Mehmet Fırat Pürselim: Yazı uçabildiğimiz tek gökyüzü

Akılsız Sokrates isimli kitabıyla bu yılki Orhan Kemal Öykü Ödülü'nü kazanan Mehmet Fırat Pürselim ile öykülerini, hukukçu ve edebiyatçı kimliğini konuştuk. Pürselim yeni çalışmalarını anlattı.

Google Haberlere Abone ol

Didem Görkay

Son yıllarda aldığı ödüller ile edebiyat dünyasında adından sıklıkla söz ettiren Mehmet Fırat Pürselim, içinde yirmi öykü bulunan “Akılsız Sokrates” adını taşıyan kitabı ile geçtiğimiz günlerde Orhan Kemal Öykü Ödülü'nü aldı.

Öykülerinde hüzün, kavuşulamamış aşklar, hayata karşı verilen mücadele ve kadına yönelik şiddet gibi temaları işleyen Mehmet Fırat Pürselim aynı zamanda avukatlık da yapıyor.

Pürselim’le öykülerini, hayatını ve “Akılsız Sokrates”i konuştuk.

Kitabınıza adını veren Akılsız Sokrates isimli öykünüz ciddi anlamda futbol bilgisi içeriyor. Bu tespitten yola çıkarak futbola özel bir ilginiz olduğundan söz edebilir miyiz?

Çocukluğumda her pazar dedem ve babaannemle birlikte radyo ya da televizyonun başında maç takip ederdik. Zaman zaman babam ve amcalarım da bize katılırdı. Gol attığımızda birbirimizle kucaklaşmamız, yediğimizdeki üzüntümüz, maçın sonuna kadar her atakla birlikte galibiyet umudunu korumamız… Bunlar bana aile olduğumuzu hissettirirdi. Günün birinde ablam, sen babamla daha yakın olabilmek için takım değiştirdin dedi. Sonradan düşündüm, sanırım haklıydı, çünkü futbol neşede ve kederde bizi birbirimize bağlıyordu. Baba tarafından Trabzonlu bir aile olduğumuzu da eklersem, sanırım sözlerim biraz daha oturacaktır. Hiçbir zaman iyi bir futbolcu olamadım tüm kötüler gibi defanstan ötesine çıkamadım. Ama futbola her zaman ilgi duydum ve takip etim.

Okaliptüsün Ruhu adını taşıyan öykünüzün kahramanı Kostas Karyotakis ve hayat hikâyesini gerçek bir hikâyeden yola çıkarak mı kaleme aldınız?

Aslında bu öykünün üç müsebbibi var. İlki sizsiniz, Vedat Akdamar’la birlikte hazırladığınız Gökyüzüne Düşerken Melekler isimli kitabınız yıllar önce elime geçmişti ve orada Kostas Karyotakis’in ölümünü okumuştum. Bir gün önce suda boğularak intiharı denemiş bir adamın cebinde silahla intihara giderken yazdığı, “Yüzme bilenler denizde intiharı denememeli. Bütün gece dalgalarla boğuştum. Çok su yuttum, fakat ikide bir, nasıl olduğunu anlamadan, ağzım yüzeye çıktı. Bir gün fırsat bulduğumda, kesinlikle boğulan bir adamın izlenimlerini yazacağım.” şeklindeki notu ruhumu başımdan almıştı, dolayısıyla asıl sebep Kostas. Üçüncü kurşunu sıkan da Neslihan Önderoğlu oldu. Hayatına kendi kararıyla son veren yazar ve şairlerin son günlerinin anlatıldığı bir kitap projesi olan Geri Dön Hayat’ta yer almamı istediğinde Kostas’ın ruhunun senelerdir içimde dolaştığını fark ettim. Kostas Karyotakis, Yunanlı bir şair ağır gelen bedenini bırakıp ruhuyla havalanan bir göçmen kuş.

'KADINI HER SEFERİNDE CELLADINA TESLİM EDİYORUZ'

Kitabınızda yer alan öykülerin birçoğu kadına şiddeti, kadının toplumda mağdur edilişini ele alıyor. Yazar kimliğiniz dışında hukukçu kimliğinizi de dikkate alarak sormak istiyorum. Kadının bu şekilde mağdur edilmesini engellemek için sistem ve toplum yeteri kadar çalışma yapıyor mu?

Kadına şiddet, bireysel değil aslında toplumsal bir sorun ama bunun için topyekûn bir politika geliştirmek yerine münferit olaylar olarak göstererek önemsizleştirmek çözemeyenlerin işine geliyor. Erkeklerin, kadın cinayetleri üzerinden eşlerini mutlak itaate zorladıklarını ve sonlarının üçüncü sayfa olacağını söylediklerini pek çok müvekkilimden duyuyorum. Biz, uzaklaştırma kararları alıyoruz, ceza davaları açıyoruz ama bunlar kadınları korumada yetersiz kalıyor. Karı - koca arasında olur böyle şeyler diyerek, kadını her seferinde cellâdına teslim ediyoruz.

Sizin editörlüğünüzde gerçekleştirdiğimiz Ben Miyim Kurban? kitabıyla ufak da olsa bir ses çıkartmaya, kadına yönelik şiddete dikkat çekmeye çalışmıştık. Ben de Beyaz Gelinlik öykümü o kitap için yazmıştım ve Akılsız Sokrates’e de aldım. Her seferinde, bir daha yazmamak dileğiyle, kadına yönelik şiddete dikkat çeken öyküler yazıyorum. Umuyorum elbirliğiyle bu öyküleri artık yazmayacağımız bir baharı yeşertmeyi başarırız.

Yedi Martı isimli öykünüzde Berkin Elvan'ı anıyorsunuz. Gezi zamanında kaybettiğimiz yedi kişiye ithaf olarak mı öykünüze Yedi Martı ismini verdiniz yoksa yanılıyor muyum? Ve Gezi ülkemizde neleri değiştirdi?

Bu ülkenin en güzel kuşları martılardır diyerek cevaplayayım sorunuzu. Bu ülkede yazılmış en kısa ama en acı öykü “Vurmayın, öldüm!”dür. Ülkenin tüm yazarları bir araya gelsek daha yüreğe dokunanını yazamayız. Gezi, farklı da olsak birlikte çok güzel olduğumuzu gösterdi. Birbirimizi anlayabilmemizi sağladı ve değiştirme gücünün ellerimizde olduğunu öğretti. Taksim metrosunun duvarında, Aziz Yıldırım’la ilgili bir yazı vardı, eninde sonunda gideceğine dair. Aziz Yıldırım gitti…

Kitabınızda yer alan öykülerden biri olan Dört Mevsim'de ''Oysa keyifli olan masalların anlatılmasıydı; yaşanması çekilmiyordu'' diyorsunuz. Bir söyleşinizde de küçüklüğünüzde ablanıza anlattığınız masallardan söz etmiştiniz. Sizi yazmaya iten masalların büyülü dünyası olabilir mi?

Masalları ve büyülü dünyalarını seviyorum. Masallarla ilgili hayli çalıştım hatta bir dönem etkinlikler de yaptım. Masallar bize kanatlarımızın olduğunu ve kuş olduğumuzun farkına varırsak uçabileceğimizi gösteren ilk şişe cinlerimiz. Ama biz zamanla şişeleri kırdığımız gibi içimizdeki özgür kuşu da kafese kapatıyoruz, kanatlarımızın körelmesiyle de yetinmeyerek kesip atıyoruz. Yazı, hayallerimizde de olsa uçabildiğimiz tek gökyüzü. Ben en çok masallara inanıyorum.

Akılsız Sokrates, Mehmet Fırat Pürselim, Alakarga Yayınları, 2016, 159 syf.

'HİÇBİRİMİZ BEYAZ DEĞİLİZ KENDİMİZİ KANDIRMAYALIM'

Bir öykünüzde dünyayı iğrenç bir karnaval olarak tanımlıyorsunuz. Haksız da olmadığınız bu benzetmeden yola çıkarak sormak istiyorum. Gittikçe acımasız olan bu coğrafyada hâlâ vicdani öyküler yazma erdemini nasıl koruyorsunuz?

Aslında o söz Kostas Karyotakis’in ben dünyayı o kadar da iğrenç bulmuyorum. Güzel sözleriniz için teşekkür ederim ama beni aşan sözler. Ben sadece vicdanımın sesini dinlemeye çalışıyorum. Vicdana inanıyorum ve onu huzursuz etmemeye çabalıyorum. Yaşananlar pek çoğumuz gibi benim de canımı acıtıyor. Görmezden geldiğim, sustuğum, başımı çevirdiğim, korktuğum çok oluyor, kimi zaman o kadar büyük bir vicdan daralması yaşıyorum ki yazmadan arınamıyorum. Yazmak, tabii ki bir arınma aracı değildir ama paylaşmak, yalnız olmadığını bilmek yazana da okuyana iyi geliyor. Dünya kimi zaman kötü olsa da iyilik de var. Hiçbirimiz beyaz değiliz kendimizi kandırmayalım. Ama okudukça, yazdıkça, birbirimizi sevdikçe en azından grilerimiz açılıyor.

Akılsız Sokrates'te Attila İlhan'ı anıyorsunuz. Sevdiğiniz şairler, sizi etkileyen yazarlar kimlerdir?

O zaman, o öyküde geçen Oğuz Atay’a selam gönderelim. Dünyada tek öykü kalacak deseler Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri kalsın isterim. Yazdığın her kitap Sait Faik’ten, Ferit Edgü’den, Sabahattin Ali’den bir kelime silecek deseler, artık tek satır yazmam. Altı sıfırlı bir çek mi, Orhan Kemal’le bir gece içmek mi deseler, rakısına buz kesmeye girişirim. Dünyada illaki bir ordu olacaksa Turgut Uyar’la Cemal Süreya’nın askeri olmak isterdim. Başkomutan da Nazım olmalı elbette. Yazdıklarımı eleştirenler hiç bana yüklenmesinler gitsinler Dostoyevski’yle, Kafka’yla konuşsunlar, onları okumamış olsaydım, YAZMAZDIM. Bu ara Bruno Schulz okuyorum ve “Allah belamı verdi, beceriksizliğimi daha suratıma vuracak mısın?” diye soruyorum. Bıyık altından gülüp bir tokat daha patlatıyor…

Akılsız Sokrates ile Orhan Kemal Öykü Ödülü'nü aldınız. Daha önceden de birçok ödül almış bir yazar olarak ödüllerin yazarı ve yazacağı eserleri nasıl etkilediğini açıklayabilir misiniz?

Çok uzun anlatabilirim ama kısaca yanıtlayayım. Yıllar önce dosyam bir yayınevine kabul edilmişti, ben de defalarca yaşadığım şeyi bir kez daha yaşamaya başlamıştım. Ha bu gün ha yarın denilerek senelerdir bekletiliyordum. Bunu o kadar çok yaşamıştım artık edebiyat tanrısına inancımı yitirmiştim. İki sene, belki daha fazla bir zaman elime kalem almadım. Ne anlamı var, diye düşünüyordum. Senin yazdıklarını kim ne yapsın??? Öte yandan, bir yanım da hâlâ direnmeye çalışıyordu. Son bir kez deneyip olmazsa vazgeçmeye karar verdim. Ama içimdeki ateşi yakabilmek için ufak da olsa bir kıvılcıma ihtiyacım vardı. Eskişehir’de bir yarışmanın ilanını gördüm, birkaç gün kalmıştı, fazla düşünmeden elimdeki öykülerden birini gönderdim. Orada ilk üçe bile giremesem de, kazandığım mansiyon, ateşimi yakan kıvılcım oldu. İlk iş dosyamı yayınevinden çektim ve kalemi üç kez öpüp başımın üzerine koydum.

Tiyatroyu seven ve bütün oyunlara zaman ayırıp izlemeyi seven bir yazarsınız. İzlediğiniz oyunlar öykü yazarken yaratıcılığınızı nasıl etkiliyor? Ve ilerleyen zamanlarda tiyatro alanında bir çalışmanız olabilir mi?

Aslında uzun yıllar sonra geçen sezon tiyatro fırtınasına tutuldum. Bu gönüllü bir fırtına olduğundan tadından yenilmedi. Her hafta bir oyuna gittim. Müthiş oyunlar izledim. (Arada kötüler de oldu elbette.) Yüz yıl önceki oyunları hâlâ ilgiliyle izlerken günümüzdeki –teknolojik, toplumsal vs.- gelişmelerin oyunlara ne şekilde yansıdığını gözlemledim. Bu arada Shakespeare’in çağımıza -kimi müthiş kimi hiç olmamış- uyarlamalarını izledim.

Oyunları izlerken saf izleyici olarak koltuklarda oturmayı tercih ediyorum. Metnin gücü, oyunculuk performansı, dekor, günümüze/yerele adaptasyon, günümüz yazarlarının neler yazdığı gibi hususlar ilgimi çekiyor.

Ben, edebiyat ile film/tiyatro senaryosu yazmanın farklı disiplinler olduğunu düşünüyorum. Sadece bir kere kısa film denemem oldu, o da sağ olsun sevgili Remzi Ağbi’nin (Karabulut) Kısa Film Öyküleri kitabı için. Edebiyat benim yüzdüğüm denizim ve -en azından şu an için- başka bir deniz istemiyorum. Senaryo yazılımına müdahil olmak istemesem de yazdıklarımı tiyatro sahnesinde ya da sinema perdesinde izlemeyi çok isterim. Zaman zaman bu yönde teklifler alsam da sonuçlanan henüz olmadı.

'BEN OLDUM DERSEM NAKAVT OLUVERECEĞİMİ UNUTMUYORUM'

İlk öykünüzün yayınlandığı 2004 yılından bu yana uzun bir zaman geçti. Daha önceki bir röportajınızda ''Yazarken okurken kafamı gözümü çok dağıttım.'' demiştiniz. Bu süreç devam ediyor mu yoksa tamamlandı mı?

Cortazar’a atfedilen boks metaforundan yürüyerek edebiyatı bir boks maçına benzetirsem sanırım, artık az da olsa kavga etmeyi öğrendim ve daha az darbe alıyorum. Ama ben oldum dediğim anda nereden geldiğini anlayamadığım bir kroşeyle nakavt oluvereceğimi de hiç unutmuyorum. Bu arada şu gözümdeki morluk son yazdığım öyküden kalma. (Ya bir de, ben boksu hiç sevmem, neden Cortazar’ın gazına geldim bilemedim. ? Atletizm iyidir.)

Biraz da avukat kimliğinizden söz etmek istiyorum. Hukukçu oluşunuz yazar kimliğinizi nasıl etkiliyor?

Avukatlıkta sürekli insanla uğraştığınız için hiç tanımayacağınız hayatların tam da içine giriveriyorsunuz. Farklı bir disiplin ve terminoloji içerse de sürekli olarak okumanız, araştırmanız, düşünmeniz ve yazmanız gereken bir disiplin olması da hukukçuların içinden pek çok yazar çıkmasının müsebbibi olabilir. Hâkimlik ya da savcılıktaki kamusal bakış açısına karşı avukatlığın mağdur ya da sanık, davacı ya da davalı vekili olabilmesi, farklı biçimlerde ve özgürce düşünebilmesi gibi özellikleri yazarlığa daha ya(t)kın duruyor. Hangi mesleği seçersem seçeyim yazardım biliyorum ama avukat olmasaydım yazar olabilir miydim, bilmiyorum. Uzun zamandır kafamda dolaşan bir proje olan Avukat Öyküleri Vapur Dergisi’nde yayımlanmaya başladı. Kitap bütünlüğünde toplama düşüncem de var ama onun hayli zamanı var.

Ve son olarak okuyucularınız için yazı masanızda ne var? Yeni bir öykü kitabı mı yoksa roman üzerinde mi çalışıyorsunuz? Ya da farklı bir alanda mı çalışmalarınız var?

Akılsız Sokrates bittikten sonra masallarla ilgili incelememi kitap bütünlüğüne sokmayı planlıyordum ama bu arada hiç beklemediğim biçimde hukuk ve edebiyatla ilgili bir çalışma hayatıma giriverdi. (Projenin sahibi sevgili Hikmet Temel Akarsu ve diğer editör arkadaşlarımızla birlikte oldukça kapsamlı çalışmayı tamamladık. Yayımlanmasını bekliyoruz.) Baba ve oğul ilişkisini anlatan bir romanım vardı aslında tamamlanmıştı fakat içime sinmediğinden bir kenara atmıştım. Onun üzerine eğilme düşüncesindeydim. Akılsız Sokrates tamamlandıktan sonra kendimi besleyebilmek ve depolarımın şarj olabilmesi için bir buçuk - iki yıl boyunca öyküye elime sürmemiştim. Öykü isteyenlere verdiğim sözleri tutamamanın mahcubiyetiyle -romana başladığında bir daha ara vermemem gerektiğini daha önce tecrübe ettiğimden- romana gömülmeden birkaç öykü yazmaya karar verdim. Bir öykü iki öykü derken bir gün baktım ki kitabı oluşturmuşum. Üzerinde biraz daha çalışmam gerekse de sanırım yakında yeni bir öykü kitabını okurun beğenisine sunacağım. Doğa Öykülerinin ikincisi de çocuklarla buluşmayı bekliyor.