran bir sesti. Bildiklerime benzemeyen, baş döndürücü bir ses. Omzumun üstünden çabucak geriye baktım sonra. Geçebildiğime inanmak için. Vatman tramvayı durdurmuş, arkamdan bağırıyordu.

Birgül, mimarlık eğitimi almış, bir devlet kurumunda çalışmıştı ve biz tanıştığımızda erken yaşta emekli olup İstanbul’a yerleşmiş durumdaydı. Romanlarından epey önce de radyo oyunları yazmış, senaryoya merak sarmıştı. Kitaplarında uzun uzun laflara gerek duymadan, cümle aralarında derin bir yarayı gösterivermesinde, daracık bir mekân için bile çok kullanışlı alanlar tasarlaması gibi, mimarlığının, yazdığı diyaloglarda da oyun yazarlığının payı vardır mutlaka. Geceye Uyananlar’daki annenin üç çocuğuna –tramvayla ilişkisini alıntıladığım Nilüfer, sağlıklı, yakışıklı, güçlü Haluk ve zihinsel engelli Memo– bakış açısını şu kısacık diyalogla anlatıvermesi örneğin:

Geceye Uyananlar, Cahide Birgül, Kafka Kitap, 2019.

“Bugün nasılsın anne?”

“İyiyim kızım. Evdekiler nasıl?”

“Evdekiler” hepimizdik. Memo’nun adını ağzına almamak için bizi çoğullaştırıyor, “evdekiler” yapıyordu.

“Onlar da iyi.”

“Haluk gitti mi?”

Burada bizden ayrılıyordu abim. Onu çekip yanına alıyordu annem.

Her şeyi uzun uzun anlatmaya ne gerek vardı, üstelik sadece yer değil zaman da dardı. Şimdi düşünüyorum da yaşama sıkı sıkı bağlılığı, aceleciliği, kemoterapi gördüğü zamanlarda bile kendini toparlar toparlamaz geziye çıkışı, tenis oynamaya gidişi… Aileden Tokatlıydı, çok gezdiğini söyleyenlere, “Tokat’ın topalına Çin’de rastlamışlar” derdi. Hiç üşenmeden evini Cihangir’e, sonra, Bostancı’ya taşıması; yazlarını Bodrum’da geçirirken kalabalığından şikâyet edip daha bu kadar popüler değilken birdenbire Gökçeada’ya yazlıkçı olarak yerleşivermesi. Vizyona giren pek çok filmi izlemesi, yeni çıkan kitaplardan haberdar olması, siz onu Ankara’da sanırken iki günlüğüne Mersin’e de gidiverişi… İkiz kız yeğenlerinin ve benim kızımın doğumundaki heyecanı, onlar için keyifli alışverişler yapması, çocuklarla oynaması, eğlenmesi… Televizyon için bir senaryo yazarken kafasında yeni romanının olay örgüsünün, kişilerinin oluşması…

Ölü Ozanlar Derneği’nde geçen bir söz vardır ya, “hayatın iliğini emer gibi yaşamak.” Birgül de tanık olduğum son on bir yılını böyle yaşadı. Koşar gibi değil ama hızlıca yürürken etrafındaki her ayrıntıyı görür gibi. Kanserden öldü. Ama hastalığa yakalandıktan sonraki her ânını, sevdikleriyle, keyifle yaşayarak, üreterek, kazanan o oldu: Kansere yenilmedi.

Son kitabı Eflatun Koza’nın ithafı, “hayatıma kendi ışıklarını düşüren kadınlara” diye başlar ve birçok kişiyi anar. Ah, Birgül, keşke uzun bir aradan sonra kitaplarının yeni baskılarını görebilseydin, yeni okurlarınla tanışabilseydin… Ah, can dostum… Ah, gölgelere ışıklar düşüren kadın…