Elif Şafak'tan suya dönüş

Elif Şafak'ın 'On Dakika Otuz Sekiz Saniye' kitabı Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. Kitabı, yapılan bilimsel çalışmalarla insan beyninin öldükten sonra 10 dakika 38 saniyeye kadar çalışmaya devam ettiği bilgisiyle oluşturan Şafak, 'On Dakika Otuz Sekiz Saniye'de hayat kadını Tekila Leyla’nın ölümünün ardından geçen 10 dakika 38 saniyeyi anlatıyor.

Google Haberlere Abone ol

Tolga Meriç

Elif Şafak’ın On Dakika Otuz Sekiz Saniye adlı yeni romanı, yaşama ait fakat yaşayanlara kapalı bir zamanı kendine mekân tutuyor önce. Bunun nasıl bir zaman türü olduğunu, romanda tek sahnesi olan, morgda çalışan adli tabipten öğreniyoruz: Dünyaca tanınmış kurumlardaki araştırmacıların bulgularına göre, tam tamına on dakika otuz sekiz saniye boyunca ölülerin beyinleri çalışmaya devam edebiliyormuş. İşte, cesedi İstanbul’un kenarlarında bir çöp kutusuna bırakılan Tekila Leyla’nın öldükten hemen sonra hatırlamaya başladıklarıyla giriyoruz normalde bize kapalı olan o zamanın içine.

Tabii bizi buna asıl inandıran adli tabip değil, yazar oluyor. Öncelikle, o zaman diliminin içinde dolaşabilmek için seçtiği eylemle, yani hatırlamakla. Hatırlamanın doğası, yaşanmış parçaları seçmesiyle hayata dairmiş gibi görünse de, aynı zamanda ölüme de dairdir. Hatırlayan kişi geçmişte gezinmeye başladığı anda nihai gelecek olan ölümün ülkesine de adım atmış olur. Geçip gitmiş olanları hatırlarken kendi gelip geçiciliğini ve ölümünü de hatırlamaya başlar. Çehov’un kimi öykülerinde akış bazen birden kesilir mesela. Öykü kişisi bir ağacın rüzgârda hışır hışır sallanan yapraklarına bakakalır ve o ânı öldükten sonra da hatırlayacağı hissine kapılır. Bunun bize de olabilirmiş gibi gelmesinin nedeni, hatırlamanın hayata ölümün gözünden baktığını sezmemizdir. Elif Şafak, seçtiği bilinmedik zaman dilimine hatırlama eylemiyle yerleştikten sonra, inandırıcılıkta bir adım daha ileri gidiyor: On dakika otuz sekiz saniye içinde hatırlanan koca bir hayatı sayfalar boyu okuturken, “Öldükten sonra hayatımdan geriye kalanlar böyle şeyler olurdu herhalde, ben de böyle hatırlardım” dedirtiyor okura.

Tekila Leyla’nın hayatının çoğu, İstanbul’un kolektif bellekte ölüsü bile hâlâ iş yapan ünlü genelevler sokağında geçmiş. Önce genelev fahişesi olarak, güzel resimler yapan D/Ali’yle evlendikten sonraysa aynı sokakta tuttukları evde yaşamaya devam ederek. İstanbul’a Van’dan gelmiş, ailesinin ona biçtiği hayattan kaçarak... Oradaki tek dostunu, Sabotaj Sinan’ı, o gelip de kendisini İstanbul’da bulana kadar ardında bırakarak. Kaçmasının birden çok nedeni var ama bardağı taşıran son damla, ailesinin onu kendinden yaşça küçük kuzeniyle evlendirmeye kalkışması. Asıl neden, romanda kalsın. Okurun sinirlerini laçka edecek kertede başarıyla işlenmiş, şeytanın sesini kendi ağzından duyduğumuz o isyan ettirici süreci burada birkaç cümleyle aktarmak olanaksız. Sonrasında İstanbul’da geneleve düşürülüşü, kanlı 1 Mayıs’ta ezilerek ölecek olan biricik devrimci aşkı D/Ali’yle evlenişi ve ardından yaşadıkları hep aynı zaman diliminde, hatırlayışlarla veriliyor.

On Dakika Otuz Sekiz Saniye, Elif Şafak, 392 syf., Doğan Kitap, 2019.

Hani bazen gündüz gözüyle gördüklerimiz rüyamıza karışıverir ama rüyamızda onları gerçektekinden daha net görürüz ya. “Ben nasıl dikkat etmişim buna? Nasıl olmuş da her şeyi birden görmüşüm!” deriz hani. Örneğin, gündüz vakti önümüzden uçuvermiş bir kelebeğin kanatlarındaki tozanların yapışkan ve kadife dokusunu bile seçiveririz rüyamızda, usta bir ressam gözüyle. Buna benzer şaşırtıcı bir olabilirlikle, Tekila Leyla’nın hatırlamalarına Türkiye’nin siyasi hikâyesi de ekleniyor romanda. Ve tıpkı hatırlama eylemi gibi, siyasetin de ölüme dair olabileceğini ve hayatlarımızı ölümün bilinciyle yönettiğini hissediyoruz. Bu öyle uçsuz bucaksız bir bilinç ki, ailesinin reddettiği Leyla’nın ölüsünün bile peşine düşüp onu kimsesizler mezarlığına gömdürtüyor.

'BİRBİRLERİNE SU BAĞIYLA BAĞLANMIŞ İNSANLAR'

Leyla’nın beş kadim dostu olmuş şu hayatta. Nostalji Nalan (trans bir kadın), Sabotaj Sinan (bu dünyaya şefkatin ve sevginin gerektiğini çocukken keşfetmiş ama sonunda ikili bir hayata mecbur olmuş yenik ve iyi bir adam), Zeynep 122 (1.22 boyunda cüce bir kadın), Cemile (Somali’nin kapıları yüzüne kapanınca kendini Türkiye’de fahişelik yaparken bulan Afrikalı Jameelah) ve Hollywood Hümeyra (önce türkücü, sonra da ucuz yerli porno oyuncusu.) Hayat dışına itilip sürüklenmiş kişiler hepsi. Buna rağmen insanca bir hayatı savunarak birbirine tutunmuş arkadaşlar onlar. Romandaki deyişle birbirlerine kan değil, “su bağı”yla bağlanmış kişiler. Sudan geldik ya hepimiz...

Bu beş sıkı dost, hayata olduğu gibi, ölüme de başkaldırıyorlar romanda. Biricik arkadaşlarının kendilerine bile gösterilmeden kimsesizler mezarlığına gömülmesine isyan ediyorlar. Leyla’nın hatırlayışları bittikten sonra, ölümle birbirine karışmış hayata inat onun cesedini kimsesizler mezarlığından çıkartıp asi bir cenaze törenine sıvanıyorlar. Fakat hem planlar tutmuyor hem de bu sayede en doğrusunu yapıyorlar. Tekila Leyla, sonunda kendini Boğaz’ın sularında buluyor. Geldiğimiz yerde yani, sularda...

'ÖZGÜRDÜ SONUNDA'

Tekila Leyla’nın sularla kavuşma bölümü, “Özgürdü sonunda” diye bitiyor. Okurun aklı yüz yıldan fazla bir zaman önce yazılmış “Sergüzeşt”e gidiyor. Samipaşazade Sezai’nin, Nil’in azgın sularının köle Dilber’i nereye götürdüğünü soruşuna ve “Hürriyetine!” diye yanıtlayışına.

Aradan yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen özgürlüğün hâlâ ölümde, sularda bulunuşundan daha acı bir şey oluyor “On Dakika Otuz Sekiz Saniye”de. Çünkü bu romanda özgürlüğüne kavuşturulan bir ölüdür, bir cesettir artık. Böyle bakınca, romanda birkaç defa geçen şu cümle de kuşku uyandırıyor insanda: “Bazen en alışkın hissettiğin yer aslında en az ait olduğun yerdir.”

O yer, hayat olmasın sakın?