Sedat Şanver: Şaire şiirin okuru yetmiyor

Şair Sedat Şanver ile Türkiye şiirini, şairlik kavramını ve edebiyat dünyasını konuştuk. Şanver, "Özellikle sol tandaslı şairler, şiir ve kitle ilişkisinin şehveti karşısında hep zayıf olmuşlardır. Bu çevrelerde şiirin kitlelerle buluşması neredeyse uhrevi bir hazzın karşılığıdır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sedat Şanver, 12 Eylül’den sonra şiire başlayan bir şair. Çocukluğunun geçtiği Urfa’dan sonra üniversite öğrenimi için ilk gençlik döneminde geldiği İzmir’i sonraki yaşamı için kendisine kader yapmış bir isim. İlk gençliğinden itibaren şiir yazmış, şiirin sorunları üzerine düşünmüş, şiiri konuşmuş, tartışmış bir şair. Şanver’le ilk kitabı “Dilin İsyanı”ndan yeni yayımlanan toplu şiirleri “Kelimeler, Kibir ve Telaş”a kadar geçen süreçte edindiği şiir deneyimini, birikimini, modern Türkçe şiiri, şiirin okunup okunmadığını, şiir dergilerini, İzmirli şair olmayı ve İzmir şiir ilişkisini de konu alan bir söyleşi yaptık…

Sedat Şanver’in seksenli yıllarda çıktığı şiir yolculuğu nasıl başladı; bugüne nasıl, hangi süreçlerden geçerek geldi?

Türkiye’nin milatlarından biri olan 12 Eylül 1980, ben ve benim kuşağımın önemli tarihlerinden biridir kuşkusuz. Darbenin ilk günlerinde sağın o dönemdeki önemli edebiyat teorisyenlerinden Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı adlı dergide yahut Tercüman gazetesinde fikir ile ihbar arasında duran bir yazı yazmıştı. Yazının önemli kısmı şuydu: “Solculara dikkat edin, şimdi edebiyata yönelecek ve orada saklanacaklar.” Kabaklı’nın söylediği aslında temel bir kurala yaslanıyordu: Bir kelimeyi yasaklarsanız, onu başka kelimeyle tarif edersiniz. Nitekim o yıllardaki dil ve edebiyat tartışmalarının çoğunluğunda edebiyat payanda olarak kullanılmaktaydı. Bizim kuşaktaki birçok ismin hikâyesi böyle başlar. Siyaset yapamayınca edebiyat yapmaya çalıştık.

İşin aslı, ben de edebiyattan çok siyasetin sularında dolaşan biri sayılırdım, ancak siyasete de edebiyattan geçerek ulaşmıştım. 7 Aralık 1963 doğumlu olduğuma göre o tarihte 17 yaşındaydım ve o yaştaki her insan gibi kendini ifadenin yollarını aramakla meşguldüm. İşin doğrusu, Türkiye’deki genel eğilimde olduğu gibi, ben şiir yazarak başlamadım edebiyata. Daha çok düzyazı ile ilgiliydim ve kafamda tasarladığım bir roman vardı. İlk yayımlanan yazılarım edebiyat eleştirileridir mesela. Şiir sonradan geldi. 1981’de İzmir’de yayımlanmakta olan bir ilan gazetesini, ayda bir gün “Yazın Günü“ adıyla yayımlamaya çalıştık. Yaş 18 ve kafada sayısız soru ve hayal… Ardından üniversite yılları ve öğrencilikten çok şairlik uğraşları… 1984’te yine bir dergi: Bireşim… 1985’te ilk kitap: “Dilin İsyanı”… Sonraki yıllar şiir kadar şiire ve dünyaya ilişkin sorunlarla geçen bir dönem ve tüm bunları anlamak için bitmeyen uğraşlar… 1988’de yine bir dergi: Ayrım Şiir… Hemen ardından gelen ikinci kitap “Aşiret ve Otomobil” (1990) ve sonrası “Haremdeki Kadınlar” (1994), “Gezgin ve Katil” (2004), “Kendine Akan Su” (2009), “Devletin Piç Yatakhanesi” (2011), “Cümle Kapısı” (2014), “İskelet Anahtarı” (2016), “Muhacir Kelimeler Haritası” (2016) ve toplu şiirler: “Kelimeler, Kibir ve Telaş” (Aralık 2017).

 

Modern Türkçe şiirin nasıl bir geçmişi var; birikimi, deneyimi, bugünkü ve gelecek kuşaklar için ne anlam ifade eder?

Bu oldukça zor bir soru çünkü Türkiye’de kavramlar çok çabuk kendi anlam bütünlüğünden ve sınırlarından çıkarılabiliyor. Burada “modern Türkçe şiir“ kavramından ne anladığımı açıklayabilirsem soruyu da yanıtlamış olabilirim belki. İhtimal ki bu soruyla karşılaşan birçok kişi “modern Türkçe şiir“ dendiğinde cumhuriyetin kuruluşunu ve aynı dönemde yazan kişileri anlayacaktır. Çok bilinen bir ezberle anlatmaya çalışayım. Hemen hemen tüm edebiyat bilimciler tarafından Yahya Kemal bu dönemin ilk şairi kabul edilir. Her ne kadar Nâzım Hikmet, Yahya Kemal’i “Osmanlı’nın son şairi” kabul etse de ağırlıklı olarak cumhuriyet dönemi ya da modern dönem Türk şiirinin Yahya Kemal ile başlatılması eğilimi oldukça yaygındır. Şiirinin tematik yanını temel tutanlar onu “son Osmanlı şairi” kabul ederler. Aynı konuda şiirin dilini ölçüt alanlar ise cumhuriyetin ilk şairi tanımlamasını uygun bulurlar Yahya Kemal’e.

Benim açımdan, sorun bu kadarıyla kalsa adlandırmam cumhuriyetin ilk şairi olmasından yana olur. Çünkü benim açımdan edebiyatın baskın ölçütü dildir. Yahya Kemal ilginç bir kişilik ve şair… Öldüğünde söylenen “Kötü bir insan, iyi bir şair öldü” sözü duruma belki bir açıdan hafifçe ışık tutabilir. Tartışmasız iyi bir şair ve yazar… Özellikle siyasi iktidarlara yakın oluşu ve aynı çevrelerce taltif edilmiş olması, onu yaşarken de önemli bir edebî iktidar haline getiriyor. Dört dönem milletvekilliği, uzun yıllar diplomatlık, Halkevleri danışmanlığı… Ama sanırım onu yine çok güçlü bir şair olan Ahmet Haşim’den günümüze daha çok taşıyan yanı İstanbul’daki edebiyat fakültesi ile olan ilişkisi. Öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar ve onun da öğrencisi Mehmet Kaplan gibi isimlerin ülkenin her yanına edebiyat öğretmeni yetiştirmeleri… Kanon kavramını pek sevmiyorum, ancak Türk edebiyatında bir kanondan söz edilecekse burada söz edilebilir. Yahya Kemal özelinde çağdaş şiirden ne anladığımız biraz belirdi sanırım: Günümüz diline yakın bir dil ve içerik ve serbest nazım biçimleri…

Eğer durum buysa çağdaş şiiri Yahya Kemal ile başlatmak Tanzimat, Servet-i Fünun, Milli Edebiyat gibi dönemlere ve Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, hatta hatta Nedim gibi öncüllerine haksızlık olacaktır. Eğer bir içerik öncüllüğü aranacaksa Nedim, Yahya Kemal’den çok daha çağdaştır. Eğer dil devrimi tuhaf bir tasfiyeci mantıkla yürütülmemiş olsaydı kimse Haşim’i dilinden düşürmeyecekti. Şimdi biraz daha rahat konuşabiliriz. Modern Türkçe şiir dediğimiz şiirle; Osmanlıcanın mazmunlarından, aruz kalıplarından, ağır ve ağdalı dilden kurtulmuş ve tematik olarak bireyi temel alan şiiri kast ediyoruz gibi görünüyor. O zaman bu sorunun yanıtını edebiyattan çok sosyolojide aramak daha doğru olacaktır. Bu durumda karşımıza Avrupa’daki coğrafi keşifler, sanayi devrimi ve bu dönüşümlerin yansıdığı Osmanlı; Osmanlı’nın da bu açıdan ilk önemli tarihi çıkıyor: 1876, I. Meşrutiyet ve ilk anayasa…

Dilimin altındaki bakla çıktı sanırım, eğer illa bir tarih arayacaksak bu hususta; o, Tanzimat dönemi olacaktır. Belki birileri Tanzimat’ın ilk dönemini baskın didaktik yanları nedeniyle kendilerine uzak bulabilirler, ancak hemen ardından gelen edebiyatçılar ve onları da izleyen dönemler Türkçe edebiyatın yeni biçimini başlatmıştır. Söz konusu dönemde ciddi bir dilsel kopuş olmasa da yepyeni temalar ve dünya meselelerine farklı bakış vardır. Üstelik şiirin biçimsel tüm özellikleri altüst olmuştur. Belki de biz hâlâ Haşim’in, Fikret’in şiirlerini yazıyoruz. Sadece farklı sözcüklerle…

'ŞAİRE ŞİİRİN OKURU YETMİYOR'

Şiirin şimdisi ve geleceği üzerine ne düşünüyorsun?

Tuhaf bir yönseme egemen oldu şiir dünyasına. Şair; okuyucuya göre, ona uygun ve onun anlama sınırları içinde yazma yoluna gitmeye başladı. Gönüllü bir otokontrol, otosansür belki de, söz konusu… Şair, şiirindeki kimi bölümleri plastik öğelerle süsleyerek; resim, fotoğraf, karikatür, desenlerle birlikte ve slogan biçiminde okuyucuya ulaştırmaya çalışıyor. Okurunu bekleme, okurun kendisini bulma sabrını göstermiyor. Doludizgin koşuyor piyasaya doğru. Toplum ne istiyorsa onu üretmeye çalışıyor. Ortalığa değişik şair isimleriyle yayılan ürünlere bakın, tuhaf bir anonimlik söz konusu… Şairi biricik kılan üsluba ilişkin emareler tükendi sanırım. Bunun kadar vahim olan bir diğer husus da şu: Şiir okuru, hak ettiğinin çok üstünde bir değer kazandı. Sanatın asli unsuru sanat alımlayıcısı değildir, sanatçıdır. Bu unutuldu.

Şairler ürünlerini okuyucuya ulaştırmak, onun beğenisine mazhar olmak için değme akrobatlara taş çıkarır hale geldi. Şiirinin okunması şaire lütuf gibi sunuluyor. Şairin öne çıkıp şiirin geriye düşmesi sorunuyla karşı karşıyayız sanırım. Şair, şiirini parlatmadıkça kimse dönüp şiire bakmıyor. Oysa tersi olmalı. Örneğin kimi şairlerden nefret etmenize rağmen onun şiirinden uzak kalamazsınız. O lanet adamın yahut madamın şiirini okumazsanız eksik kalacaksınızdır çünkü. Bu işin olması gereken şekli, doğası budur. Oysa günümüzde tersi oluyor.

Çünkü güncelin çokça egemen olduğu bir hızda yaşıyoruz. Yavaşlamadıkça da bu böyle devam edecek gibi görünüyor. Sanatçı yaratmadıkça eksik kalacağı, mutsuz olacağı için yaratır. Yaratınca da mutsuz olabilir, bu başka konu elbette. Sanat alımlayıcısı da kendini zenginleştirmek, daha iyi yaşamak, mutlu olmak, dünyayı anlamak gibi sebeplerle sanata ihtiyaç duyar. Bu ilişkide biri kazançlıysa; bu kuşkusuz, sanat alımlayıcısıdır. Bu söylediklerim özellikle arena sanatları; müzik, sinema, kısmen tiyatro gibi alanlarda daha kolay kabul görecektir büyük ihtimal. Şiirin sorunu da burada zaten. Şiir arena, “popüler” kavramı pek uymadığı için bunu kullanıyorum, sanatı olmadığı için şair kendi içinde bir sorun yaşıyor.

Şaire, şiirin okuru yetmiyor. Bu ruh halinde haklı olabilir. Sonuçta anlaşılabilir, insani bir durum. Şair ün istiyor, saygı istiyor, kazanç istiyor. Ancak ortada ciddi bir sorunumuz var: Maalesef şiir bunu sağlayamıyor, şiirin bunu yapacak gücü yok. Bu durumda da tuhaf alanlara sıçrayan şairlerle karşılaşıyoruz. Günümüzde en bilinen şairlerden biri, son 40 yılda şiir denebilecek tek mısra yazmadığı halde şiir dünyasına hükmedebiliyor. Şair, denildiğinde akla böyle isimler geliyor. Şairlerin çoğu, kitabını yayımlatacak yayınevi dahi bulamazken birilerinin on binlerce baskı yapan şiir kitaplarının sahibi olması beni yapılan iş konusunda kuşkuya düşürüyor. Şiirin gücünün dışında bir güçten söz etmek gerekmektedir böylesi durumlarda. İlkin şuna karar vermemiz gerek: Şair mi olacağız, şanlı mı? İkisinin yolu aynı değil çünkü. Bu söylediklerimden “şiirin yaygınlaşması mümkün değildir” gibi bir sonuç çıkmıyordur umarım. Ancak görünen şu ki, günümüzde iyi bir şairin bilinir olması pek de mümkün değildir. Piyasaca tanınan tüm şairlerin, şiir dışı araçlarla bu bilinirliği sağladıkları açık...

Yayınevleri, okuyucu, sanat çevreleri ve dahi hayat, şaire parya muamelesi yapabilir; bu, şairin meselesi değildir. Ortalıkta on binlerce şiir yazan, şiirle anılan insan bulunabilir; bu da şairin sorunu değildir. O, yazdığı ve yazacağı şiirden sorumludur bir tek. Ve elbette kendi moral duruşundan…

Bir sanatçıdan çok bir derviş portresi çizdiğimin farkındayım. Ne yapabilirim, aklımda olanlar bunlar. Şimdiye kadar söylemeye çalıştıklarım, sorudaki “şiirin şimdi”sine ilişkin oldu. Şiirin geleceğine ilişkin bölümü de sonraki soruda yanıtlamaya çalışayım.

 

'SOL TANDASLI ŞAİRLER ŞİİR VE KİTLE İLİŞKİSİNİN ŞEHVETİ KARŞISINDA ZAYIFLAR...'

Şiirin okunup okunmamasıyla ilgili çelişkili yargılar, değerlendirmeler yapılıyor. Değerlendirmelerde genellikle ölçü olarak kitap satışları gösteriliyor. Kitapların satış rakamlarına bakılarak şiirin okunmadığı söyleniyor.  Şiirin okunup okunmadığıyla ilgili kitapların satış rakamları yeterli bir ölçme sağlar mı? Yoksa bu konuda ölçme yapmak için başka etkenleri de değerlendirmek mi gerekir... Sence şiir okunuyor mu?

Soruyu yanıtlamaya bir soruyla başlayayım: “Beğeni olmazsa sanat olur mu?” Başka bir soru: “Sanatçı, övgüye ne derece ihtiyaç duyar?” İnsanlığın en büyük açmazlarından kabul ettiğim “haz“ sorunu sanıyorum burada da karşımıza çıkıyor. “Doyduğu halde yemeyi sürdüren insanın problemi nedir” sorusuna yanıt bulursak yukarıdaki sorulara da yanıt bulabiliriz belki.

Bizde özellikle sol tandaslı şairler, şiir ve kitle ilişkisinin şehveti karşısında hep zayıf olmuşlardır. Bu çevrelerde şiirin kitlelerle buluşması neredeyse uhrevi bir hazzın karşılığıdır. Antik dönemdeki manzum (şiirsel) eserlerin tüm şehir ahalisi tarafından izlenmesi, Sovyetler’in ilk dönemlerindeki ajit-prop örnekler, Rus fütüristlerinin deneyimleri, Vosnesenski’nin stadyumlarda şiir okuması… Düşünün ki bir stadyumda ya da devasa bir alanda sahneye çıkmış şiirlerinizi okuyorsunuz ve binlerce kişi sizin şiirlerinizi dinliyor. Tıpkı antik dönem amfi-tiyatrolarında ya da Sovyet örneklerinde olduğu gibi…“Şiir Sokakta” gibi bir başlığın Gezi sürecinde ortaya çıkması ve bu derece yayılması şaşırtıcı değildi. Sanatın propaganda tarafı gündemdeydi çünkü. Buradaki örneklerde söz edilen şiir, bizim anladığımız anlamı mı taşımaktadır; sanmıyorum. Antik dönemde manzum eserler, şiirsel yanlarından çok sosyal faaliyet yanlarıyla öne çıkmaktadırlar. Bir haberleşme, bir propaganda aracı, bir gösteri sanatı… Nitekim gerek fütürizmde, gerek ajit-prop örneklerde şiirin dilinden çok, siyasetin propaganda dili görülür. “Şiir Sokakta” gibi örneklerde de durum değişmez. Hepimiz “durmadan göğe bakarız.” Ancak bir sonraki adımda hiçbirimiz ne yapacağımızı bilemeyiz. Göğe bakmadan önce ne yaptığımızı hatırlamadığımız gibi… “İlgili süreçteki örneklerden sonra Turgut Uyar şiiri okunmuş ve yaygınlaşmıştır” gibi bir yargı üretmek büyük ihtimal mümkün olmayacaktır. Daha açık söyleyeyim, bu örneklerdeki manzumeler ve bunların kullanılış biçimleri ile benim şiirden anladığım örtüşmemekte.

'ÇOK OKUYUCU, ÇOK SATIŞ, ÇOK HABER...'

Altını çizmek istediğim bir başka husus da şu: Haz ve alkış baştan çıkarıcıdır ve sanatçı kimyası bu tip ayartılmalara çok yatkındır. Bu hal, yaratım süreçlerinde onların yararına olabileceği gibi yok oluşlarının sebebi de olabilir. Tıpkı yemek gibi… Yemek, yaşamak için gerekli enerjiyi sağlayabileceği gibi obezleşmenin kapıları da açılabilir. Konuyu dağıtmadan bağlayalım. Bilinirlik, tanınırlık anlamında kitapların satışı bizi doğru yönlendirebilir mi gerçekten? Sonra çok nedir? Çok okuyucu, çok satış, çok haber… Şiirin şairi iyileştirmesi az mıdır? Şunu da unutmamak gerek; sanat, seçkinci bir iştir. Burjuvazinin işidir. Bakmayın halk için, halka doğru söylemlerine… Sanat hiçbir zaman halk için olmaz, olamaz. Bizde seçkin denince akla zengin geliyor; hayır, seçkin olmanın zenginlikle ilgisi yoktur. Donanım, bilgi, kültür ve bunları hayata geçirebilmeyle ilgilidir seçkinlik.

Şehrin kenarındaki villalarına dört çeker araçlarıyla gidenlerin çoğu bayağıdır. Seçkin olma kendini tanıma, kendine söz geçirme, kendini anlama ile doğrudan ilgilidir. Bütün gününü para kazanmayı düşünerek geçiren bir simsar ya da bir kilo fazla pamuk toplamayı hedefleyen pamuk işçisinden seçkin olmasını beklemek çok da dürüst bir beklenti olmayacaktır.. Asistanına çantasını taşıtan dekan seçkin olamaz. Herhangi bir iktidarın parçası olmayı içselleştirmiş kişi seçkin olamaz. Kendini sorgulamayan, sorgulamak için donanımı ve zamanı olmayan kişinin seçkin olması mümkün değildir.

Yayınevleri pek şiir kitabı basmıyorlar. Daha da kötüsü, kimileri de şairden para alarak basıyorlar. Bu durumu bildiğim efendi sözcüklerle karşılamam mümkün olmadığı için geçiyorum.

Şiir satmıyor; doğrudur, şiir satın alacak insan tipi çok olmadığı için şiir satmıyor. Hiçbir zaman da satmadı. Bu söylenenlere Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Turgut Uyar gibi ustaların kitaplarını örnek vererek karşı çıkanlar olabilir. Haklıdırlar, ancak her birinin başka bir imgenin karşılığı olduğu için çok sattığını unutmamak gerek. İnsanlar bu ve benzer şairlerin kitaplarını şiirlerinin dışındaki saiklerle alıyorlar gibi geliyor bana. Nâzım muhalifliği ve resmi solculuğu, Orhan Veli “ben de yazabilirim“i, Turgut Uyar ise “bankacıyım, şirkette mahvoluyorum, ama kültürlüyüm de“yi karşılıyor. Biraz insafsız görünebilir bu değerlendirmelerim; eminim ki, karşı görüşlerle birlikte bu konuları daha ayrıntılı konuşabiliriz. Tüm bunlardan sonra son soru: Şiir, bu kadar az kişiyi ilgilendiren bir sanatsa olmasa da olur mu? Hayır, elbette...

Daha çok insanın donanımlı olması için uğraşmak gerekiyor. Daha çok şiir okunsun diye değil, dünya yaşanır olsun diye gerekli bu. Yeni bir toplum sözleşmesini kurgulayacağız. Çünkü küresel para imparatorluğu ve onun reklamcıları, filozofları dünyayı yok etmek üzere uğraşırken biz onların karşısına şiir ve şiirden anlayan bireylerle çıkabiliriz ancak. Elbette burada sözü edilen şiir, sözcük temrinleriyle yetinen çürümüş duyarlıkların şiiri olmayacaktır. Meselesi olan şiirden ve bu meseleyi dert edinmiş şairlerden söz ediyorum. Politikanın yedeğinde kalmış, onun gölgesine sığınmış bir şiir değil; yeni politikalar kurgulayan, imgeleriyle hedeflenen insana katkı sunan şahsiyetli bir şiir. Mızmızlanmayan, ucuz yıkımlara sığınmayan, “şahsi ve muhterem” bir şiir… Çok okunma, çok satma mı? Bizim derdimiz değil o, kazancı ve şöhreti gaye edinmişlere kalsın o alanlar.

 Şiir adına yayımlanan çok sayıda dergi var... Bu dergiler konusunda ne düşünüyorsun?

Bu soruyu bundan 20-25 yıl önce yanıtlayacak olsaydım ihtimal canı gönülden olma kaydı ile şöyle derdim: Ben edebiyat hususunda dergiyi çok önemserim. Sadece bizim edebiyatımız için değil, tüm dünya için böyledir bu iş. Edebiyat dergileri okuldur. Sadece okur için değil, şair için de dergiyi yayımlayanlar için de okuldur. Niçin böyledir? Çünkü dergi hareketlidir, çoğuldur, günceldir, dönüşüm gücü vardır, tez canlıdır, gençtir, daha rahat tepki alır ve verir. En önemlisi editoryal seçme ve kontrol şansı vardır. Kitap gibi ağırbaşlı, durağan değildir. Genel olarak kitaplar gibi ukalalık yapmaz. Üstelik gazete gibi popüler ve kısa ömürlü de değildir. Daha başka özellikleri sıralamak da mümkün elbette. Doğal olarak kişisel çıkarları için dergi çıkaranlardan ayrı tutarak söylüyorum tüm bunları. Başka deyişle dergi ile kişisel bülten arasında ayrım yapabilen, temel kaygısı edebiyat olan kişi ve çevreleri kast ediyorum. Birileri, ülkemizdeki çoğunluk örneklerden yola çıkarak, dergi yayıncılarının hiç de edebiyatı temel kaygı olarak görmediklerini, buralardan iktidar üretmeye çalıştığını iddia edebilir. Örneklerle bu konuda birçoğumuzu ikna da edebilir. Biz yine de temel kaygısı ve motivasyonu edebiyat olan kişi ve kadroların çıkardığı dergiler olduğunu, asli olanın bu olduğunu söylemekte ısrarcı olalım.

Daha çok gazete ile kitap arasında duran dergicilik için bugün ne düşünüyorum? Günümüzde matbu dergilerin yerini dijital imkânlar almış gibi görünüyor. Üstelik bunun dönüşü de olmayacak gibi… Aslında aynı durum basılı tüm materyaller için geçerli gibi görünmekte... Dijital yayıncılık yazarlara değişik imkânlar sağladığı gibi topluluktan yalıtılma sonucunu da beraberinde getirmekte… Bunun bir yoksunluk hali oluşturduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Yaratım kuşkusuz ki bireysel bir faaliyettir. Ancak yaratım sonrası gerek değerlendirmelerin, gerek paylaşımların onun asli parçalarından olduğunu da unutmamalıyız. Sanat, kuşkusuz ki insana ve dolaysıyla sosyolojiye ait bir durum. Dergilerimiz, yayıncılığımız da bu sosyolojinin bir parçası…

İzmir şiirli bir şehir. Çok da şair var şehirle birlikte adı geçen. Ama çok azı şehirle özdeşleşmiş izlenimi veriyor. Sen, hani nerdeyse Kavafis’in İskenderiyeli olması gibi İzmirli bir şairsin. Öylesine İzmirli yani… İzmir, şiir ve şair şeklinde bir üçgen kurup bu konuda neler söylersin?..

Kavafis ile İskenderiye ilişkisini İzmir ile benim aramda kurman beni ne kadar mutlu etti anlatamam, öncelikle bunu söylemeliyim. Sağ ol, var ol.

İnsanın coğrafyaya ait olduğunu düşünmüşümdür, insana ait tüm değerler de elbette… Etnik ve dinsel kimlikler coğrafyadan sonra gelir, diyebilirim. Yemekler, şarkılar, sözcükler, sesler, kokular ve renkler… Hepsi coğrafyaya aittir. Ben de Urfa’ya ve İzmir’e ait olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Urfa’da doğdum ve üniversiteye kadar orada yaşadım. İzmir ile ilişkim gençlik ve sonrasına ait bir ilişki... Örneğin Urfa topraklarının göğü de ele geçiren sarısı başka hiçbir yerde yoktur.

Bu anlamda Urfa benim için ne kadar kavga ise, İzmir buna ek olarak bir de şiirdir. Bu şehirde yazdım, bu şehirde dergiler çıkardım, bu şehirde yayıncılık yaptım, bu şehirde tartıştım. ‘90’lı yıllarda İzmir şiirin başkentidir, diye bir söz dalgalanırdı şehrin semalarında. Biraz da İzmir belediyelerinin İstanbul’dan gelen edebiyatçıları ağırlamada gösterdiği bonkörlükten dolayıydı sanırım bu. O yıllarda da itiraz ederdim buna. İşin doğrusu söz konusu yıllarda İzmir belediyeleri şiir işine bulaşmadan önce şiire ait ilişkiler daha sağlıklı haldeydi bu şehirde. Bu konuda, bankaların edebiyat yayıncılığına girdiklerinde edebiyat yayıncılığının yaşadığı şok ve dönüşümün benzeri yaşandı bizde de… Eskiden arkadaş evlerinde kalan konuşmacılar, yıldızlı otellerde kalmaya başladı. Tanıdık meyhane ve çayhanelerde biten şiir etkinlikleri pahalı lokantalara taşındı. Şiirle ilgili derdi olanların kafasını kurcalayan sorular değil, magazinel konular işgal etti gündemi. Şair ve okur şiire yabancılaştı. Bir edebiyat sosyetesi yaratıldı.

Belediyelerdeki sanat ve edebiyattan sorumlu kişiler iş yaparken Türkiye’nin siyaset yapma tarzını uyguladılar. Temel amaçları, sanat ve edebiyata katkı sağlamaktan çok, kendileri ve çevreleri için fayda sağlamak oldu. Tuhaf bir biçimde bir sanat-edebiyat bürokrasisi çıktı ortaya; memur şairler türedi. Tüm etkinlikler hemen hemen hep aynı isimler çevresinde döndü. Sokakları tanıtım afişlerinin, posterlerinin kapladığı ancak etkinliklerin boş salonlarda yapıldığı örnekler çıktı ortaya. Etkinlikten çok etkinliğin görüntüleri ve yansımaları ile ilgilendi ilgililer. Başına fötr şapka takmayıp boynuna fular sarmayanı bu çevreler pek de ciddiye almadı.

Özellikle Konak Belediyesi daha bir öne çıktı bu hususta. Diğerleri de onu izledi. Burada tabii ki Bornova Belediyesi’nin son derece özveriyle başlatılan ve amatör ruhla yürütülmeye çalışılan tiyatro çalışmalarını, Karşıyaka Belediyesi’nin yıllar önce düzenlediği şiir sempozyumunu ve orada sunulan bildirilerin kitap biçimiyle kalıcılaştırılması gibi örnekleri de söylemek gerek. Ne yazık ki durum, çoğunlukla bu olumlu örneklerdeki gibi olmadı, iş şiire geldiğinde oldukça hoyrat davranabildi belediye bürokrasisi. Örneğin Bayraklı Belediyesi’nin başkanı, ilgi alanı olmadığı halde şiir jürisinin başkanı olabildi ve bu orantısız iktidar, jürideki şairleri bile rahatsız etmedi.

Bu, biraz da Türkiyeli siyasal çevrelerin sanatı, edebiyatı bir ardıl olarak görmelerinden kaynaklanıyor sanırım. Öğrenciler defterlerindeki ciddi bilgileri çekilebilir kılmak için defterlerin kenarlarına süslemeler yaparlar. Şiire ve edebiyata genel bakışın farklı olduğunu sanmıyorum. Bu alanlar, yöneticiler tarafından bir ayrıntı olarak görülüyor. Sanat ve edebiyat doğrudan oya tahvil bir alan olmadığı için siyasetçilerin pek ilgi alanına girmiyor. Sadece hitabeti zenginleştirici bir faktör olarak görülüyor. İzmir’de de durum benzer özellikler gösteriyor. Örneğin geçen aylarda uluslararası şiir günleri gibisinden İzmir’in birçok ilçesine yayılmış günler düzenlendi.

Bildiğim kadarıyla İzmir dışından şirket ya da kişilere ihale edilen bu etkinliklere İzmir edebiyatçılarından sadece ilgili çevrelere yakın olan birkaç kişi çağrıldı. Doğal olarak İzmir’deki yazar ve şairlerden tepki geldi. Ancak bunlar da oldukça cılızdı. Sanırım kimse sonraki etkinliklerde potansiyel davetli olma şansını yitirmek istemiyordu. Bu anlamıyla İzmir oldukça ilginç bir yerdir. Vasatın ortalıkta hoyratça cirit attığı, iyinin köşesinde kanaviçesini ördüğü bir yer. Dünyadan farklı değiliz özetle… Tüm bunları söyledikten sonra kendime şunu sormam gerek: İzmir bir şair için hâlâ cazip bir kent midir? Elbette, evet! Tüm kalbimle, evet! Belki İzmir’in merkezi kaosun egemenliğine boyun eğmiş gibi görünebilir, ancak bu coğrafya yüzlerce kilometrelik kıyıları ile hâlâ şiiri besleyebilecek zenginlikte bir anne olma özelliğini sürdürmektedir.

Daha önce yayımlanan kitaplarını tek ciltte bir araya getiren “Kelimeler, Kibir ve İksir”i yayımladın. Şairin tüm yapıtlarını tek kitap olarak yayımlaması bir azaltma mı, çoğaltma mı? Şairin sağlığında bütün şiirlerini yayımlaması sence ne anlama geliyor?

Türkiye’de şairlerin, şiirin dışında da edebiyata ilişkin işler yapması Tanzimat’tan bu yana hiç garipsenmemiş. Şairin aynı anda romancı, aynı anda hikâyeci; hatta aynı anda edebiyat eleştirmeni, edebiyat tarihçisi, edebiyat yayıncısı olması onun yeteneklerinin sonsuz olmasından değil de, ortamın yoksul oluşundan kaynaklanıyor bence. ‘80 ve ‘90’larda daha sık karşılaşırdık. Ölen şairin ardından şairin değişik nedenlerle kitaplarına almadığı çalışmalar ortalığa dökülürdü. Bunlardan en ünlüsü Orhan Veli’nin diş fırçasının sarılı olduğu “kâğıt”taki şiir olsa gerek. Oktay Rıfat, son demlerinde kitaplarındakinin dışında şiirinin bulunmadığını, ortaya çıkması muhtemel örneklerin ise kendine ait olmadığını açıklamıştı. Bizde ecnebilerin “university press” denilen sadece araştırmacılara yönelik sınırlı basım geleneği hemen hemen yok. Yayınevleri, satılabilir ölçüsünü temel alarak şairin ilkokul öğretmenine yazdığı ürünü bile cicili bicili halde ortalığa dökmekte sakınca görmüyorlar. Birkaç yıl önce Nilgün Marmara adına böyle bir kitap çıktı mesela.

Marmara’nın çiziktirdiği yemek listesi, lafın gelişi elbette, bile kitapta kendine yer buldu. Bu, ciddi bir sorun yaratıyor bence. Gelecekte çok daha beterlerine şahit olacağımızdan kuşkum yok. Ortalıkta Oğuz Atay’a tapan bir kitle var, ancak tek satır Oğuz Atay okumamışlar. Uzattığımın ve biraz da konu dışına çıktığımın farkındayım. Şiir, şairin sorumlukları arasında ilk sırayı alıyor elbette. Bunun yanı sıra şiirin dolaşıma girmesi hususunun da şairin sorumlukları arasında olduğu unutulmamalı. Bu, şiirin kendi başına bir varlık olmadığı anlamına gelmez elbette, ama şairinden tamamen bağımsız olduğu anlamına da gelmez. Herkes şiirin çok anlamlılığını, yorumlanabilirliğini zenginlik kabul etmekte. Kuşkusuz ki doğru bir önerme, ancak şu da unutulmamalı; bir şiir, taban tabana zıt yorumlanışlara uygun ise, buna cevaz veriyorsa bu onun zenginliğinden değil sorunlu oluşundandır. Ülkemizdeki ortalama yaşam süresi düşünüldüğünde ölüme daha vakit var gibi görünüyor, ama ben ilk gençliğimden bu yana yaşamdan çok ölüme yakın hissettim kendimi.

Sanıyorum kendi kuşağımdan birçok kişi de benzer hissiyatlara sahip oldu. Ölüm karşısındaki bu telaş ve yukarıda anlatmaya çalıştığım saiklerden dolayı şiirlerimi hep derli toplu tutmaya çalıştım. Orta yaşlarda şunu fark ettim: Çalıştığım bir kitabın sonlarına doğru inanılmaz panik oluyorum. Sanki yapmak istediğim iş temize çekilmeden, müsvedde olarak ortalıkta öksüz kalacak gibi. Bu panik, kitap baskıya gidinceye kadar artarak sürüyor ve matbaaya teslim edildiğinde inanılmaz büyük bir huzura bırakıyor kendini. Mesela kitabın basılmış hali beni nedense pek heyecanlandırmaz. Bitmiş ve bitmesi gereken bir ilişki gibidir bu hal…

Toplu şiirleri bastırmamda bu ruh hali elbette etkili oldu, ama bir o kadar da ekonomik sebepler belirleyici oldu. Kitapları teker teker bastırma ile toplu halde bastırma arasında neredeyse yarı yarıya maliyet farkı var. Günümüzde bu sebebi göz ardı etme lüksümüz de pek yok. Peki bu bir taviz ya da yenilgi mi? Sanmıyorum. İkisinin de kendi içinde avantajları ve dezavantajları var. Bu aralar, taze olmasından kaynaklanıyor olabilir, toplu şiirler gözüme pek hoş görünüyor. Hem şairliğim üzerine ciddi bir veri olarak bile kabul edilebilir. Dile kolay, 400 sayfalık kitabı olan bir şairim. Öyle önüne gelen dövemez herhalde artık beni. Yani umarım öyle olur.