90’larda mahpus olmak: 'İçeride' büyüyenler...

Edebi yazının, kurmaca türünü bir yana bırakıp, anı ve anlatı meselesine odaklandığımızda ise uçsuz bucaksız bir derya karşılıyor bizi. Cumhuriyet kurulduğundan beri, siyasal rejimin gadrine uğrayan, sokak ortasında veya kuytu karanlıklarda dövülen, kurşunlara hedef olan, devletin resmi dairelerinde işkencelere uğrayan insanlar, yaşadıklarını birer birer kâğıda döktü. Bu türün yakın zamanda yayımlanan son örneğini ise, yukarıda da aktarıldığı üzere, Cafer Solgun veriyor. Solgun’un, İletişim Yayınları’ndan çıkan “90’larda Mahpus Olmak” kitabı, ismiyle müsemma bir çalışma...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - "17,5 yıl mahpus yattıktan sonra, insanlar şöyle zannediyor: Bu kadar mahpus yatmış, acı çekmiş, işkence görmüş biri topluma karşı kin, devlete karşı nefret doludur. Kendisi gibi acı çekmeyen diğer insanlara karşı yine böyle olumsuz, negatif duygularla dolu olmalıdır; böyle düşünüyor insanlar. Hayır, tam tersine; acı çekmiş, işkence görmüş, haksız nedenlerle mahpus yatmış olmak, şüphesiz ki insan bu dersi çıkarabilmişse, insanı daha da olgunlaştırır, daha da mütevazı kılar, daha da (kendim için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın) bilge olmasına gerekçe olur.”

Türkiye siyasal tarihi, edebi yazın tarihi ile hiç kuşku yoktur ki, paralel ilerlemiştir. Hem yazarların cezaevlerine girişi ve uzun süre orada kalışları, hem de siyasi tutsakların cezaevlerinden yazar olarak çıkışı, ülkenin kanlı seceresinin dikkate değer bir örneğidir. Aziz Nesin, cezaevlerinin bir okul olduğunu nitelerken haksız değildi belki de. Özellikle konu siyasi hükümlülerden açıldığında, kendine, hayata ve topluma dair duyarlıklarını kaybetmeyen ve öfkesini, hüznünü, umudunu ve acısını kâğıtlara döken mahpuslardan çoğu, cezaevinden çıktıktan sonra bu uğraşlarını daha profesyonel bir boyuta da taşıdı.

Edebi yazının, kurmaca türünü bir yana bırakıp, anı ve anlatı meselesine odaklandığımızda ise uçsuz bucaksız bir derya karşılıyor bizi. Cumhuriyet kurulduğundan beri, siyasal rejimin gadrine uğrayan, sokak ortasında veya kuytu karanlıklarda dövülen, kurşunlara hedef olan, devletin resmi dairelerinde işkencelere uğrayan insanlar, yaşadıklarını birer birer kâğıda döktü. Bu türün yakın zamanda yayımlanan son örneğini ise, yukarıda da aktarıldığı üzere, Cafer Solgun veriyor. Solgun’un, İletişim Yayınları’ndan çıkan “90’larda Mahpus Olmak” kitabı, ismiyle müsemma bir çalışma… Ancak biraz daha geriye dönmekte yarar var.

'İÇERİDE' BÜYÜMEK

90'larda Mahpus Olmak, Cafer Solgun, 400 syf., İletişim Yayınları, 2018.

Kendisi de aktardığı üzere Cafer Solgun, 17,5 yıl gibi uzun bir süre tutuklu kalır. 1962 yılında Dersim’de doğan Solgun, henüz 16 yaşındayken tutuklanır. 1978’den 1987’ye kadar, 12 Eylül faşist darbesinin bütün hışmına da uğrayarak, Sinop, Sağmalcılar, Metris ve Davutpaşa Cezaevlerinde kalır. Baskının, açlık grevlerinin, ölüm oruçlarının ve direnişin hüküm sürdüğü o günleri, “Demeyin Anama İçerideyim” isimli kitabında anlatır.

“‘İçeride’ büyüdüm. Denilebilir ki, kişiliğim de ‘içeride’ şekillendi. Ama ben hiçbir zaman ‘içeriye’ alışmadım, ‘içeride’ olmayı benimsemedim. ‘İçerisini’ hep insan olmanın doğasına aykırı buldum. ‘İçeride’ sayısız arkadaşım oldu. Her biri için cezaevi, kuşkusuz hayatlarında silinmez etkiler yaratan önemli bir deneyim idi. Bu arkadaşlarımın içerisinden ünlü-ünsüz gazeteciler, yazarlar, politikacılar da çıktı, işadamları veya mafyatik tipler de. Siyasetle, taraftarı oldukları örgütlerle ilişkilerini sürdürenler de oldu; sorulduğunda ‘ben o defterleri çoktan kapattım,’ diyenler de. Mahpus yatmışlığını adeta insanların başına kakanlar, bunu kendilerini yaşatmak için bir tür ‘sermaye’ olarak kullananlar da oldu; sadece yüreklerinde yaşattıkları bir acı tecrübe olarak hatırlayanlar ve lafını etmekten pek hoşlanmayanlar da.”

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan, serinin ikinci kitabı, “90’larda Mahpus Olmak”ta ise Solgun, 90’lı yılların başından 2002’ye kadar geçen sürede, Van, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Bursa ve Kaman cezaevlerinde yaşadığı ve tanık olduğu olayları odağına alıyor. Bu süreçte de, tıpkı 80’lerde olduğu gibi, ceberut devletin zulmüne uğrayan mahpusların yaşamına tanık oluyoruz. Cezaevleri içindeki yapıların, düzen arayışlarını, eğitim ve iç işleyiş anlayışlarını da aktaran Solgun, eleştiri ve yorumlarını da eksik etmeden, birinci ağızla yaşadıklarını anlatıyor.

Kitabın, en dikkate değer yanı ise, devrimci mücadele için direniş yılları da olan 90’ların, içeriden bir tanık gözü ile aktarılması… 70’ler ve 80’ler baz alındığında, fazlasıyla anı, belgesel ve mektup türünde eser çıkarken, 90’lar bu konuda biraz daha kısır kalıyor. Kaldı ki, o yıllarda yoğun bir mücadelenin olduğu, faili meçhul olarak nitelenen cinayetleri işleyenlerin bile açık açık ortada olduğu yıllar... Bu türü, gerek edebi, gerek siyasi yönden ele aldığımızda ise, yaşananları tekrar hatırlatmak, unutulmaması sağlamakla beraber, bir yüzleşme kültürünün yaratılmasını amaçlamak lazım belki de… Bir daha yaşanmasın diye…