Kış yazısı, öyle mi?

Böyle mi olmalıydı? Böyle vedalaşamadan, bir hasret gideremeden mi gitmeliydi o güzel baba? Ne büyük ne onarılamaz bir haksızlık. Ankara’ya döndüm ve Demirtaş savunmasına kaldığım yerden devam ettim.

Google Haberlere Abone ol

Sevilay Çelenk*

Aylar geçti iki satır yazı yazamadım. Hiç değilse bir yeni yıl yazısı yazmasam uğursuzluk getirir. Her sene yeni yıl yazısını, diğer bir deyişle kış yazısını, hatırlatan okurum da hiç sektirmedi ve bir hafta öncesinden hatırlatmasını yaptı. Sağ olsun. Soru önergesiylen, basın açıklamasıylan, tivit paylaşımlarıylan nereye kadar? Yazılacak şeyler var. Eskiden olsa, muhtemelen olan bitenle epeyce eğlenir ve başkaları da biraz eğlensin diye sütunumda döktürürdüm. Gelgelelim şimdi dokunulmazlığım var ama bir sütunum yok. Ayrıca işim çok zor. TBMM çatısı altında Sırrı Süreyya Önder’in başkanvekilliği anlarını saymazsak, neredeyse hiç mizah yok sayın seyirciler. Onu da son nöbetinde bitap düşürdüler. Geçmiş gitmiş olsun... Meclis-i Mebûsan insanın içini de dışını da öldürüyor vallahi. Geçen hafta Diyarbakır’daydım, annem yüzüme bakıp durdu. Sonra da derli toplu olsun diye son zamanlarda mütemadiyen düz fön çektirdiğim saçıma bakarak “Bu saç seni büyük gösteriyor” dedi. “Ne büyük gösterecek annem, zaten baya büyüğüm ben” dedim. Muhtemelen gözümün ferinin kaçtığını o da gördü.

Saç dedim de eskiden olsa sadece Meclis kuaföründen bile ne hikayeler çıkarırdım. Şimdi kendimi kuaföre götürüp getirsem, kendimi çıkarsam kâr sayıyorum. Meclis kulisi... Güldür Güldür Show, yanında ilkokul müsameresi gibi kalır. Arkadaş, hayatını burada geçirenler var. İnanılır gibi değil! Sabah mesaiye gelir gibi gelip akşama dek kuliste, çay ocağında, restoranda takılan müdavimler. Bir şekilde Genel Kurulun açıldığı kulislere “girebiliteleri” var. Bir vakit girmeye ehliyet kazanmışlar yani, giriş o giriş. “Allah’ım, ya ben de böyle olursam” diye korkmuyor da değilim. Bir zamanlar Mülkiyeliler Birliği için de böyle düşünür, endişelenirdim. Ankara’daki tesislerin, benim bildiğim en az üç müdavimi vardı. Her Allah’ın günü gelip, orada belli bir masada oturup dükkanı kapatmadan gitmeyen müdavimler. Bu müdavimlerden birinin kalmakta olduğu huzurevinden, her sabah taksiyle erkenden gelip gece yatmaya gittiği rivayet edilirdi. Bazen pijamasıylan fanilasıylan gelirdi hakikaten, görmüşlüğüm çoktur. Toplantı salonumuzdaki sandalyeleri yan yana dizer bir seksen uzanırdı. Kimse de ses etmezdi. Bu üç müdavimin ikisi benim iki yıllık genel başkanlığım döneminde arka arkaya hakkın rahmetine kavuştu. Nur içinde yatsınlar... Neden böyle oldu ben de hiç anlayabilmiş değilim ama bana denk geldi. Her birinin ayrı ayrı çok ilginç hikayeleri vardı. Neyse işte, o dönem, yaşlandığımda ben de mi buranın müdavimi olup kalacağım diye korkardım. Halbuki o müdavimlerin hiçbiri kadın değildi, bu ülkede kadınsan bir mekanın müdavimi bile olamıyorsun. Bir yandan da aman öyle oluversin... Mülkiyeliler Birliği’ne, Meclis muhalefet kulisine müdavim olacaksın da ne olacak? Allah muhafaza. Hiç iyi bir şey değil.

Aklımda bu mevzularla ilgili tek-mekanda geçen bir film projesi var ama tabii ki aklımdaki proje olarak kalmaya mahkum o da. Hayat, sen bir roman yazmayı ya da bir film yapmayı planlarken başına gelenlerdir. Olsun... Sevgili hayat...

Ne diyordum, Meclis müdavimi olacak değilim. Kendime müdavim olacak başka yer bulurum ben. Diyarbakır’a yerleşir. Sülüklü Han’da, o görkemli dut ağacının duldasında konuşlanırım. Ateşin başına oturur, tarçınlı sıcak üzüm suyumu içerim.

Kış bile gelemedi bu yıl. Başını belli belirsiz çıkarıyor ara sıra, sonra deliğine kaçan solucan gibi kayboluveriyor.

Kış yazısı, öyle mi? Aylardan beridir programlı bir işimin olmadığı ilk gün. Genel temizliğe katkı ve kışlıkları kısmen çıkarmak, yazlıkları da kısmen kaldırmak dışında hiçbir iş yapmadım. Bunlar da iş mi? Gani gani bir zaman önüme yayılıverince, zaten ne yapacağımı şaşırdım. Kendisi, birlikte dışarı çıkma planları yaptı çıkmadım tabii ki. Evim elime zor geçmiş, nereye çıkarıyorsun dedim ona da. Bir tatsızlık rüzgarı estirmeye kalktı ama yanından yöresinden geçerken, “Biraz içerlemiş gibisin Eruhlu!” diye takılıp durdum, yelkenleri indirdi.

Kış yazısının ya da yeni yıl yazısının asıl mevzuna gelemedim. Çünkü zor, çünkü çok hüzünlü...

Son on günün en az yarısını Selahattin Demirtaş ve ailesiyle geçirdik desem yeridir. Çok kişi için böyle oldu. Yeni yılın ilk günlerini üzüntü, öfke, umut ve diğer karmakarışık duygularla geçirmemize yol açan günler... Yılın son günü DEM Diyarbakır İl Örgütü Olağanüstü Kongresini yaptığımız sırada Selahattin Demirtaş’ın babası Tahir Amca’nın vefat haberi geldi. Evde, mezarlıkta, taziye yerinde iki gün boyunca hep Demirtaş ailesinin, dostlarının yanında, akın akın taziyeye gelen halkın arasındaydık. Durup dururken Selahattin Demirtaş olunmuyor ve durup dururken kimse böyle sevilmiyor, bunu bir kez daha acı bir vesileyle gördük.

Fakat böyle mi olmalıydı? Böyle vedalaşamadan, bir hasret gideremeden mi gitmeliydi o güzel baba? Ne büyük ne onarılamaz bir haksızlık... Ankara’ya döndüm ve gitmeden evvel Sincan’da bir gün izleyebildiğim Demirtaş savunmasına kaldığım yerden devam ettim. Pazartesi yine gideceğim. Taziyenin üzerine gelince savunmanın da, söylenenlerin de her şeyin anlamı farklılaştı. Nasıl büyük bir kötülükle karşı karşıya olduğumuzu, aslında bu ülkeyi nasıl büyük bir çıkışsızlığa sürüklemeye çalıştıklarını, nasıl ama nasıl bir bönlüğe mahkum ettiklerini sanki çok daha derinden kavradım.

Damarlarından hayat, yüreklerinden sevgi, çok üzgünüm ama beyinlerinden akıl çekilmiş uğursuz insanlar Selahattin Demirtaş’ı yıllar ve yıllardır, bu topluma “terörist” olarak belletmeye çalışıyor. Olmuyor ama işte... Olamaz da... Bu da onlara dert olsun! Başta Kürtler olmak üzere, Türk, Çerkes, Laz milyonlarca yurttaş için Selahattin Demirtaş onurlu bir hayatın, cesaretin, mücadelenin, müthiş bir zekanın ve üretkenliğin sembolü. Muhtemelen savunması bir kitap olarak yayınlanır (yani dilerim yayınlanır, yayınlanmak zorunda). O zaman herkes ta hendeklerden, barikatlardan, sokağa çıkma yasakları günlerinden 6-8 Ekim olaylarına, oradan 15 Temmuz’a ve bugünlere nasıl ve kimler tarafından getirildiğimizi en sarih, en sade en doğru cümlelerle anlar diye umuyorum. Çok değil daha yedi yıl evvel yargıdan binlerce hakim ve savcı “terörist,” “Fetöcü” diye ayıklanmış, onların yerini yine tamamen aynı yöntemlerle bir ay içinde 5 bin hakim ve savcı yerleştirilmişti. Kısacası yargı düzeninin en az on beş yılına önce cemaat iş birliği ile sonra kendi başlarına bu şekilde çöreklenilmişti. Aynı ihraçlar, tutuklamalar, yeniden atanmalar vs. TSK içinde de misliyle yaşanmıştı. Fakat sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi “bağımsız yargıdan,” orduya dil uzatanın vatan hainliğinden filan söz edilmeye de kesintisiz devam edilmişti.

Hiç ama hiç tereddüt etmeden, o yıllar içinde şimdi birçoğu tutuklu olan komutanın yönettiği operasyonlarda ölen sivillerin hayatını hayattan saymamızı bile suç gördüler. Evet, çok kişi yazdı, çok anlatıldı, çoğu şeyi biliyoruz ama bir de Selahattin Demirtaş’tan, onun savunmasından okumanızı dilerim. Aslında twitter’da ya da başka yerlerde aktarılanlar savunmanın tümünü kapsamıyor. Savunması yer yer anlamı ve gücü zayıflatacak biçimde özetlenmiş. Kimi cümleler hiç yok. Çok etkilendiğim ve çok önemli bulduğum için satırı satırına not ettiğim bazı tespit ve açıklamalarını, tam olarak konuştuğu biçimiyle kimse yazmadı. Dediğim gibi dilerim kendisi yayınlar...

Başımıza on yıllardır korkunç bir çorap örülüyor. İşbirlikçilerinin bu ülkenin başına getirdiği işleri Allah’ın lütfu sayıp bu ülkenin Demirtaş gibi, onurlu, parlak ve yetenekli siyasetçilerinin ve mücadeleci yurttaşlarının hayatına ve özgürlüğüne kast ettiler.

Yeni yılın ilk haftası içimi öfke ve acı yanında müthiş bir umut ve cesaretle dolduran bir şey vardıysa o da Selahattin Demirtaş’ı onca acıya, onca zulme rağmen karşımda bu kadar tutarlı, bu kadar berrak ve bu kadar analitik bir şekilde konuşurken görmek, böyle bir varoluşa tanıklık etmek oldu. Anlatmak kolay değil, bu yüzden de biraz onun mizah sevgisine de sığınarak lafı dolandırarak gelebildim konuya. Affola...

Yılın son haftasının en kötü olaylarından biri de Meclis Genel Kurulunda birkaç nazik cümle ile Türkiye’deki Süryani toplumuna seslenen ve Noel’lerini kutlayan Dem Parti Mardin Milletvekili George Aslan’a yönelen vahşet oldu. Gerçekten vahşetti. Bir ülkede bir avuç kalmış Süryani nüfusa “Mutlu Noeller” demeyi çok gören ırkçı refleksi başka nasıl adlandırabiliriz? Masalara vuran protesto eden, salonu terk eden vahşet...

Yeni bir yıl... Vazgeçmeyenlerin yılı olsun. Yeni olan her şeyde vazgeçmeyenlerin emeği var. Tarihi onlar yazar.

Sersala we xweş be...

*DEM Parti Diyarbakır Milletvekili