'Delirtilen Kadınlar' ve kadınları delirtenler!

Gönül Bakay'ın kaleme aldığı “Delilik: Dün ve Bugün” ve “İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kadınlar ve Delilik” ana başlıklı iki bölümden oluşan Delirtilen Kadınlar için feminizm, edebiyat ve psikoloji ilgilileriyle sınırlandırılamayacak geniş bir okur kitlesinin ilgisini çekecek türden, tarihsel yolculuğu hayli uzun bir inceleme kitabı diyebiliriz.

Google Haberlere Abone ol

Hasan Öztürk

Kadın ve İngiliz edebiyatı çalışmalarıyla bilinen Gönül Bakay, oylumlu çalışması Delirtilen Kadınlar adlı kitabında ‘delilik’ sorununa, Batı edebiyatının kurmaca metinleri üzerinden eleştirel bir gözle bakıyor. Delirtilen Kadınlar kitabının, “İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kadın Deliliği” adlı alt başlığı, Gönül Bakay’ın ‘delilik’ sorununa açacağı pencereyi netleştiriyor diyebiliriz. Diğer yanda kitabın içi, kurmaca metinlere yansıyan sorunun bilgilendirici yönünü de göz ardı etmemiş olmakla okurunun yolunu aydınlatıyor. Fatmagül Berktay’ın, “Bir İktidar Söylemi Olarak ‘Deli Kadın’ İmgesi” başlıklı ufuk açıcı “sunuş” yazısıyla açılan, ardından gelen “Delilik: Dün ve Bugün” ile “İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kadınlar ve Delilik” ana başlıklı iki bölümden oluşan Delirtilen Kadınlar için feminizm, edebiyat ve psikoloji ilgilileriyle sınırlandırılamayacak geniş bir okur kitlesinin ilgisini çekecek türden, tarihsel yolculuğu hayli uzun bir inceleme kitabı diyebiliriz.

Sunuş yazısının, “Unutmamak gerekir ki, ‘uygarlık kampı’nı terk etmiş veya onun dışına atılmış ‘deli kadın’ın bir özelliği de baskıcı eril normlara karşı başkaldırıyı simgelemesidir.” cümlesinin izinde yürüyen Delirtilen Kadınlar kitabının “Delilik: Dün ve Bugün” başlıklı bilgilendirici bölümündeki tarihsel sürecin öncesi ve sonrası bir yana, Erasmus (Deliliğe Övgü, 1509) ile çağdaş düşünür Michel Foucault (Deliliğin Tarihi, 1960) arasındaki zaman, baş döndüren serüvenleri de barındırıyor. Hemen belirteyim, kitabının başlarında deliliği konuştururken ona, “beni tanımlamak bana sınırlar çizmektir” türünden kuramsal sözler ettiren ve Grek atasözünden esinle “bir kadın da -kendini gizlemek için istediği kadar çaba göstersin- her zaman kadın, yani daima delidir” diyen Erasmus ile Ortaçağın yılda bir kez düzenlenen ve “kilisenin içine sokulan bir eşek anırmaya başladığında sona er[en]” ancak “toplumsal statünün genel olarak ters dönmesi” sayılabilecek “deliler bayramı” üzerinden kritik sorgulamalar yapan (“Delilik ve Toplum” , İktidarın Gözü) Foucault, delilik için aynı şeyleri söylemiyorlar kuşkusuz. Bu böyle ancak her iki filozof, deliliğin dilinin ‘hakikat’ vurgusunda söz birliği etmiş gibi görünüyor.

GERÇEK DÜNYADA KADIN VE DELİLİK 

“Biz İnsanlar, doğru bildiklerimize aykırı davranan birini gördük mü onu kolayca ‘deli’ olarak adlandırmaz mıyız?” sorusuna inandırıcı karşılıklar göstermek için “Tarih boyunca delilik” araştırmasıyla yola çıkan Gönül Bakay, İ.Ö. 2-3 binli yıllardan yirminci yüzyıla gelinceye dek bellekleri alt üst edecek gerçeklerle yüzleştiriyor okuru. Akıl hastalarını kötü ruhlardan kurtarmak için umut beklenen büyüler, cezalandırmalar, öldürmeler ve pratik tedavilerden sonra nihayet modern dünyada “ruh sağlığının korunması, ruhsal bozuklukların önlenmesi ve iyileştirilmesi için çok boyutlu ve çok katmanlı bir yaklaşımın gerekliliği açık” olduğu gerçeğine uzanan bir uzun yolculuktur onunkisi. Antik Yunan, Roma İmparatorluğu ve çoklukla da Ortaçağ eksenli ‘delilik’ sorununun dikkat çeken bir özelliği, deliliğin cinsiyet ayırımına dayandırılmamış olmasıdır yani eski dünyada ‘herkes’ deli olabilir/di.

Delilik bağlamında ‘kadın’ söz konusu olunca nedense biyolojik/ruhsal beden kenara çekilirken karşı cins öne çıkıyor, sorunun kapsam alanını ‘ataerkil’ dünya belirliyor. “Kadınlar ve delilik” sözlerinin yan yana getirilişi her ne kadar Hippokrates’in, “dengesizliğin kadınların döl yatağından kaynaklandığı” teziyle başla(tıl)mış olsa da çoklukla erkek egemen yeni/modern dünyada bile kadın, adlandırma veya tanımlamanın nesnesi oluyor çok zaman. Toplumsal yaşamda genel olarak ‘delilik’ adıyla bilinen rahatsızlıklardan erkeklerin bir biçimde sıyrılıp çıkarken kadınların çok kere enkaz altında kaldığına vurgu yapan Gönül Bakay, “Dünden bugüne ne değişti?” sorusuna tatmin edici bir karşılık bulamamış görünüyor; dünyanın gidişatına bakılırsa soru/n, olumlu bir cevapla karşılanamayacak gibi ne yazık ki. Soruna çözüm olabilecek bazı bilimsel gelişmeleri de göz ardı etmemeli elbette. Bütün bunlardan sonra, geçen zamanı geriye döndürerek yaşamı yeni baştan gözlemlemek elimizde olsaydı tarihin bir yerinde ‘delir(til)memiş kadınların zamanı’ndan söz edebilir miydik gerçekten, düşünmeye değer doğrusu.

Delirtilen Kadınlar - İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kadın Deliliği, Gönül Bakay, 352 syf., Kırmızı Kedi Yayınları, 2019.

Gönül Bakay’ın, gerçeğin ve kurmacanın dünyasında kadının 'delirtilişini' sorguladığı sürecin başlangıcına, bir alıntıyla ekleme yapmak istiyorum: “İnsanlığın en eski tanrı ifadelerinden biri ‘Ana Tanrıça’dır. Dişil tanrılara inanıldığı dönemlerin başından itibaren tanrıça bolluk, bereket, doğurganlık, soyun devamı, yaşam, ölüm ve tüm canlı yaşamın bünyesinde toplandığı bir kavramdı. Anaerkillik yerleşik hayata geçişle beraber ortaya çıkmıştır. Çünkü avcılıktan tarıma geçilmiş ve bu beslenme yolunu çözüme kavuşturan kadın ise toplum düzeninde egemenliği eline almıştır. Anaerkil dönemde toprak ve onunla uğraşan kadın kavramı bütünleştirilmiştir. Toprak, kadının doğurma özelliğiyle ilişkilendirilerek yeryüzündeki tüm hayatın kaynağı olarak görülmüştür. Kadın, soyun devamını sağlayan, yaratan, yaşam veren, besleyen, çoğaltan ve büyütendir. Bazı araştırmacılara göre o dönemde erkek milleti av ya da savaş peşinde oldukları için çanağı, çömleği yapan, toprakla uğraşan kadınlar, bereketi, doğurganlığı, çoğalmayı simgeleyen heykelleri de yapmışlardır. Çünkü bu dönemde yapılan heykelcikler doğurganlık özelliklerinin vurgulanması dışında abartısızdır. Ancak metallerin bulunması ve yeni bir döneme girilmesiyle birlikte bu işi erkeklerin devraldığı düşünülür. Çünkü metal kadın değil erkek işidir. Erkek böylece yavaş yavaş kadını idealize etmeye başlar, yani gerçek kadını değil düşünü kurduğu kadını yansıtmaya başlar. Uygarlığın gelişmesi, ilk devletlerin ortaya çıkışı ve sınıfsal toplum ile beraber kadının konumu gittikçe düşmüştür Mülkiyet ilişkilerinde erkeğin güç haline geldiği bu dönemde kadın eski konumunu kaybederek tanrılık tahtını da erkeğe kaptırır ve zamanla tüm diğer her şey gibi erkeğin mülkü haline dönüşür. Böylece iyiliğin ve güzelliğin sembolü olan kadın zamanla mitolojiler ve dinlerle birlikte kötülüğün gelişiminin kaynağı olarak sunulmuştur.” (1)

Foucault, “[XVII. yüzyıl ortalarına dek] Delilik fenomeni toplumun ve düşüncenin dokusu içinde kabul görmüştü. Deliler ve delilik kuşkusuz toplumun kıyılarına doğru itilmişlerdi ama evrim gösterdikleri toplumun içine geniş ölçüde yayılmışlardı. Deliler marjinal varlıklar olsalar bile tamamen dışlanmış değillerdi, toplumun işleyişine entegre olmuşlardı. Oysa, XVII. yüzyıldan sonra büyük bir kopuş meydana geldi: Bir dizi kiplik deliyi marjinal varlık olmaktan çıkarıp tamamen dışlanmış bir varlığa dönüştürdü.” (“Delilik, Edebiyat Toplum”, Sonsuza Giden Dil) diyor. Foucault’nun bu belirlemesinin, yukarıda alıntıladığım bölümdeki ‘toprak’ yerine ‘metal’ kullanımıyla bağlantısından söz edebiliriz. Zamanları, özellikle de egemenleri -erkek- aynı her iki durumun da. Toplumsal yaşamda kadın/deli olanı, “marjinal varlık olmaktan çıkarıp tamamen dışlanmış bir varlığa dönüştür”müş olan egemen erkek, bu dayatma eylemini kamusal alan/özel alan kategorisiyle bir biçimde kendince yasalaştırdı denilebilir. Onun yasasının dışına çıkan (kadın), ya deli ya da suçludur bu nedenle bir biçimde uslanmalı ya da cezalandırılmalıdır, öyle de olmuştur. Edebiyat metinlerine yansıyan, çoklukla da bu uslanma ve cezalandırmanın türlü biçimleridir. Bu ataerkil toplum dayatmasının modern dünyanın çok öncelerine, Antik Yunan kültürüne uzandığını söylemek bile fazla. Ayşe Nur Yılmaz’ın, önerdiğim yazısında -Fatmagül Berktay’a vurguyla- kamusal alan /özel alan ayırımının “Yunan düşüncesinden ve unun polis (kamusal alan) ile oikos (hane) kavramsallaştırmasından türetilir; polis, erkeklerin yönetim alanı, diğeri ise kadınların ve çocukların yeri olan ev içi” olduğuna işaret ederek ataerkil dünyada kadının yönetim/kamusal alanın dışına itilmesini “ataerkil ideolojinin doğa-kültür ayırımına dayanarak kadınları -doğurganlıklarından ve bedensel özelliklerinden dolayı- doğa ile özdeşleştirmesi, buna karşılık, erkeklerin uygarlığı ve kültürü temsil ettiği kabulü” belirlemesi, sözünü ettiğim tarihçe adına önemli. Bu nedenle, “kadının görünür alanlardaki iradesi ve bedeniyle varlığı açısından insanlık tarihinde M.Ö.5. ve 4. yüzyıldan M.S. 17.ve 18. yüzyıla kadar büyük bir farklılık ne yazık ki gözlenmemiş” olması pek de şaşırtıcı değildir.

KURMACA METİNLERDE KADIN VE DELİLİK

Erkek egemen dünyanın cinsiyetçi yaklaşımla özel alan/kamusal alan belirlemesi, sınırları ve gerekçeleri birbirinden çok ayrı biçimlerde görülebilir, görülmüştür toplumsal yaşamda. Bu bağlamda üzerinde asıl durulması gerekenin ‘yazı/edebiyat’ alanı olduğunu söylemeliyim. Bu nedenle Delirtilen Kadınlar kitabının iki ana bölümünün arasında, vurguladığım alana yönelik bir ‘ara başlık’ açılmasını isterdim açıkçası. Gönül Bakay, rahiplerin tekelindeki yazma eyleminin Ortaçağ döneminde yalnızca erkeklere verildiğini, çok sonraki yıllarda dahi bazı kadınların erkek adlarıyla roman yayınlayabildiklerini belirtiyor ancak Aristotales’in, delilik ile yaratıcı deha arasındaki olumlu ilişkiye vurgusu önemli başlangıç belirlenerek ‘yazı’ yoluna/yolculuğuna çıkılabilirdi yine de. Papa VI. Alexander (Rodrigo Borgia)’ın, (yönetimi:1492-1503) savaşa giderken vekil bıraktığı ve bir sorunu kâğıda yazması gereken kızı Lucrezia Borgia’ya yazı için ‘kanadın, tüyün (yazı kalemin) var mı’ diye sorarken “kalem/penis” oyunu yapan Lizbon kardinalinden, yazı yazabilmek için Evdeki Melek’i öldüren feminist yazar Virginia Woolf’e dek, yaratıcı kadının güçlükle yürüdüğü ‘yazı’ yolculuğu önemsenmelidir. (2) Kadın olduğu için üniversiteye (Cambridge) alınmamış Anna Finch’in, (1641-1679) “Bize cinsiyetimizi ve yolumuzu yanlış yaptığımızı söylüyorlar/İyi ıslah, moda, dans, giyinme, oyun/İstemek istediğimiz başarılar/Yazmak, okumak, düşünmek veya sormak/Güzelliğimizi bulanıklaştırır ve zamanımızı tüketir/Ve asal fetihlerimizi keseriz” (3) -Sheila Rowbotham’ın “canlı taşbebek” yakıştırmasına esin olmuş- dizeleri ile Norveçli yazar Henrik İbsen’in (1828-1906) Bebek Evi (Nora) tiyatrosunu, kadının bu yazı yolculuğunda önemli durma, sorgulama yerleri sayıyorum.

Deliliğin, öykü ve roman türündeki edebiyat metinlerine konu seçilmesi, Foucault’nun “deliyi ve deliliği dışlamaya varan kökensel tercih ise sonunda XIX. yüzyıldan itibaren edebiyatta ele alınmaya başlanır” belirlemesiyle açıklanabilir bir gelişmedir. Bu, alan dışına çıkış, çağdaş feminist düşünür Judith Butler’ın, bir söyleşisinde soruya verdiği karşılıktaki “yaralanmalara neden olan makineyi parçalarına ayırma” söylemiyle yakın duran bir başkaldırıdır; yarayı sağaltmak adına yaralanmayı göze almalı, hapsedildiği özel alan sınırlarını aşmak isteyen kadın. (4)

Delirtilen Kadınlar kitabının kurmaca metinlere yönelik ikinci bölümü “Ortaçağ İngiliz yazınında delilik” ile başlıyor. İki erkek yazar John Gower ve Geoffrey Chaucer ile kadın yazar Margery Kemp’in söz konusu edildiği Ortaçağ ve sonrasında “tüm zamanların ustası Shakespeare” (Hamlet, Macbeth ve Hırçın Kız) ile devam eden yolculuk 18 ve 19. yüzyıl yazarlarının deliliği konu edinen romanlarındaki uzun soluklu duraklamalarla sürüyor. Mary Wollstonecraft (Maria veya Kadın Yanlışları), Walter Scott (The Bride of Lemmermoor), Emily Bronte (Uğultulu Tepeler), Charlotte Bronte (Jane Eyre; Vilette), Mary Elizabeth Braddon (Lady Audley’nin Sırrı), Charles Dickens (Büyük Umutlar), William Wilkie Collins (Beyaz Kadın) ve Charlotte Perkins Gilman (Sarı Duvar Kâğıdı), okurun yüz yıllık delilik yolculuğundaki özel işaretli durak yerleridir. Bu durumda, yolculuğun kalkış noktası, Geoffrey Chaucer’ın “Bahtlı Kadının Hikâyesi” olmalı derim.

“Modern çağın edebiyatında kadınlar ve delilik” konusu, söz yerindeyse ‘makineyi parçalarına ayırma’yı büyük ölçüde başaran, “kadınların iç dünyasını, yaşadıkları ayrımcılığı, baskıları ve önyargıları dile getirirken, kadın tanımını derinden değiştirecek zorlu bir mücadelenin ön saflarında yer al”mış kadın yazarların metinlerinde yeni bir dille anlatılmıştır. Gönül Bakay, bir dönem erkek adlarıyla roman yazmak durumundaki kadın yazarların ardından, yirminci yüzyılın modernist kadın yazarlarının romanlarındaki özgürlükçü dilin, Freud’un açtığı yolu genişleten J. Lacan (1901-1981) ile R.D.Laing (1927-1989) etkisiyle mümkün olabildiğini vurguluyor modernist edebiyat metinlerine bakmadan önce.

20. yüzyılın başlarında Cambridge Üniversitesinin (erkek) kütüphanesine girmesine izin verilmemişken kadınların yazı/entelektüel özgürlüğünü anlattığı Kendine Ait Bir Oda yazarı Virgina Woolf (Mrs. Dalloway), yazdıklarıyla “kadının birey olma çabasına önemli katkılarda bulun”muş olanlar listesinin ilk sırasındadır tartışmasız. Jean Rhys (Geniş, Geniş Bir Deniz), Daphne du Murier (Rabecca), Doris Lessing (Dört Kapılı Şehir; Altın Defter; Türkü Söylüyor Otlar), Kate Millett (Uçuş), Phyllis Chesler (Woman and Madness), Marge Piercy (Zamanın Kıyısındaki Kadın), Joanne Greenberg (Sana Gül Bahçesi Vadetmedim), Nawal El Saadawi (Tanrı Nil Kıyısında Öldü), Margaret Atwoot (Nam-ı Diğer Grace), Kay Redfield Jamison (Durulmayan Bir Kafa), Joan Didion (Oluruna Bırak), Stephen King (Sadist), Sebastian Faulks (İnsan İzleri), Shirley Jackson (The Haunting of Hill House), Sylvia Plath (Sırça Fanus), Elizabeth Flock (Ben ve Emma) ile Susanna Kaysen (Bölünen Kız), yirminci yüzyılın kadın ve delilik sorununu irdeleyen, erkek yazarlardan neredeyse tamamen arındırılmış modernist yazarlarıdır. Kitabın isimler ve eserler listesi, “İngiliz ve Amerikan edebiyatında ‘kadın ve delilik’ konusuna eğilmiş, kimi zaman kendisi de ‘deli’ olarak nitelendirilmiş 30 seçkin yazarın 37 yapıtı” dışındakiler için de güvenilir bir yol haritası olacaktır kuşkusuz.

KİTAP SAYFALARINDAN KADIN GERÇEĞİNE 

“Gerek kadın sorunlarına ilgi duyan gerekse edebiyatı hayatlarından eksik etmeyen okurlara farklı bir pencere aralamayı” hedeflemiş Delirtilen Kadınlar kitabının, tarihsel süreçte pek çok haksızlığa uğramışken bugünün erkek egemen dünyasında acı çekmeye devem eden kadın delilere kulak verilmesine katkısı olacağını umuyorum. Bu nedenle kitabı, Oğuz Atay’ın, “sen neredesin acaba” sorusunun önüne eklediği “sevgili” sözcüğüyle biraz da rencide ettiğini düşündüğüm “okuyucu” için gündeme getirmekti amacım. Medya, siyaset, sivil toplum kuruluşları türündeki alanların egemenlerinin kadını ‘özel’ alanına sıkıştırmaya yönelik açık/örtük eylemlerinin listesi hayli kabarık bu ülkede, sıralamaya gelmez. Yazılarıyla ve yayıncılığıyla ‘kadınlık’ bilincinin yerleşmesinde katkısı olmuş ve üstelik de ilk kitabı yasaklanmış yazar kadın adına düzenlenen roman yarışmasının jürisine romancı kadın çağrılmayan 2019 Türkiyesi'nde, incelediği öykü ya da roman türündeki kurmaca metinlerin kişilerinden söz ederken ‘kadın karakter’ demekten imtina ederek ‘bayan karakter’ demeyi seçen akademisyenler, yazdıklarıyla akademik puan/lar yazdırıyorlar kariyer hanelerine. Bu yazıyı yazdığım Haziran (2019) ortalarında bu ülkenin televizyon kanallarının birinde “kadınsız toplum, yarınsız toplumdur” türünden kamusal bilinçlendirmelere tanık oldum. Zaman, Cumhuriyet rejiminin handiyse yüzüncü yılına gelmişken, kadın şaşkınlığımıza ve bir de bizim gel(eme)diğimiz yere bir bakar mısınız?

DİPNOTLAR

  1. Güler Yüksel İnce, “Feminizm ve Sanat”, Dipnot 7, Ekim-Kasım-Aralık 2011, 175; Fatma Gül Berktay ve Ayşe Nur Yılmaz’ın, adı geçen dergideki yazılarını da ilgilileri için önermeliyim.
  2. Virginia Woolf’un, ‘Evdeki Melek’ sembolü için bkz. “Kadınlar İçin Meslekler”, Benlik Üzerine Denemeler, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2017, 110-16; Mitolojik Arakne’yi anımsatan bu kapatılmanın sanatsal yansıması da erkeklerden ayrı bir konumdadır: “Zaman, para ve ‘kendine ait bir oda’ gibi temel gereksinimlerden yoksun bırakılan kadınların, edebiyat ve sanatın tüm dallarından yakın zamanlara kadar uzak kalışları şaşırtıcı olmasa gerek. Dışlanmışlıkları dolayısıyla kadınların sanatsal üretimleri, erkelerinden önemli farklıklar gösterir.” Janet Wolff, Sanatın Toplumsal Üretimi, çev. Ayşegül Demir, Özne Yayınları, İstanbul 2000, 46
  3. Anna Finch, “The Introduction” , https://www.poetryfoundation.org/poems (erişim tarihi: 10.06.2019)
  4. “Cinsiyet belasından feminist bir yaşam sürmeye: Sara Ahmed’in Judith Butler’la söyleşisi” çev. İpek Tabur, https://catlakzemin.com (erişim tarihi: 10.06.2019)