Penkov: Hayatta kalmak için kara mizah lazım!

Yazar Miroslav Penkov’un memleketi Bulgaristan’da geçen sekiz öyküden oluşan "Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke" adlı ilk kitabı ve kitabın yazım sürecini anlattı. Penkov, "Hayatta kalmak için kara mizah lazım!" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Zack Shlachter*

Henüz 26’sındayken Yazar Miroslav Penkov’un öykülerinden biri Best American Short Stories (Amerika’nın En İyi Öyküleri) derlemesine (editörleri Salman Rushdie ve Heidi Pitlor’ın sayesinde) alındı ve kurgu dalında Eudora Welty Ödülü’nü kazandı. Üç yıl sonra ise yeni kitabına adını veren öykü, 2012 PEN/O. Henry öykü antolojisine seçildi.

Fark ettim ki siz aynı zamanda bir çevirmensiniz, hem de çifte. Birincisi, yabancı bir dilde memleketiniz hakkında yazıyorsunuz kitabınızda. Bu sahicilik hissi açısından sorun yaratabilir, özellikle de diyaloglarda. İkincisi, bir taraftan da öyküleri fiilen Bulgarcaya çeviriyorsunuz. Bu nasıl bir deneyim?

Bir dildeki belirli bir söyleyiş veya sesi başka bir dile taşımaya çalıştığınız ve hem İngilizcede hiçbir anlamı olmayan sözcükleri –ki bunları en kötü ihtimalle italik yazıyorsunuz– hem de bütün konuşma kalıplarını taşımanın bir yolunu icat etmek zorunda bulduğunuz çok tuhaf bir konumda kalıyorsunuz.

Diyaloglara gelince, bunu İngilizcede yapmak için Hemingway’in öykülerine bakıyordum; örneğin, bir öykü okuyorsunuz ve metin o dilde olduğu için İngilizce konuşuyor görünen biri var, fakat o kişinin aslında İtalyanca veya İspanyolca konuştuğunu hissediyorsunuz; Hemingway bir şekilde bunu başarmış. Aynısını İngilizcede yapmaya çalışıyordum. Ama şimdi hepsi bir de Bulgarcaya çeviriyorum –hâlâ çevirmem gereken bir öykü var– ve gerçekten çok acılı, çok zor oluyor.

Miroslav Penkov

İngilizce konuşan kapitalist Batı, karakterlerinizin pek çoğu için bir muamma. “Mektup”ta, öykünün geçtiği küçük kasabanın yerlisi olmayan varlıklı Bulgarlardan tüm köylüler “İngilizler” olarak bahsediyor. Diğer öykülerde, İngilizce dili karakterler tarafından ya “tarih ve anlamdan yoksun, tümüyle başıboş” ya da “beyninizi elma püresine çevirebilecek kuduz bir köpek” olarak tarif ediliyor.

Bunları yazarken – bunlar esas olarak benim kendi düşüncelerimdi. İngilizce öğrenmeye 14 yaşında başladım ve bir yıl süren gerçekten çok yoğun İngilizce derslerinden sonra anlamaya başlayabildim. O noktaya kadar, İngilizce benim için de böyleydi. Anlamdan yoksun bir dildi ve tüm sözcükler tek bir sözcük gibi geliyordu kulağıma. Anlayacağınız, buralarda kendimi yazmışım.

Batı düşüncesiyse anne babamdan, ben daha çok küçükken ve Bulgaristan’ın ekonomik açıdan pek iç açıcı durumda olmadığı dönemden bildiğim bir şey. Bu 1990’ların başında komünizmin çöküşünden hemen sonraydı.

Annemle babamın niyetleri ne kadar ciddiydi bilmiyorum, çünkü bence bir yere gitmemizin pek mümkün olmadığını hep biliyorlardı – ama yine de Batı’ya gidecekleri yönünde fantezileri vardı. İspanya, Almanya fark etmezdi, hepsi bir bütündü. Kurtuluş oradaydı: Batı’da.

Ayrıca, mesela, çoğu Amerikalının Doğu Avrupa hakkındaki tasavvurlarını da ters yüz etmeye çalıştım. Benim için bir bütün olarak “Doğu Avrupa” kavramı bir şey ifade etmiyor. Bulgaristan’la Sırbistan olabildiğince farklıdır; buna bir de Yunanistan’ı veya Romanya’yı ekleyince... Yani dışarının, ötekiliğin tek yekpare bir bütün olması düşüncesiyle dalga geçiyordum.

Tarih karakterlerinizin yaşamlarında büyük bir rol oynuyor; daha genç olanlar bile bu yük konusunda müphem hisler içinde görünüyorlar.

Örneğin, “Devşirme” gibi bir öyküyü ele alalım. Bu gerçekten hoşuma giden bir düşünce – aslında bir oksimoron: Şahsi hakikat, bir şeyin yalnızca bir kişiye göre, sizin tarihi anlayışınıza göre hakiki olduğu düşüncesi.

Gerçekten inanıyorum ki, bir ülke çok eski olduğunda, tarihle istediğinizi yapabilirsiniz. Bu anlamlı geliyor mu bilemiyorum, ama “Devşirme” öyküsünde, baba kendi yaşamını alegorik olarak yüzlerce yıl önce olmuş olması gereken bir şeyin öyküsüne katabiliyor. Olmuş olanlarla şu anda olanların arasındaki o bağlantı benim çok ilgimi çekiyor.

Miroslav Penkov / Batının Doğusu / Yüz Kitap

Aynı zamanda belli bir zaman sınırının ötesinde kesinlikle “hakiki” bir tarihi olay olduğuna da inanmıyorum; hatta zamanın da bir önemi yok, istediğiniz hikâyeyi anlatabilirsiniz. Bu ayrıca çok da tehlikeli. Oluyor biliyorsunuz, bir grup insan tarihteki bir olayı alıp onu ya çarpıtıyorlar ya da bağlamından koparıyorlar ve kendi amaçları için kullanıyorlar. Bu güzel ve şiirsel bir düşünce olduğu gibi, aynı zamanda çok tehlikeli bir şey de olabiliyor.

Tarihten ve karakterlerinizin onunla ilişkisinden eğlence çıkarmayı da başarıyorsunuz. Batı’da, bizim normalde Doğu Avrupa edebiyatı deyince aklımıza gelen ya tarihi çok depresif bir şekilde ele alan bir şey ya da keskin, çok karanlık bir mizah.

Hayata kalmak için bunu yapmak zorundasınız. Bir diğer şey de absürtlüktür. Aslında, öykülerimi çok absürt yapmamak için bilinçli bir çaba içindeydim. Zira öyle bir sistem ki absürtlüğe çok müsait, neredeyse bir klişe hâline geliyor; komünizmin çılgınlığını anlamanın akla ilk gelen kalıbı ona absürtlük merceğinden bakmaktır. Fakat bunu sadece artık özgür olduğum için yapabiliyorum. Hâlâ komünizmin kısıtlamaları altında yazıyor olsaydım –bilmiyorum, belki yanılıyorum– bu kadar kolay ve içim rahat dalga geçemezdim herhalde.

İlk öykü, derlemedeki en ciddi öykülerden biri, onu izleyen birkaçının da absürt değilse bile en azından daha mizahi olduklarına kuşku yok. Arada ufak büyülü gerçekçilik öğeleri serpiştiriyorsunuz. Kaprisli güvenilmez anlatıcılarınız var, ama bu asla öykünün önüne geçmiyor. Kendinizi en rahat hissettiğimiz türler veya tarzlar hangileri veya istediğinize geçebilme özgürlüğünü seviyor musunuz?

İstediğime geçebilme özgürlüğünü seviyorum ve yaratabilmem için bu özgürlükten yararlanmam önemliydi. Demek istediğim, tek tek öyküler yazıyordum ama bir arada bir derleme içinde ayrı bir işleyişleri olmalarını istiyordum ve çeşitlilik olsun istiyordum. Baştaki düşüncem günümüzde başlayarak geçmişe, gerçekten şanlı tarihi dönemlere doğru gitmekti.

Gerçekten beni ilgilendiren tarih hakkında yazmak istiyordum, ki bence en ilginç dönemler çarlarla onlardan önceki hanlarınkidir. O öyküleri gerçekten seviyorum. Düşüncem buydu, ama çalışmaya başladıkça böyle bir kitabın gerçekten kalın olacağını anladım. Gerçekten imkânsız bir işti. Ben de kendimi 20. yüzyılla ondan önceki Osmanlı döneminin küçük bir kısmıyla sınırlamaya karar verdim. Bunu yaptıktan sonra da kronolojik olarak geçmişe doğru gitme düşüncesinden vazgeçtim.

Bu röportajın orijinali Dallas Observerda yayımlanmıştır. (Çeviren: Barış Cezar)