Değiştirilemeyen hayat yaşanmaya değmez

Merakla başlar tarih, her şey gibi. Geçmişin merak edilmesi kadar doğal bir şey de yoktur. Mesele merak etmenin nasıl öğreni/ti/leçeğidir.

Google Haberlere Abone ol

Küçük şeyler hastalara şifa, her derde devadır. Misali de meseli de tarih olsun -estetize edilmiş bir tarih.

Dersimi “Küçük Şeyler” kafede hayalî kişilere anlatıyorum. Hayalî “Duvar” kafe olsa orada da gerçek kişilere anlatırdım. 20'lerde Paris'te Hemingway'in takıldığı kafe Closeire des Lilas da olabilirdi aslında. Ford Madox Ford'un üstadın yanına gelip canını sıktığı bir gün mesela: Paris Bir Şenliktir. Bu şenlikli “Leylak Bahçesi” kafeye yüzyıl başında Yahya Kemal takılırdı; ortalarında Tanpınar -madem hocam gidermiş ben de uğrayayım demiştir. Bugün de yerinde, niyeti olan atlayıp gitsin. Yok ben Viyana'ya gideceğim abi diyen varsa 30'larda Canetti'nin takıldığı Café Museum ne güne duruyor, yerinde duruyor: Gözlerin Oyunu. Ama koluna Zweig'in Dünün Dünyası'nı takıp gitsin, takılacaksa adam gibi taksın. Bana bakmayın ben Ankara'dan ahkâm keseceğim -küçük bir yerden.

Tarih. Yazıyla başladığı önermesi yazıyı, yazılı tarihi kutsallaştırma biçimidir. Bütün biçimler/formlar gibi muhtevayı tayin ettiği için tehlikelidir. Zihnî deformasyona sebep olur. Hasta eder.

Tarihin çok az kısmı yazılıdır. O önermeye; “tarih yazı ile başlar”a, ‘asıl içinden çıkılması zor kısmı yazılı tarihtir çünkü hayal etmenizi engeller’ açıklaması ilave edilse idi bir anlamı olabilirdi.

Dünyanın zuhur etme tarihi vardır, dünyayla birlikte veya ayrı ayrı diğer gezegenlerin de. Bizim ölçülerimizle dip tarihleri ne zamana gidiyor? Ölçüler tartışılsa da bu da tarihin konusudur. Önce söz vardı denir ama ondan önce taş, toprak, bitki, hayvan, insan vardı. Söz ardından geldi -insanın ettiği söz. İnsan konuşmaya başladığında, buna ihtiyaç duyduğunda, başka türlü ifade edemediğinde sözler etti/verdi. Hiç konuşmasa daha iyiydi mi desek?

Merakla başlar tarih, her şey gibi. Geçmişin merak edilmesi kadar doğal bir şey de yoktur. Mesele merak etmenin nasıl öğreni/ti/leçeğidir: Ian Leslie, Merak.

kitapMitrofan’ın Ay Serüveni kitabındaki hikâyelerin yazarı Bulgarin 1789'da Minsk'in bir köyünde doğmuş. Petersburg'un yetiştirdiği yazarlardan. Haşarı, huysuz ama renkli bir adam. Ne yazsa sevmiş kitle, romanları ve hikâyeleri kısa zamanda popüler olmuş.

1826'da Osmanlıların Yeniçeri Ocağını topa tuttuğunu duyunca bir hikâye yazmış: “Yeniçeriler ya da İç Savaş Kurbanları”. Henüz otuzlarında. Türklerin, yaptığı işleri delice bulduğu için "Deli"; Rusların, yaptığı işler onlara inanılmaz geldiği için "Büyük" dediği Petro’yu biliyor tabii. 1698’de strelitzleri imha ettiğini de elbette. (Niye bu imla ile yerleştiyse? Yazılışı стрелйц, e bu da strelits okunur!) Strelitsler çarın yeniçerileri idi. Bulgarin'in ziyadesiyle vakıf olduğu bir mevzu yani. Ben de biliyorum. Derste İlber Ortaylı anlatmıştı. II. Mahmud'un reformları ile Petro'nunkileri karşılaştırır sınavda da bunu sorardı. Kağıtlara şöyle bir baktığı için geçmiş olmalıyım  -bu tip hocaların vakti kıymetlidir.

Küçük Şeyler'e akşam indi...

Bulgarin o hengamede bir yeniçeri tasavvur ediyor; adı Hasan, "saçlarını savaşlarda ağartmış seçkin ortadan [bölük] bir asker.” Bir kızı var ve tek derdi onun canını kurtarmak. Düne kadar güvendiği, inandığı, canını ve malını emanet edebildiği bütün dostları yüz çeviriyor. Ona sadece "Yeniçeri misin, Müslüman mı?" diye soruyorlar. O geçmişiyle var olmuş bir adam; inkar edemem diyor, ben Müslüman bir yeniçeriyim!

Okur olarak inanıyoruz Hasan'a, Hasan'ı satanlara. Hepsini tanıyoruz, "insan"lığımızı biliyoruz çünkü. Tarihin tam da bu olduğuna “Ömer’in Öğretisi” adlı diğer gerçekçi hikâyesinde de inandırıyor erken ütopik hikâyelerinde de üstelik. "Bütün bu öyküler ve güven vermeyen tarih," diyor, "insanların sadece yazılı olanları görmelerinden kaynaklanmaktadır."

Downton Abbey dizisinde Osmanlı elçisinin oğlu Kemal Pamuk vardı: Dramatik şekilde ölüveren yakışıklı delikanlı. Ne gürültü kopmuştu gerçek mi, Tevfik Paşa'nın böyle bir oğlu var mı ki diye. Evet, adı o olmasa da var demişti senaryoya ruh veren yazar. ‘Hikayenin kaynağı malikanesi olan bir arkadaşımdı –bir gün büyük halasının günlüğünü bulan o arkadaşım anlatmıştı bana, dizide geçen olay da 1890’larda olmuş’ demişti. Demese ne yazacaksa! Bir dinle, hatta seyret. Okur-yazar olmak hikâyenin tadını nasıl da kaçırıyor.

Ders bitti. Şimdi izninizle Bayram'ın nefis kahveleri arasından bir espresso seçeyim. Umarım eski talebelerim, dersin adı aynı olsa da her sene başka küçük şeyler anlattığımı hatırlıyorlardır. Not almalarından hoşlanmadığım da akıllarına geliyordur. Söze inanırım, yazıya değil; vaatler sözle bozulur, kağıtla değil. Kitapları ise beni kandırsınlar, ikna etsinler diye okurum.

“Söz ola kese savaşı.”


Not: Bu yazının başlığını Downton Abbey’deki bir replikten aldım.