Ahmet Hamdi Tanpınar: Maruf bir sülâleye mensup değilim

Ahmet Hamdi Tanpınar hem büyük bir estetik zekâdır hem de düşkün bir erkek; hem arzu doludur hem de arzusunu paylaşacağı kadına/kadınlara bir türlü ulaşamamaktadır; hem Müslüman değildir hem de Müslümandır; devrimlere inanır ama tarihe de inanır; çevresinde herkes var ama kimse yoktur; görülmekte fakat görülmemektedir.

Google Haberlere Abone ol

Ali Ayçil

O çok arzuladığı şöhret dalgası kültürümüzün sahillerine vurmaya başladığında Ahmet Hamdi Tanpınar artık aramızdan ayrılmış bulunuyordu. 1970’li yıllardan itibaren Tanpınar’a duyulan ilgi yıllar içerisinde peyderpey arttı ve yazdıklarının yanına hakkında yazılanlar da eklendi. Bugün yazarla ilgili ciddi sayılabilecek bir külliyata sahibiz. Çevirileri bile yapılıyor. Özellikle Orhan Pamuk’un ilgisi, Tanpınar’ın başka ülkelerde de tanınmasını bir ölçüde kolaylaştırdı. Kitap fuarı sebebiyle bulunduğumuz Pekin’de, Çin Radyosu’nun Türkçe servisinde çalışan bir Türk şöyle demişti: “Çinli şefimiz Türkçeyi bir İstanbul beyefendisi gibi konuşuyor, hatta Tanpınar’ın Huzur’unu o çevirdi.” Günlüklerinde, içeride kendisiyle kimsenin ilgilenmediğinden, dışarıya ise zaten açılamayacağından şikâyet eden Ahmet Hamdi’nin öngörüleri tutmadı. 21. yüzyıla girerken Tanpınar’ı kanonumuzun tam ortasına yerleştirmiş bulunuyoruz. Pek çoklarına göre onsuz bir edebiyatı konuşmak mümkün değil.

Tanpınar’ın hayat hikâyesinde ve yazdıklarında her okur istediğini bulabilir. Ama eleştirel bakan bir göz onda arzulamayacağı yanların ve kanaatlerin de geniş bir yer tuttuğunun farkındadır. Doğu – Batı, modernlik – gelenek, ilericilik – gericilik, Osmanlı Devleti - Türkiye Cumhuriyeti, divan şiiri – modern şiir, CHP – DP vb. karşıtlıklarda (bunların bir karşıtlık olup olmadığı da şüphelidir) Tanpınar’dan alınıp kullanılabilecek mebzul miktarda malzeme vardır ve bu malzeme kullananına göre yorumlanıp durmaktadır. Ahmet Hamdi’yi yorumlama işi, uzunca bir süredir yazarı gözden çıkarmak istemeyen ama ona politik bir figür olarak bakmaktan da kendini alamayan edebi kamunun “Tanpınar’a bakış geleneği” haline geldi. Oysa Tanpınar, akıllı bir Türk’ün tarihe tanıklık ettiği dönemde sorabileceği soruları sormuş, insan olarak da yine bu dönemin ruhta bıraktığı tortulardan mustarip olmuştu.

İki yıl önce tamamı edebiyat öğretmeni ve yazarın hayranı olan bir grupla Tanpınar’ın Günlükler'i üzerine bir atölye çalışması yapmış, orada bulunanların bu günlüklerde ortaya çıkan insan Tanpınar’dan mustarip olduklarını işitme fırsatı bulmuştum. Günlükler yazarın kendisi tarafından kaleme alınmamış olsa, hemen reddetmeye hazırdılar. Hâlâ ona hayrandılar ama Günlükler göle kara bir mürekkep çalmıştı. Hiç böyle olsun istememişlerdi. Günlükler'in, Tanpınar’ı “geleneğin ve kadim kültürün yeniden üreticisi bir estet olarak gören” muhafazakâr okur üzerindeki tesiri zannedildiğinden büyük oldu. Borç içinde, kumar oynayan, alkol kullanan, kadın arzusunu bastıramayan bir adamla karşılaşmışlar, yazar Tanpınar’la insan Tanpınar arasındaki makası bir yüzleşmeye girmeden geçiştirmeye çalışmışlardı. Hâlâ da öyledir!

'DOĞU'NUN TANPINAR'IN KİŞİLİĞİNE ERKEN MÜDAHELESİ'

Dünya tarihinin krizli dönemleri vardır. Olaylar, yakından uzağa bütün insanları bir biçimde etkisi altına alır. Tanpınar’ın çocukluk ve ilk gençliği, bir imparatorluğun yıkılma yıllarına denk geldi. Yıkımı “sabit bir mekân”dan izlemiş de değildi. 23 Haziran 1901’de İstanbul/Şehzadebaşı’nda doğmuş, naiblik – kadılık yapan babası Hüseyin Fikri Efendi’nin görevleri sebebiyle Sinop’tan Kerkük’e, uzun bir güzergâhı tecrübe etmek zorunda kalmıştı. Kervan bir yerden bir başka yere göçüyor, okul kaydı da babanın yeni görev yerinde yeniden yapılıyordu. Bu küçük “kadı çocuğu”nun daha üç yaşındayken Siirt’te karın yağışı karşısında hissettiği duyguları, Kerkük’teki evlerinin efsunlu hallerini ve Antalya’da geçen ilk gençlik günlerini yıllar sonra ancak onun anlatımıyla ve onun anlattığı kadarıyla öğrenebiliyoruz. Kuşku yok ki Siirt’te yağan kar, Kerkük’te tenha bir semtte büyükannenin anlattığı masallar, annenin yolda ölümü ve Musul’a defnedilmesi “doğu”nun Tanpınar’ın kişiliğine erken müdahalesi gibidir. Ahmet Hamdi’nin Kerkük günleriyle Ahmet Haşim’in Bağdat’ta Dicle kıyısında geçen çocukluk günleri birbirine çok benzer ve her iki çocukluk da sanki aynı hüzünlü mum tarafından loşlukta bırakılmıştır. Kader, yıllar sonra onları İstanbul’da karşılaştıracak, birini öbürünün şiirde gayr-i resmi çırağı yapacaktır. Zaten “kader” Tanpınar’ın en çok kullandığı kelimelerden değil midir!..

Hüseyin Fikri Efendi’nin mesleki güzergâhının son durağı Antalya’dır. Tanpınar, Antalyalı Genç Kız’a mektubunda, bu şehirdeki günlerinden kısaca bahseder. Baba burada emekli olmuş, Ahmet Hamdi de buradan doğduğu şehre, İstanbul’a tahsile gönderilmiştir. Tanpınar’ın yüksek tahsil tercihleri onda bir kararsızlık olduğu izlenimi bırakır. (Koşullar da öyle gerektirmiş olabilir!) Önce Baytar Mektebi’ne girmiş, ardından Felsefe ya da Tarih okumayı düşünmüş ama sonunda Yahya Kemal’in ders vermekte olduğu Edebiyat şubesine kaydolmuştur. Bu tercih, yazarı günümüz edebiyatının önemli isimlerinden biri haline getirecek yolculuğun ilk adımıdır. Yahya Kemal’e zaten meftundur ama onun dışında Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi isimlerden de ders alma şansı bulacaktır. Tanpınar’ın Darülfünun yılları, İstiklal Harbi’nin yapıldığı ve İmparatorluğun tarihe karıştığı bir döneme denk gelmiş, bu aralıkta (1921) Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in merkezinde olduğu bir grup edebiyatçı Dergâh dergisini çıkarmış, Ahmet Hamdi de bu grubun içerisinde bulunmuş ve birkaç şiirini yayınlamıştı. Genç şair, Milli Edebiyattan Bergson felsefesine pek çok konunun konuşulduğu hacimli bir sofraya oturmuştu. Derginin Nisan 1921 tarihli ilk sayısındaki ilk yazının Yahya Kemal tarafından kaleme alınan meşhur “Üç Tepe” yazısı olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Metris tepeden zafer haberleri gelmektedir ve yeni edebiyat da bu tepeden doğacaktır…

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, 224 syf., Dergah Yayınları, 2017.

Kurduğu ilişkiler ve edebiyattaki ısrarı olmasaydı muhtemelen zaman genç Darülfünun öğrencisini dergide yayınladığı birkaç metinle birlikte küllerinin altına gömecekti. Bu yıllardan itibaren objektiflere yansıyan “Tanpınar yüzüne” de biraz ışık tutmak gerekir. Askerlikte çekildikleri de dâhil, Şairin gençlik dönemindeki bütün fotoğraflarında gözlerinden saçlarına bir başkalık, bir uyumsuzluk ve hatta deyim yerindeyse bir tekinsizlik vardır. Hem oradadır hem de orada değildir; hiç de objektifle karşılaşma anıyla sınırlı görünmeyen bu gergin yüz, ilerleyen yıllarda omzunda bir fotoğraf makinesi asılı, kaderine teslim olmuş, arzularının ve borçlarının altında ezilmiş, mustarip bir başka Tanpınar yüzüyle yer değiştirecektir. Ama bu nöbet teslimi için henüz epey zaman vardır. Çocukluğunda baba vazifesi sebebiyle çıkılan yolculuğa bu kez kendi görevi sebebiyle çıkması gerekmektedir. Edebiyat şubesini Hüsrev ve Şirin üzerine yaptığı bir tezle bitirmiş, öğretmen olarak Anadolu’nun yolunu tutmuştur. Yıllar sonra Beş Şehir kitabına dâhil edeceği şehirlerin üçünün malzemesi bu öğretmenlik macerasının mahsulleridir. Ahmet Hamdi sırasıyla Erzurum, Konya ve Ankara’da liselerde edebiyat hocalığı yapmıştır. Anlattığı beş şehir içerisinde “bina – tarih – kültür” denkleminin dışına çıkarak günlük hayata dair sıcak cümleler paylaştığı tek şehir Erzurum’dur.

Tanpınar bu süreçte tam bir Garpçı’dır. Özellikle Ankara’da kaldığı yıllarda buradaki aydın çevre ile ilişkiler kurmuş, Batılı kaynaklarla daha fazla haşır neşir olmuştur. Tanpınar’ın bir biçimde ilgi alanına giren belli başlı Batılı yazarları anmak gerekir: Kant, Nietzsche, Hegel, Marks, Bergson, Rilke, Verlaine, Baudelarie, Mallerme, Valery, Hoffmann, Nerval, Edgar Allen Poe, Goethe, Proust, Freud, Joyce, Mozart, Beethoven, Bach… Yazarın, “Marcel Proust Dostları Cemiyeti”ne üye olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Bu geniş ilgi alanının oluşmasında, üniversite öğrencisiyken Yahya Kemal’den almış oldukları derslerin etkisi büyüktür. Ancak sonradan ilgi alanını genişletmiş, estetik anlayışını inşa ederken ve eserlerini kaleme alırken bu kaynaklardan ciddi biçimde yararlanmıştır. (Tanpınar estetiğinde ‘rüya’ kavramı kilit taşı gibidir.) Tanpınar Cumhuriyet devrimlerine inanmakta, özellikle İsmet İnönü’nün siyasi kişiliğine aşırı bir saygı duymaktadır. Onun Mustafa Kemal’den çok İnönü’ye hayranlık duyması da ilginçtir! Garpçı Tanpınar, 1932’de lise hocası olarak İstanbul’a gelmiş, 1933’te de Ahmet Haşim’in ölümünün ardından boşalan Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki estetik mitoloji derslerini vermekle görevlendirilmiştir. Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından 1939’da Tanzimat’ın 100. yılında Edebiyat Fakültesi’nde açılan XIX. Asır Türk Edebiyatı kürsüsüne profesör tayin edilecektir. Şair tekrar İstanbul’a dönmüş, yeniden hocası Yahya Kemal’in etki sahasına girmiş ve Garpçılığını bir dengeye kavuşturacak olan “Boğaziçi Medeniyeti” üzerine daha fazla düşünmeye başlamıştır. Kapıyı aralayan ilk el müziktir. Yahya Kemal’le birlikte konservatuarda Itri’yi dinlemişler, klasik Türk Musikisi Garpçı şairde bir süredir ihmal edilmiş toprağı yeniden yeşertmeye başlamıştır. Bir başka deyişle artık bir kulağında Beethoven, ötekinde ise Itri çalmaktadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’de muazzam bir biçimde resmedilen Doğu - Batı ikiliğinin ironisini de yazarın iki dünyayı mezcetmekteki maharetine borçluyuz.

'TANPINAR'IN ŞİİR GERİLİMİ'

Tanpınar kendisini üniversite koridorlarına mahkûm etmiş tipik bir hoca değildir. (Onun öğrencilerden ve ders vermekten pek de hazzetmediğini kısa bir süre öğrencisi olmuş İnci Enginün’den öğreniyoruz.) Profesör Tanpınar, sivil edebiyat – sanat ortamının içinde bulunmuş, dönemin pek çok yazar ve şairiyle arkadaşlık etmiş, milletvekili bile olmuş, bu can sıkıcı işi de sırf maddi durumunu düzeltmek için yapmıştır. Aslında Ahmet Hamdi, öteki meslektaşları gibi maaşıyla geçinebilecek bir gelire sahiptir. Hiç evlenmemiş ve babalık nedir bilmemiş Tanpınar’ın, ailenin büyük oğlu olarak “baba evinin sıkıntıları”nı üstlenmiş olması, alkol alışkanlığı ve borç – kumar sarmalı şairi hem maddi hem de psikolojik açıdan bunalıma sürüklemiştir. Günlüklerinde sıkça borçlarından, borçlarını ödemek için yaptığı planlardan bahseder ve bu haliyle uzaktan uzağa hayali işinin dosyalarını tutan Abdülhak Şinasi’nin Fahim Bey’ini anımsatır. Elbette bu gün Tanpınar’ı geçmişte maddi sıkıntılar çekmiş, hayatını istediği gibi yaşayamamış bir adam olduğu için değil, edebiyatımızın en önemli yazarlarından biri olduğu için konuşuyoruz. Ondaki asıl gerilim de düşkünlük – konfor ya da Şark – Garp gerilimi değildir; bu ikisi ondaki asıl gerilim/lerin ikincil tezahürleri gibidir. Tanpınar’da başından beri var olan ve mutlaka üzerinde konuşulması gereken bir “şiir gerilimi” vardır. Muazzam nesrine rağmen, ölünceye kadar kendisini şair olarak görmüş ve daima şiiri üzerine düşünmüş, şiirdeki sınırını sezmiş olmaktan ötürü ıstırap çekmiştir. Düzyazılarını, şairliğinin öteki mahsulleri gibi görmeyi arzulasa da, Tanpınar bugün düzyazılarıyla “merkez”e kurulmuş durumdadır ve trajedisi okur marifetiyle devam etmektedir.

Tanpınar’da, Dostoyevski kahramanlarını çağrıştıran bir dizi başka gerilimden de bahsedilebilir: Hem büyük bir estetik zekâdır hem de düşkün bir erkek; hem arzu doludur hem de arzusunu paylaşacağı kadına/kadınlara bir türlü ulaşamamaktadır; hem Müslüman değildir hem de Müslümandır; devrimlere inanır ama tarihe de inanır; çevresinde herkes var ama kimse yoktur; görülmekte fakat görülmemektedir. İnci Enginün bir söyleşide Tanpınar’ın çevresindekileri başka isimlerle romanlarına dâhil ettiğini ve onların bunu bildiklerini söyler. Tanpınar “bazıları”ndan öcünü ancak “eser”lerinde alabilmiş, eserleri de görülmeme sebeplerinden biri haline gelmiştir. (Beşir Ayvazoğlu, Tanpınar’ın yazarlık kudretinin farkında olunduğunu ancak resmi kültürün sınırlarının aştığı için içeri alınmadan ama dışarıya da çıkarılmadan hep bir eşikte tutulduğu kanaatindedir.) Kafasında zahmetli bir dünyayla dolaşan bu “ağır adam”ın, dönemin moda ilişkilerine gireyim derken bazı sakarlıklar yapmış olma ihtimali de yüksektir. Erzurum Lisesi’ndeki hocalık yıllarında idareye verdiği hal tercemesinin bir yerinde şöyle der Tanpınar: “Maruf bir sülâleye mensup değilim.” Hiç de gerek yokken biyografisinin içine sıkıştırdığı bu cümle, Ahmet Hamdi’nin henüz erken yaşlarda sınıfsal konumunu ciddiye aldığını gösteriyor. Lise hocasının vurgusunda bir kadersizlikten açık bir şikâyet yoksa bile, bir kadersizliğin iması saklıdır. Zamanla, içine girip çıktığı “tanınmış” muhitlerde bir türlü “gözde” haline gelememesinin bir sebebi de bu cılız şecere olmalı.

Yaklaşık iki yüz yıldır yeni malzemelerle canlı tutulan çetrefilli bir tarihimiz ve bu tarihin ortaya çıkardığı birden çok zihinsel adamız, kültürel muhitimiz var artık. Birbirimizle konuşabilecek, ortak dil tutturabileceğimiz kanallar da büyük oranda tıkanmış durumda. Ahmet Hamdi Tanpınar zaman içinde farklı kültürel muhitlerin ortak adreslerinden biri haline geldi. Haşim, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi, Tanpınar ve diğer ortak adresler bize ana karamızın neresi olduğunu gösterdikleri için önemlidir. Şair -hikayeci - romancı - denemeci – edebiyat tarihçisi Tanpınar, her birinin büyük bir maharetle kaleme aldığı bu eserlerinin yanında, geçmişle gelecek arasında kurduğu ilişkiyle de Türkçeye ve Türkiye’ye arka çıkmaya devam ediyor.