Zabel Yesayan’ın örtüsü

Osmanlı’da üretilmiş Ermenice ve Ermeni harfli Türkçe edebiyatta Türkler çok az temsil edilmiş. Pek çok eserde ağırlıkla toplum içi ilişkilere odaklanıldığını, komşu milletlerle ama özellikle de Türklerle pek ilgilenilmediğini görmek zor değil. Bugünden bakınca, aynı toplumda yaşayıp, ortak mekânları paylaşan insanların birbirlerinin edebiyatlarında neden görünmediklerine (ya da az göründüklerine) şaşmamak zor olsa da, bunun Osmanlı Ermenilerin edebiyatının önemli meselelerinden ve özelliklerinden biri olduğu aşikâr. İşte Yesayan’ın Örtü’sü bu bağlamda nevi şahsına münhasır bir metin.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Fatih Uslu

DUVAR - Bu yazıda Zabel Yesayan’ın 1914 yılında yayımlanan novellası Örtü’yü (Koğı) Yesayan meraklısı okura genel hatlarıyla tanıtmaya çalışacağım. Örtü’de, Adile isimli fakir bir genç kızın sonu felaketle biten dokunaklı evlilik hikâyesi anlatılıyor. Metni hem Yesayan hem de genel olarak Ermenice edebiyat bağlamında ilgi çekici kılan en önemli özellik eserdeki tüm kahramanların Türklerden oluşması. Yesayan, bir Müslüman genç kadının gözünden aşk, kadın ve evlilik temaları üzerinde gezinen bir metin kurmuş.

Yazarın 1928 yılında basılan Meliha Nuri Hanım’da Çanakkale Savaşı’nda görev yapan bir Türk hemşireyi anlatmayı seçtiğini, savaşı ve dönemi bir Türk genç kadının haleti ruhiyesi içinden tasvir etmeyi denediğini biliyoruz. Aslında, 1915 sonrasında Ermenice edebiyatta Türklerin daha fazla temsil edildiğini, hatta bu temsilin en azından bazı yazarlar için bir amaç haline geldiği söylenebilir. Bu bağlamda, Meliha Nuri Hanım bu çabanın ilginç örneklerinden biri olarak ortaya çıkıyor. Ama 1915 öncesine baktığımızda durum çok farklı.

ÖRTÜ'NÜN DİĞERLERİNDEN AYRILDIĞI YER

Alanın gözlemcilerinin değişik fırsatlarda altını çizdiği gibi, Osmanlı’da üretilmiş Ermenice ve Ermeni harfli Türkçe edebiyatta Türkler çok az temsil edilmiş. Pek çok eserde ağırlıkla toplum içi ilişkilere odaklanıldığını, komşu milletlerle ama özellikle de Türklerle pek ilgilenilmediğini görmek zor değil. Bugünden bakınca, aynı toplumda yaşayıp, ortak mekânları paylaşan insanların birbirlerinin edebiyatlarında neden görünmediklerine (ya da az göründüklerine) şaşmamak zor olsa da, bunun Osmanlı Ermenilerin edebiyatının önemli meselelerinden ve özelliklerinden biri olduğu aşikâr. İşte Yesayan’ın Örtü’sü bu bağlamda nevi şahsına münhasır bir metin.

ÖRTÜ'YE GENEL BAKIŞ

Eser, Osmanlı romanının farklı örneklerinde gördüğümüz gibi bir bahar tasviriyle açılıyor. Genç bir Osmanlı subayı olan Ali Hasan Bey, vapurda arkadaşı Adil Bey ile karşılaşıyor. Adil Bey eski çalışanları olan İbrahim’i ziyarete gitmek arzusunda. Vatansever İbrahim kötürüm kalmış, onun hikâyesinden etkilenen Ali Hasan Bey de Adil Bey’in peşine takılıyor, Salacak’taki eve onunla beraber gidiyor. Orada bahçede İbrahim’in kızı Adile’yi görüyor. Bu dönemin edebiyatında çok alışık olduğumuz bir çarpılma sahnesi. Ama şu ilginç, Ali Hasan Adile’yi gördüğünde kızın başı açık, kız hemen telaşla omuzlarındaki örtüyle başını kapatıyor ve uzaklaşıyor. Ama genç adam bir anlık da olsa örtüsüz gördüğü kızdan çok etkileniyor.

Ali Hasan Bey, saraydan çıkma bir Çerkez cariye olan Seher Hanım’ın oğlu. Anne bir saraylı olarak oğlunun üst sınıftan (asilzade) bir kızla evlenmesini arzu ediyor. Ama Ali Hasan Bey’in aklı fena halde tesirinde kaldığı Adile’de. Kadın oğlunun isteğine itiraz etse de, ısrarına dayanamıyor, kızı istemeye razı oluyor. Çocuksu Adile için de bu dönem aslında tastamam yaşmaklanma, yani bir anlamıyla çocukluktan genç kızlığa geçme vakti. Anlatıcının vurgusuyla söylersek, artık bir beyaz örtünün yetmeyeceği döneme giriyor. Erkekler ve evlilik konusunda binbir hülya içinde, zihni binbir hayalle dolu. Lakin başta tereddüt eden ailesi kızın hülyalar içindeki halini de görünce Ali Hasan Bey ile evlenmesine razı oluyor.

Eserin ikinci kısmı Adile ile Ali Hasan’ın evliliği üzerine kurulu. Seher Hanım’ın arzu ettiği şehir terbiyesini haiz olmayan Adile’nin yol yordam bilmediğini, kendisini beceriksiz ve huzursuz hissettiğini ve bu durum nedeniyle de Ali Hasan için üzüldüğünü görüyoruz. Ali Hasan başta çok mutlu olsa da, Avrupalı ve Avrupai kadınlarla evlenmiş arkadaşlarını gördükçe, Adile’nin mütevazı haline ilk başta verdiği değeri unutmaya başlıyor. Ondaki bu duygu zayıflaması Seher Hanım’ın hoşuna gidiyor. Annesinden de etkilenen genç adam Adile’den gittikçe uzaklaşıyor. Adile kendini güçsüz ve zavallı hissettikçe daha da eziliyor. Ali Hasan’dan dayak yiyor, kayınvalidesi tarafından daha çok eziyet görüyor. Hastalanıyor, zar zor kendini toparlıyor. En son anne tarafından evlerine Makbule adında bir cariye gönderilmesine tahammül edemeyerek evi terk ediyor, baba evine dönüyor.

İbrahim evladının başına gelenlerden dolayı kendini hakarete uğramış hissedip, Ali Hasan’ın kızını boşamasını istiyor. Ali Hasan pişmanlıkla, Salacak’taki eve ikinci kez gidiyor. Bu sefer, romanın ilk sahnesindeki bahar ve mutluluk havasının yerinde, kara kış ve umutsuzluk var. İbrahim ağlarayak, onun “kızının celladı” (181) olduğunu söylüyor, o ise pişman olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ama İbrahim kızın geri gitmesine izin vermeyecek, Ali Hasan ise kızı azat etmeye razı olmayacak. Tüm bu sürecin tazyikine dayanamayan Adile hastalanıp, bir süre sonra ölüyor. Metnin sonunda aile kızın cenazesinin yanında matem içinde. Lakin aniden çıkıp gelen Ali Hasan sahneye dahil olduğunda bu matemin yerini bağırış çağırışlar alıyor, İbrahim, Ali Hasan’ın kızı görmememesi için kızın yüzünü örtüyor ve metin bu gürültülü sahneyle kapanıyor.

ÖRTÜ'DE KADIN ODAĞI

Çok kaba bir özetini verdiğim metinde dikkat çekici iki odak var var. Bunlardan ilkine kadın odağı diyelim. Öncelikle Zabel Yesayan’ın bir Müslüman kızın ruh ve zihin dünyasına girmeye, onu anlamaya çalıştığını görüyoruz. Onun genç kızlık hülyalarının, aşktan ne anladığının ortaya dökülmesi metnin en çok mesai harcadığı yerler arasında. Adile babaevinin koruması altında büyük hülyalar ve arzular içinde yaşarken aslında büyük bir kapalılıkla çevrili. Bu kapalılığın bir noktada dönemin Müslüman-Türk toplumunda kadının halini ifade etmek için kurgulandığı söylenebilir. Yesayan, bu koruyucu kapalılık içinde bir genç kızın iç dünyasının hallerini resmetmek istemiş. Metnin başlığı da tam burada anlamını kazanıyor. İkinci olarak, Ali Hasan’ın yaşadığı çatışmayla beraber bir “örtülü Müslüman kadın – Avrupalı kadın” karşılaştırmasının yapıldığını görüyoruz. Bu kadın odağında son önemli nokta olarak ise metinde cariyelik meselesinin dert edilmesi. Yesayan, özellikle Seher Hanım’ı ve eve gönderilen Makbule’yi anlatırken cariye gözünden bakmak ve cariye olmak üzerinde duruyor, o zihnin hallelerini göstermeye çalışıyor.

ÖRTÜ'DE SINIF EKSENİ

Öte yandan, metinde sınıf farkının eserin dramatik eksenine kuvvetle şekil verdiğini görüyoruz. İkinci odağımız da bu. Burada ilginç olan yüksek sınıftan saraylı ailenin, fakir ailenin kızını küçümsemesi, sınıf-statü farkının bir çatışma yaratması değil. Bu klişe konumlandırma Yesayan’ın dilinde bir değerler-arzular skalasına tekabül ediyor ve burada Yesayan Ermenice edebiyatta benzeri zor görülecek kıyas sahneleri yaratıyor. İbrahim gururlu ve fakirli bir yaşlı adam olmasının yanında vatansever ve çok dindar biri olarak resmedilmiş. Salacaklı aile, sonra özellikle Cumhuriyet sonrası edebiyatta sık sık göreceğimiz, çoğunlukla Üsküdar’da oturan fakir, mütevazı, inançlı ve “hakiki yerli”yi temsil ettiği düşünülecek o insan topluluğunun bir prototipi. Yesayan okurları onun camileri, özellikle kubbeleri ve minareleri anlatmayı çok sevdiğini hatırlayacaktır. Bu sefer bunun ötesine geçildiğini, tevekkül sahibi İbrahim’in ve karısının temsilinde namaz ve Kuran okuma sahnelerinin estetize edildiğini görmek oldukça ilginç. Burada Yesayan’ın II. Meşrutiyet sonrası Türk romancılarının bir kısmının çok sevdiği bir söyleme eklemlendiğini iddia etmek abes olmayacak. Tabii ki bunu çok daha kuvvetli bir sınıf ve sınıfsal çatışma fikriyle yaptığının altını çizeyim.

Burada Seher Hanım’ın değerler aleminin ise çok daha frapan ve ithal arzularla yüklü olduğunu görüyoruz. Ama bu arzularla yüklü ruh aynı zamanda devletin de sahibi. Bu sahiplik vurgusu bir bozulma ya da hakikatsizlik haliyle çakışıyor. Kudretlilerin, düzenin sahiplerinin hem kendi toplumunun hakikatine yabancı hem yıkıcı olduğu bir hali resmediyor Yesayan. Bu bağlamda Seher Hanım’ın özellikle oğlunun eğitimi, geleceği ve evliliği bağlamındaki arzularının Adile’nin felaketi olması bizi –pek çok başka eserde olduğu gibi– bir tür alegorik okumaya davet ediyor.

Yesayan’ın henüz Türkçede çok azını okuyabildiğimiz geniş külliyatı içinde Koğı’nın özel bir yeri var. Burada kısaca tanıtmaya çalıştım, lakin eser aslında çok daha incelikli ve hacimli çalışmaları hak ediyor. Metnin dönemin Türkçe edebiyatıyla, bilhassa II. Meşrutiyet’ten Dünya Savaşı’na kadar olan kısa dönemde üretilmiş metinlerle beraber okunmasının ve Milli Edebiyat söylemiyle yan yana düşünülmesinin ayrıca ufuk açıcı olacağı kanaatindeyim.