Kaybolan toprağın yemekleri

Silva Özyerli’nin Aras Yayınları tarafından yayımlanan, hepimizin kendinden bir parça bulduğu, kaybolan yemeklerin izini sürerken anımsadığı hikayeleri, bir coğrafyanın kaderini, kederini, lezzetlerini anlatan Amida’nın Sofrası adlı kitabı okurla buluştu. Özyerli kitabı yazma amacını, “Sur’un yıkımı, yok edilmesi, orada bütün yaşanmışlıklarla birlikte yok edilerek yepyeni bir Sur, yepyeni bir Gavur Mahallesi oluşturulmasına direndiğim için yazdım” sözleriyle anlattı.

Google Haberlere Abone ol

Bircan Değirmenci

Ocakta tüten kahve ve taş fırından yeni çıkmış ekşi mayalı ekmeğin kokusuyla gözlerimi açıyorum. Sümerbank’tan alınmış mis gibi çarşaflarla yer yatağında uzanırken, gözüm tavandaki direklere takılıyor. Usta ellerden çıkmış bir taş ev burası. Yanı başımıza konulan bakır tasın içindeki sıcak halka tatlıdan yiyerek, pazen geceliklerimizle Ceco diye çağrılan Silva’yla birlikte Mayrig’in odasına gidiyoruz.

O kahve pişirmeyle uğraşırken biz sandığını karıştırıyoruz. Mayrig’in sandıktaki bohçasından neler çıkmıyor ki; acı, sürgün, hikayeler, komşuluk, kadife kumaşlar, Karabaş köyü, kilise, Xırsız Meco, Deli Ferho, Mermer Köyü, leylekler, maniler, yatılı okul, düğün, doğum, vaftiz, bayram ve cenaze zamanı yapılan yemekler, çörekler, tatlılar, likörler, şaraplar, şehriyeler…

Mayrig’in hışımla kovaladığı evin kapısından dışarı atıyoruz kendimizi, sokaktan geçen faytonun arkasına asılıp, faytoncudan yağlı kırbaç yiyoruz. Dar küçelerden geçerek yemek götürdüğümüz babasının verdiği harçlıkla eve dönüşte elma şekeri alıyoruz. Avludaki havuzun etrafında oyunlar oynuyor, Çemçe Gelin’in ardına düşüp yağmur duasına çıkıyoruz. Zethina dikiş makinesinde dikilen elbiselerimizi giyinip, kumbaradaki paramızla Dilan Sineması'nda filmler izliyoruz. Bahar geldiğinde dama çıkıp leyleğin gelişini karşılıyoruz. Gazi Köşkü’ndeki piknikte ud ve cümbüşle çalınan şarkılara eşlik edip halaya duruyoruz: Mardin Kapı şen olur…

Yastığımızın altında kırmızı rugan ayakkabılarımız ve ponponlu beyaz çoraplarımızla bayram sabahını gözümüzü kırpmadan karşılıyoruz. Komşularla şehriye kesiyor, taş dibeklerde buğday dövüyor, hamur yoğuruyor, Deve Hamamı’nda birlikte yıkanıyoruz. Deli Ferho’ya fal baktırıyor, dağılmış saçlarını özenle tarıyoruz. Rengarenk çiçekli peştamallarını beline bağlayarak, kavurma yapmak için hazırlanan avlunun kadınlarına ocağı yakmaları için odun taşıyoruz.

Trenle İstanbul’a gittiklerinde bilinmezliğin verdiği korku ve tedirginlikle ablasıyla birbirlerine sarılıp ağlarken, vita yağı kutusundan çıkarttığım yemeği onlara uzatıyorum. Elindeki işi bitirebilmek için hastalığını erteleyen taş ustası babasının cenazesinde döktüğü gözyaşını siliyorum. Ve annesinin küpte kalan son unla yaptığı, mahalle fırınından eve gelinceye kadar kokusunu duyan herkese dağıtarak bereketini arttırdığı ekmekten bir parça koparıp ağzıma atıyorum ama boğazımda bir yumru, yutkunamıyorum. Sırtımda taşınması zor yükün ağırlığı, kulağımda yığınla ses, kırmızı yemenili ayağımda Tüme ninenin ağrısıyla yıkılmış sokaklardan geçerken, damağımda bir dolu yemeğin tadı, burnumun direğini sızlatan bayram çöreğinin mahlep, rezene, tarçın ve kilisedeki buhurdanın kokusu, gözümün önünde annemin, babamın canlanan hayali ve anılarımla kitabın son sayfasını kapatıyor, gayri ihtiyari öpüp, başıma koyuyorum.

Ertesi gün Silva’yla buluşacağımız eski bir Diyarbakır evinin avlusundayım. Az sonra kapıda beliriyor. O beni ilk kez görüyor ama ben onu ziyadesiyle yakından tanıyorum. Yüzleşiyoruz. Yaşadıklarının, gördüklerinin derinliği; gözlerine, konuşurken dudağının her bir kıvrımına yansıyan, ablam, komşum, arkadaşım, kuzenim, teyzem olan bu kadınla konuşmak için sabırsızlanıyorum.

Avluda durup, eve şöyle bir bakınıyor ve çalışan personele “Burası kimin eviymiş?” diye soruyor. Silva buranın bir tarihçesi olduğunda ısrar edince “Ulu Camii imamının eviymiş diyorlar” diye yanıtlıyor genç çocuk. Silva gülümseyerek, “Demek ki imam çok zenginmiş” diyerek üstelemiyor artık. Kahvelerimizi içerken başlıyor durmaksızın anlatmaya.

Silva Özyerli’nin Aras Yayınları tarafından, Diyarbakır Kitap Fuarı’nda görücüye çıkan, hepimizin kendinden bir parça bulduğu, kaybolan yemeklerin izini sürerken anımsadığı hikayeleri, bir coğrafyanın kaderini, kederini, lezzetlerini anlatan Amida’nın Sofrası kitabının serüvenini birlikte dinleyelim.

Silva babasını kaybettikten sonra annesi çocuklarıyla birlikte, Diyarbakır’daki kocaman avlulu taş evi geride bırakarak, İstanbul Şişli’de bodrum katında bir eve taşınmak zorunda kalır. Annesi “Ölmeden mezara girdim” diye sayıklayarak, sürgün gibi yaşadığı İstanbul’da üç yıl sonra genç yaşta hayatını kaybeder.

40 YAŞINDA UYANIŞ!

Silva 40 yaşına geldiğinde kendi deyimiyle ‘uyanır’.

“Annemi çok erken kaybedince yoksunlaştım. Mutfağım gittikçe tadını, kokusunu renkliliğini kaybetti. Evleniyorsun, çoluk çocuğa karışıyorsun, 40’lı yaşlara gelince hayat yavaşlıyor, mücadele duruyor. O an diyorsun ki ‘ben kimim, nereye aitim?’. Özüne dönüyorsun. Evimde pişen yemekler zaten Diyarbakır mutfağıydı. Annemin ölümüyle tatlar azaldı ve ben önüme gelen her Diyarbakırlıyla görüşerek minik minik araştırmalar yapıp, notlar aldım. Ciddi bir birikim ve notlar oluşmaya başladı.”

‘KAÇIŞIN YOK, OTURUP SEN YAZACAKSIN’

Yemeklerin izini sürerken onda çağrışım yapan aile hikayesi de peşini bırakmaz Silva’nın.

“Annem hiç konuşmazdı, o nedenle anne tarafımın hikayesi kopuktu. 1950’de Kore Savaşı nedeniyle ninemlerle birlikte 10 yaşındayken Türkiye’den Suriye’ye giden teyzem Suriye savaşında tekrar bize sığındı. O gelince anne tarafımın hikayesi ortaya çıktı. Karabaş köyü, Mermer köyünde köy yaşamı, kıtlık yemeklerini teyzemden aldım. 10 yıl boyunca topladım. Bir şey çıkacaktı benden ama ne çıkacaktı bilmiyordum. Aile hikayemiz de çıkabilirdi. Kararsızdım. Mutfakta çok mutlu olurum. 2015’te seçim zamanı Diyarbakır Ermeni mutfağıyla ilgili bir çalışma yapacaktık. ‘Yemeklerin hikayesini yazar mısınız?’ dediler. Fikir öyle çıktı. Bu arada Diyarbakır ile ilgili bir çalışmaya yaptığım eleştiriden sonra Rober Koptaş bana ‘Çok dolusun, madem öyle, kaçışın yok, oturup sen yazacaksın’ dedi.

‘SUR YIKILIYOR DİYE YAZDIM’

Aras Yayınları’nda bir gün bir araya geldik. Ben ‘Şu anda Sur yıkılıyor ve ben yastayım. Taş ustasının kızıyım. Surun sokaklarını, hikayelerini yazabilirim, bunu yemekle harmanlayabilirim. Çünkü orada yeni bir tarih yazılıyor’ dedim. Deneme için bir şey yazıp yolladım. “Başla” dediler. Ben, Sur’un yıkımı, yok edilmesi, orada bütün yaşanmışlıklarla birlikte yok edilerek yepyeni bir Sur, yepyeni bir Gavur Mahallesi oluşturulmasına direndiğim için yazdım. Sadece babam değil yüz yıldır o kente emek vermiş, değer katmış, kadın-erkek herkesin emeği de yok oluyordu. Onu kalıcı kılmak istedim. Siz burayı yok ettiniz, evet ama benim hafızamı da yok edemezsiniz. Ne yaparsanız yapın hafızamı yıkamazsınız.”

Amida'nın Sofrası-Yemekli Diyarbakır Tarihi, Silva Özyerli, 272 syf., Aras Yayıncılık, 2019.

ELİNDE KAYIT CİHAZIYLA DOLAŞIR

Silva, yaşlı insanlarla sözlü tarih çalışması yapmaya devam eder. Bir de eline Diyarbakır’ı anlatan Ermenice bir kaynak kitap geçer. Kitapta 1915’te qefleden(kafileden) kurtulanların tanıklıklarıyla bir araya getirilen bir buçuk sayfalık Diyarbakır yemek tariflerine rastlar. Birçok yemeğin ismi vardır ama çok fazla detay yoktur. Ölüm, düğün, bayram, vaftiz, hedik toplantılarına giderek, buradaki insanlara bu yemeklerin ismini sorarak kayıtlar alır. Elbette tarifi elde etmek için zorlandığı kısımlar da olur.

“Gittiğim her yerde ‘bu yemeği bilen var mı?’ diye sorardım. Keçel Sarkis’i bir kişi bildi. Nohutlu köfteyi iki kişi hatırladı ama ikisi de yapmamış. Sadece tadını biliyorlar. Ben Bakırköy’deyim, bilen kişilerden biri Bostancı’da, bir diğeri Bakırköy'de oturan 90 küsur yaşında olan Seydun (Taşçı) teyze. Birçok Diyarbakırlı kadının bana çok katkısı oldu. Nohut köftesini haşlayınca dağılmaması için neyle bağlamak lazım? diye soruyorum. Cevap şu: ‘Vallah bilmiyem, sadece yemişem, yapmamışam.’ ‘E ne olabilir sence?’ Soruya soruyla cevap gelir: ‘Acep un koyidilar?’ Diyarbakır mutfağında un yoktur, bağlamak için ya dövmenin kırığı ya da yumurta kullanılır. Ama bu oruç yemeği olacağı için yumurta olması imkansız. 6-7 kez nohutlu köfteyi yaptım ve kimisi tutmadı. Her seferinde yapıp ona götürüyorum. İlk götürdüğümde: ‘Köstek, ben sahan demedim büyük olacak, çok küçük yapmışsan.” Bir keresinde içerisine soğan doğrayarak yaptım. Merakla beklerken yiyerek test ediyor: ‘Yoooq olmamış ama bu da xoştur. Hele bi tene daha ver yiyeyim’ En sonunda baktım olmayacak içerisine un koyarak yaptım. Yanında da yine eski tarifle yaptığım şalgam turşusunu alıp Seydun Teyzenin evine gittim. Karşısına geçip izledim. Bu kez yedi ve yüzünde bir mutluluk ifadesiyle ‘Anana babana rahmet. Bu sefer tam olmuş’ dedi. ‘Papazların oruç yemeğinde yediği yavan bir şey, bunu nasıl yiyordunuz?’ diye sorduğumda ise ‘E şalgam turşusuyla yiyorduk’ dedi. Bu tesadüf karşısında donup kaldım. Bu bilgiden habersiz meğer yanında yenilen turşuyu da götürmüşüm. Üst kattaki Mari (Çelik) teyzeye turşuyu götürdüm. ‘En son Diyarbakır’da yemiştim. 70 yıl sonra bir daha bana yedirdin’ diyerek duygulandı.”

Bazı yemekler yaşanmışlıkla ilgili olduğu için bir taraftan hikayesini yazıp, bir taraftan ölçülendirip yemeğin tarifini yazması gerekir. “Yemekle ciddi anlamda hemhal olduğum için pişirmek değil ama ölçülendirip yazmak beni daha çok strese soktu” diyor Silva.

YAZMAK ÇOK AĞIR GELİR

Ve sıra bu birikimi yazmaya gelir, asıl zor kısım başlar. Farklı bir zamana odaklandığı için başka bir boyuta geçer. Yazdıkça hatırlar, hatırladıkça ağlar, yas tutarak yazar, hatırlamak çok ağırdır. Yazdıklarının hiçbiri kurgu kahramanı değildir çünkü. Annesi, babası, komşuları, çocukluğu, hayatı, kilisesidir. Ve şu anda yok edilen Gavur Mahallesi’dir. Bilgisayarı kapattığında o kahramanlar orada kalmaz, Silva’yla konuşmaya devam ederler. ‘Şunu da yaz Silva, bunu da yaz, beni unutma Silva’. Bunların hepsi canını acıtır. Kimi bölümleri yazdıktan sonra günlerce kendine gelemez, tekrar bilgisayara dönebilmek için sindirmesi zor olur.

“Göz torbalarım bu kitapla oluştu. Çok zor bir süreçti. Bilmediğim, farkına varmadığım şeyleri de yazarken keşfettim. Annemin zengin ve köklü bir ailesi olmasına rağmen sürgünden gelen bir adamla evlenerek, bu evliliği saygı ve sevgi içerisinde yürüten, ketum ve asil bir kadın olduğunu fark ettim. Ninemin ne kadar güçlü bir kadın olduğunu, babamın çoğalmak, aile olmak isteğinin altında yatan nedenleri gördüm. Herkes erkek çocuğu haberi beklerken babam her kız çocuğundan sonra toprağı öpüp, ‘aile olduk, çoğalıyoruz’ diye şükredermiş. Bir gün bile ikisinden de dayak yemedim. Yatılı okul dönüşü annemden intikam aldığımı anlayınca çok kötü oldum. Deli Ferho’dan sonra günlerce yazamadım. Annemden özür dilediğim zaman da çok yordu beni. Unuttuğum şeyler kendini hatırlatıyordu bana. Bir gün bir taş dile geldi ‘beni yazmadın Silva’. Tüm işi bıraktım mutfak malzemelerini yazdığım o bölüme geldim, baktım onu yazmamışım. O taş da şarap curunuydu. Şarap kültürü o kadar yok olmuştu ki beynimdeki yeri de silinmişti”

‘BABAMA VEFA BORCUMU ÖDEDİM’

Silva yazmaya devam ederken, haberlerde Sur’da yaşanan olaylarla karşılaşır sürekli. “Yas tutuyordum, annem doktora gitmesi için babama yalvarmış. Ama babam sürekli geçiştirmiş, taahhüt ettiği Deve hamamını bitirip öyle gitmiş doktora. Doktor, abime babamın 6 ay ömrünün kaldığını söylemiş. Sur yıkılırken ben babamla aylarca kavga ettim. 47 yaşında annem çoluk çocukla dul kaldı. ‘Yaptın baba değdi mi? bak yıktılar, bak yok ettiler, bak hiçbir şey yok, değdi mi bizi babasız bıraktığına.’ Baktım yok, kavgayla olmuyor. Babamla birlikte bu toprağa emek vermiş herkese vefa borcumu da böyle ödedim.

En sonunda sosyal medyadan bir çan kulesi düştü önüme. Eyvah dedim Silva artık masal kahramanların da gitti. Çünkü o çan kulesi leyleklerimle birlikte büyüdüğüm mekandı. O kilise daha önce de yıkılıp onarıldı ama çan kulesi olanca heybetiyle duruyordu. Kitabı leyleklere ithaf ettiğim gün de saatlerce kendime gelemedim.”

‘İYİ Kİ YAZDIN SİLVA!’

“Rober bana kitabın deneme baskısına girdiğini söyleyince birden bir korku saldı içimi. Vaz mı geçsem, geri mi çeksem? Sanki çırılçıplak sahneye çıkmışım, herkes bana bakıyor ve ben hiçbir yerimi örtemiyorum. Çok kötü hissettim. Ertesi gün kitabı elime aldığımda ‘Silva iyi ki yazdın. Bu kadar yük, bu kadar bilgi tek başına taşınmazdı. Bilgiyi de yükü de bu topraklara bırakmam lazımdı. Artık ucu nereye gider, kime dokunur, bu benim hikayemdir. Umarım birilerine dokunur, birilerinde farkındalık duygusu yaratır. O gün kitapla barıştım.”

Gavur Mahallesi yıkıldığından beri hafızasının yıkılmasından korktuğu için kente gelemeyen Silva, elinde geçmişini yüklediği kitapla döndü. “2015’ten itibaren küsmüştüm Diyarbakır’, ‘bu kitabı yazmasam adım atmam’ dedim. Yazamasam da gitmeyeceğim. Çünkü beni bağlayan şey yok oldu.”

Her zaman aidiyet hissettiği bu şehir artık ona yabancıydı. Tek tip sokaklar, tek tip dükkanlar, tek tip insan profili. Alıştığının dışında bir görüntüydü.

“Bu benim Diyarbakır’ım değil hayal ettiğim Diyarbakır da değil. Aidiyet duygumu pekiştiren Gavur Mahallesi yok. Kilisesiyle, hamamıyla, camisiyle, sokağıyla fırınıyla, fırıncısıyla bir bütündü. Dolayısıyla geri dönme isteği de köreldi. Çünkü o aidiyet duygumun kökleri yok. Hafıza, insan, mekan, mutfak hepsi birden yok edildi. Benim için Diyarbakır Suriçi Gavur Mahallesi idi.

Surp Giragos’un avlusunda on saat dursam umurumda olmazdı çünkü nefes alıyordum. Kiliseler ayakta ama o bütünün içinde anlamlıydı. 1500 yıllık kilisenin yanında AVM mantığıyla yapılan yeni bir mimari koyarsan anlamını yitirir, sırıtır, dokusu bozulur. Daracık sokaklarla, yüksek duvarlarla bir bütündü. Şimdi başka yerler aramak zorunda kalıyorsun. Çocukluğunun geçmediği, anılarının olmadığı yeni yerler. Seni bağlayan bir anı yok, var olan da yok oldu. Ama bu kitabı okuyanlar bir arada yaşamanın insanı, mekanı, şehri, mutfağı nasıl zenginleştirdiğini fark edecekler.”

“Diyarbakır’a tekrar dönmeyi düşünür müsünüz?” sorusunu, “Bir arada yaşamanın, kültürel zenginliğin içini dolduran bir proje olursa canı gönülden yine içinde olurum” diye yanıtlayan Silva sözlerine şöyle devam ediyor: “Çünkü bu kitabın bir amacı da bu. Kitabı okuyanlar ‘Keşke Diyarbakır kitapta anlatıldığı gibi olsaydı’ diyor. Öyle bir proje olursa Diyarbakır için her türlü hizmeti vermeye hazırım. Yeter ki kültürel farklılığın zenginleştirici yönünü destekleyen bir şey olsun. Yoksa buradan tekrar bir hayat zor.”

‘BİZ HİKAYELERİ OLAN BİR KUŞAĞIZ’

“Biz acı-tatlı hikayeleri olan bir kuşağız. Şimdiki neslin hiçbir hikayesi yok. Sokak kültürü yok, mahalle kültürü kalmadı. Ben apartmanımda kim oturuyor bilmiyorum. Diyarbakır’da yaşamış son kuşaktık. Benden sonra bu kültür unutulacak. Kim yazacak?. Böyle bir şeyi toprağımla buluşturduğum için mutluyum. Büyük bir iş yaptığımı yeni yeni fark ediyorum. Tarihe bir iz bırakmanın da ne kadar önemli olduğunu yeni anlıyorum. Çünkü bunu yazabilecek son nesildim ben.”

Mutfak, halkların ortak değeri olduğu için kitabı okuyanlarda mutlaka bir çağrışım yapacak ve anıları canlanacak.

“Kokunun, anın, tadın hafızası var çünkü. O koku hangi anı hatırlatıyorsa o duyguyu tekrar yaşatıyor. Yemek sadece doymak değil başka bir şey. İnsan var içinde, ev var, sofra var, bir arada olmak var. Dolayısıyla insandan ve hafızadan bağımsız değil. O kadar iç içe girmiş ki kavrulmuş soğan kokusu bana sıcak bir evi tüten ocağı, ailenin bütünlüğünü hatırlatıyor. Bir evde soğan kavruluyorsa o evde yaşam vardır.”

KAYIP YEMEKLER TOPRAĞINA KAVUŞTU

1915 öncesi yapılıp yok olan yemek tarifleri var kitapta. Silva’yı mutlu eden en önemli şey kaybolan bu yemeklerin toprağıyla buluşması.

“Bu toprağa ait yemeklerdi. Bunun burada sürdürüleceğini düşünmek beni çok mutlu etti ve onların da ruhunu mutlu edeceğini, onların da canına değeceğini hissediyorum. Çünkü bu yemekler bu toprakta değerli. İstanbul’da pişirirsem bu kadar değerli değil, çünkü buraya ait. Bir mutfak kültürü 40 yılda oluşmuyor. Yemeğin coğrafyası olur, milliyeti olmaz. Toprak sana ne verirse onu mutfağında pişirirsin. Mutfak kültürü halklara aittir. Komşuluk ilişkileri, yan yana yaşama kültürü mutfağın etkileşimini de beraberinde getiriyor. Hangi yemek kaç dille hatırlanıyorsa yazdım. Bir kişi bile yemeğin adını Kürtçe söylediyse ekledim. Çünkü o yemek Ermeni toplumunda öyle biliniyorsa o da yazılmalı. Kayıp Ermeni yemekleri demek hoşuma gitmiyor. Kayıp toprağın yemekleri bunlar. O yemekler burada yapılıyordu. İnsanlar Amerika’da yaşadığında yaptılar mı, ben İstanbul’da bile yapamadım. O yemekler orada bitti. Toprağına yüz yıl sonra geldi. Ve burada buluştu. Mutfak kültürü yerleşik bir toplumu da istiyor. Yerleşik olmalısın ki kültür oluşsun. Burada Kürtler, Zazalar ve Türkmenler de vardı. Bu toprakların ortak değeridir ama Ermeni mutfak kültürüdür. Kaybolan yemekler yeniden toprağıyla buluştu. Bu beni çok rahatlatıyor. Burada bir kişi bunu pişirirse devam edecektir.”

KAPAK FOTOĞRAFININ HİKAYESİ

Herkesin çok mutlu gözüktüğü kitabın kapak fotoğrafının hikayesini şöyle anlatıyor Silva:

“Kilisenin anahtarı bizdeydi. Arkasında ‘hokey hokey’ diyerek takılan onlarca çocukla birlikte bir turistle kiliseyi gezdirdik. O da evimizin olduğu sokakta bizim fotoğrafımızı çekti. Evimiz şimdi yıkık. Kilise de kötü. Sokakta yaşam varsa insanlar mutlu. Şimdi o sokaktan geçtiğimde sokak ölüydü. Sokaklar öldüyse insanlar da ölür. Şimdi fark ediyorum ne kadar önemli bir iş yaptığımı. Sur’u Gavur Mahallesi’ni tekrar anılarda hafızamdan aktararak ölümsüzleştirdim aslında. 20 yıl aradan sonra Diyarbakır’a geldiğimde çocuklar bu kez benim peşimden koştu ‘hokey hokey’ diye. Çocuklara kızarak, Diyarbakır ağzıyla ‘Ne hokeyi ben buralıyam’ dedim. Çocuklar da ‘Abla abla utanmisan bide yalan sölisen’ demişlerdi. “

‘ARTIK KİMSE MASAL ANLATMASIN’

Kitabını, “Her ne kadar Diyarbakır özelinde de olsa içeriden bir ses. Ermenilerin içinden bir ses” diye tanımlayan Silva, şöyle devam etti: “Masal kahramanı değilim ben. Benim de acılarım, hikayem ve gerçeklerim var. Öyle toz pembe bir Diyarbakır yok. Yüzleşeceksek yüzleşelim. Durup dururken kimse toprağını terk etmedi. Senin kapın taşlanırsa, senin kilisen taşlanırsa yaşayabilir misin? Annem beş kızıyla yaşayabilir miydi orada? Yaşayamazdı. Gittiği yerde de kendi yaşayamadı. 30 yıl sonra yeni nesil burada bir Gavur Mahallesi olduğunu bilmeyecek. Kilise de kalırsa tabi! Çünkü ondan da emin olamıyorum. Artık bu kitapla ölümsüzleşti. O evleri alıp oturanlar da rahatsız olacak, bu kadar acının üzerinde oturarak huzur bulabilecek mi? Acımasızca bir yorum belki ama gerçek. Burada Ermeni toplumunun da hatası var. Sen kendini anlatmazsan kimse seni bilmez. Hep nostalji, masala ve ranta dönüşürsün.”

‘LEYLEK GELİYOR MU DİYARBAKIR’A?’

Mayriglere, hayriglere ve leyleklere ithaf ettiği Amida’nın Sofrası’nı yazdıktan sonra dua ettiği insan sayısı da çoğalmış Silva’nın. “Eskiden babama ve Mayrig’e dua ederdim. Şimdi Ferha’ya da ediyorum ve tanıyamadığım diğerlerine de…”

Sur’daki yıkım sırasında devamlı memleketiyle korkarak da olsa iletişim halindedir Silva. “Sürekli insanları arayıp iyi misiniz? diyordum ama bir türlü leylekleri soramadım. Onların da habitatıydı burası. Şimdi leylek geliyor mu Diyarbakıra?

Sorusuna yanıt veremiyorum…

Sohbet bitiyor, o üzerindeki ağırlığı bu kez bana yüklüyor, yorgun ve yaşlı gözlerle birbirimize bakıyor, kucaklaşıyoruz.