'Kedicikler' neden döngüden çıkamıyor: Adnan Oktar'dan kurtulamamanın psikolojisi

'Kedicik' belgeselindeki kadınların anlattığı istismar olaylarına rağmen kadınların neden örgütten çıkamadığını uzmanlar yorumladı: İstismar 'yakından' geldiğinde döngünden çıkmak kolay olmayabilir.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR – Adnan Oktar örgütünde yer alan kadınlar, geçtiğimiz haftalarda sosyal medya üzerinden yayınlanan ‘Kedicik’ belgeseline konu oldu. Belgesel, örgüt içinde yer alan kadınların nasıl sistematik olarak istismar edildiğini ve şiddete uğradığını konu ediniyordu.

Buna göre, kadınların örgüte katılmaları ve buradan çıkamamaları için örgüt üyeleri tarafından çokça tekrar edilmiş bir yöntem geliştirilmişti. Bu yöntem, belgeselde detayları ile aktarıldı. Yöntemi şöyle özetleyebiliriz; örgüt üyeleri özellikle orta ve üst sınıf ailelerin yaşadığı muhitlerdeki AVM’lerde ‘gözlerine kestirdikleri’ kız çocuklarını takip edip, bir şekilde iletişim kuruyor. Örgütten biri -ki çoğunlukla bu Bora Yıldız oluyor- kız çocuğu ile duygusal bir yakınlık kuruyor ve bir süre sonra cinsel ilişkiye ikna ediyor. Bundan sonrası kız çocuğu için istismar, şiddet ve duygusal manipülasyon sarmalı halinde ilerliyor.

Milyonlarca kişi tarafından izlenen belgesel, sosyal medyada pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Bazıları, ‘kedicik’ olarak bilinen kadınların, yaşadıklarına rağmen nasıl örgütten uzaklaşamadığını sorguladı. Bu sorunun cevabını uzmanlara sorduk. Aldığımız yanıtların ortaklaştığı nokta; yakınlık… Yani istismar ve şiddet, sizin güvenli olarak tabir ettiğiniz ‘yakınınızdan’ geldiğinde bu döngüden çıkmak çok kolay olmayabilir.

SALDIRIYA MARUZ KALANIN ‘DOĞRU, GÜVENİLİR VE İNANILIR İNSAN’ TANIMLAMALARI BOZULUR

Saadet Öğretmen Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği’nin yayınladığı rapora göre, Türkiye’de TCK uyarınca açılan dosyalardaki suçlar içinde cinsel istismarın payı 2013 yılında yüzde 0,6 oldu. Bu oran, 2020 yılında yüzde 0,8’e yükseldi. 2019 yılında güvenlik birimine getirilen 206 bin 498 çocuktan yüzde 15,2’si ‘cinsel suça maruz bırakılma’ gerekçesi taşıyordu. Derneğin izlediği davalarda, istismarın en çok yakınlarından ya da tanıdıklarından geldiği görüldü.

Psikiyatr Münevver Hacıoğlu Yıldırım, istismar ve şiddet yaşayan bireylerin bedenen ve ruhen çok ciddi tahribat yaşadığını ifade ediyor. Bedensel ve ruhen etkilenme biçiminin bir sürü faktöre bağlı olarak değiştiğini söyleyen Yıldırım, “Cinsel şiddetin niteliği, eşlik eden bedensel şiddet gibi başka bir şiddet türünün olup olmaması, şiddetin tek seferlik mi, uzun süren bir şiddet mi olduğu, şiddete maruz kalınan yaş, şiddet uygulayan kişinin yakınlığı, olay sonrası yaşananlar, olay öncesi başka bir ruhsal ya da travma şiddet olup olmaması gibi özellikler etkilenme biçimini belirleyenler olarak söylenebilir. Olay sonrasında yaşananlar da olaydan etkilenmeyi belirleyen özelliklerdendir” diyor.

‘İSTİSMARI ADLANDIRMAK GÜÇLEŞİR’

Adnan Oktar örgütünde istismar kadınlara, özellikle kız çocuklarına yönelik gerçekleşiyordu. Bu nedenle Yıldırım’a, istismar vakalarındaki cinsiyet rolünü soruyoruz. Yıldırım, cinsel şiddetin asimetrik ilişki durumlarında gerçekleştiğini ve neredeyse her zaman erkek tarafından uygulanan bir şiddet biçimi olduğunu vurguluyor. Bu şiddete çoğunlukla kadınların, çocukların, cinsel azınlıkların ve hayvanların maruz kaldığını anlatan Yıldırım, şöyle devam ediyor:

“Cinsel travmalardan kadınların erkeklerden daha fazla etkilendiği söylenemez ancak kadınların çok daha fazla oranda ve daha kompleks travmalara maruz kaldıkları söylenebilir. Kadınların genellikle yakınlarındaki güven ilişkisi olan, saldırı beklemedikleri erkeklerden saldırı yaşadıkları söylenebilir. Erkekler kadınlara oranla yetişkin olduklarında çok daha az oranda cinsel saldırıya maruz kalmaktadır. Ayrıca erkeklerde saldırganlar genellikle tanımadıkları insanlardır ve saldırının tek kez yaşanması daha büyük olasılıktır. Adnan Oktar örgütünde ise özellikle kadınlara yönelik olarak planlı bir istismar olduğu anlaşılmaktadır. Geçmişte kadınların savaş ganimeti olarak alıkonmasına, erkeklere cinsel olarak hizmet etmek üzere köle, cariye olarak yaşamlarından uzaklaştırılmasına benzer bir yapılanma olduğu söylenebilir. Aynı zamanda ekonomik ve sosyal statü sağlanması, bu istismar konusunu çok daha karmaşık bir hale getirmiş görünüyor. İstismarlar özellikle de cinsel istismarlar, erken yaşlarda ve uzun süreli güvenilen kişi tarafından uygulanıyorsa istismara maruz kalan kişinin yaşadığını adlandırması ve buna, ’istismar’ diyebilmesi güçleşir. Sevilen, güvenilen, inanılan insan, aynı zamanda istismar eden, acı veren, insan olarak kodlanır. Böylece yaşanılanın ne olduğunun anlaşılması ve içinden çıkılabilmesi güçleşir.”

‘KİŞİ ANCAK GÜVENLİ BİR YERDE BU DÖNGÜDEN ÇIKABİLİR’

Bu noktada Yıldırım’a istismara ve şiddete uğrayan kişinin bu döngünden çıkmasının koşullarını soruyoruz. Yıldırım, bunun için kişinin güvenli alana duyduğu ihtiyaçtan bahsediyor: “Çoğu zaman bundan çıkmak çok kolay değildir. Hele de istismar ortamı devam ediyorsa yaşanan olayları objektif değerlendirmek güçleşir. Bu nedenle öncelikle kişilerin şiddet ortamından uzaklaşmaları gerekir. Güvenli ortam olmadan, yaşanan şiddetin adını koymak da şiddetle başa çıkmak da kolay olmayabilir. Elbette çok farklı çıkış noktaları olabilir ancak yine de döngüden çıkışın ilk adımı, kişinin güvenli bir yerde olmasıdır.”

‘SALDIRIDAN HAYATTA KALAN KENDİNİ SUÇLAYABİLİR’

Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği yetkilisi, cinsel şiddetin herhangi bir biçimine maruz bırakılmanın, düşünceler, duygular, davranışlar, dünya ve insanlarla kurulan ilişki üzerinde bir etkiye ve değişime sebep olabildiğini dile getiriyor.

Cinsel şiddete uğrayıp hayatta kalanların, fiziksel travmanın yanı sıra travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, anksiyete, utanç, korku ve kendini suçlama gibi uzun süreli psikolojik ve duygusal etkiler yaşayabildiklerini söyleyen dernek yetkilisi, “Kendini suçlama; cinsel şiddete maruz kalan kişiye yöneltilen mağdur suçlayıcı yaklaşımdan, yani kişinin kendi kusur veya kabahatinden dolayı cinsel şiddeti hak ettiği söyleminden kaynaklanır. Örneğin, hayatta kalan, travmanın bir sonucu olarak ve olan biteni ‘anlamlandırmak’ ve ‘kontrol altına almak’ için suçu ve sorumluluğu fail yerine kendisine yükleyerek içinde bulundukları durumdan uzaklaşamayabilir” diyor.

Mağdur suçlayıcı tavır nedeniyle cinsel şiddetin faillerinin yok sayıldığını vurgulayan dernek yetkilisi, belgesel sonrası kadınlar üzerinden yaşanan tartışmaların da mağdur suçlayıcı tavrın yansıması olduğunu ifade ediyor. Dernek yetkilisi konuyla ilgili şu görüşlerini dile getiriyor:

“Geçtiğimiz haftalarda Adnan Oktar tarikatı üzerine yayınlanan bir belgesel üzerinden tarikat tarafından cinsel, fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete maruz bırakılan kadınların ‘yaşadıklarına rağmen’ orada kaldıkları tartışmaya açıldı. Biz de burada kendimizi, ‘Cinsel şiddete maruz bırakılanlar bundan uzaklaşabilir miydi, neden uzaklaşmadılar?’ diye sorarken buluyorsak, bunun sebebini toplumda yaygın olan mağdur suçlayıcı kültürde aramalıyız. Mağdur suçlayıcılık, hepimizin mücadele ettiği tecavüz kültürünün de bir parçasıdır. Tecavüz kültürü ise tecavüz ve cinsel şiddet biçimlerinin yüksek oranda görüldüğü kültürlerde, tecavüzün ataerkil normlar ve yanlış inanışlar yoluyla normalleştirilmesi ya da doğallaştırılmasıdır.”

‘FAİLLER YÜKSEK ORANDA CEZASIZ KALIYOR’

Ayrıca dernek yetkilisi, istismarın ve şiddetin tanıdıktan gelmesi halinde bu durumu konuşmasının ve destek almasının çok daha zorlaştığına dikkat çekiyor: “Cinsel şiddetin, çoğunlukla hayatta kalanın tanıdığı veya güvendiği bir kişi tarafından gerçekleştirildiği göz önüne alındığında, bir tanıdığın veya aile bireyinin uyguladığı cinsel şiddetle ilgili konuşmak, destek almak ya da ihbarda bulunmak daha da zorlaşır. İhbarda bulunmak, finansal desteğin bitmesi ve dışlanma gibi ciddi kişisel sonuçlara da sebep olabilir. Bunun yanında, bazı hayatta kalanlar, cinsel şiddet karşısında haklarının ne olduğunu bilmeyebilirler, bir ihbarda bulunmak üzere önlerindeki yasal seçeneklerden haberdar olmayabilirler. Haberdar olsalar bile, cinsel şiddet davalarındaki düşük hüküm oranları ve cezasızlık karşısında şiddetin artarak devam edebileceği kaygısı, hayatta kalanların şiddetten uzaklaşmalarını ve ihbarda bulunmak için güvenli koşulları edinmelerini engelleyebilir. Nitekim Türkiye’de, basit cinsel saldırı şikayetleri için bile yıldırıcı süreçler, testler, raporlar ve tekrarlanan ifadeler istenerek süreç, hayatta kalana ceza verme gibi yaşatılmakta, failler ise çok yüksek oranda beraat etmekte ya da cezasız kalmaktadır.”

Derneğin görüşlerini dile getirirken altını çizdiği noktalardan biri olan cezasızlık konusu ile ilgili Saadet Öğretmen Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği’nin yayınladığı rapora yeniden göz atalım. Burada, cinsel suçlar içinde beraat oranlarının yıllar içinden arttığı bilgisi yer alıyor.

Buna göre, istismarın TCK uyarınca açılan dosyalardaki beraat oranı 2013 yılında yüzde 18,1’den 2020 yılında yüzde 22,7’ye çıktı. Yüzde 56,5 olan mahkûmiyet oranı da yüzde 53,6’ya geriledi.

‘BÜTÜN MİSTİK ÖĞRETİLERDE USTAYA TESLİMİYET VARDIR’

‘Türkiye’de Spiritüel Arayışlar’ ve ‘Türkiye’de Dindarlık’ başlıklı kitapların yazarlarından olan Önder Küçükural, ‘din odaklı yapılanmalarda istismara ve şiddete giden yolun nerelerden geçtiği’ sorumuza 2018 yılındaki makalesinden bir bölümle cevap veriyor.

Kurtuluş Cengiz ile kaleme aldığı ‘Sabitleyici Bir Tartışma (Argümantasyon) Pratiği Olarak Erkeklik’ başlıklı makalede Küçükural, şu bölümün konuya denk düştüğünü ifade ediyor: “Geleneksel dinsel ortamlardaki hiyerarşik ilişkiler herkesçe bilinir. Ancak şeyh-mürit ilişkisine benzer bir formun, gözlem yapmak için dolaştığımız daha ziyade orta üst gelir grubuna mensup çoğu iyi eğitimli, kariyer sahibi ve orta yaş civarındaki kadınlardan oluşan spiritüel ortamlarda da yaygın oluşu, eril tahakkümün incelikli biçimlerinin işleyişi hakkında epey fikir veriyor. Bir gazetecinin zamanında mağdurlardan biri ile yaptığı söyleşide kadın karşı karşıya kaldığı durumu şöyle anlatıyor: 'O bir üstat ve siz ona inanıyorsunuz, teslim oluyorsunuz.'

Bizim Türk öğretilerimizde de bir guru, bir mürşit, bir usta vardır. Sufizmde de vardır, tasavvufta da... Yunus Emre de hocası istediği için 40 sene odun taşımıştır. Bütün mistik öğretilerde ustaya teslimiyet vardır, onu eleştirmek de spiritüel intihar demektir.”

‘LİTERATÜRDE BU DURUM ‘ZEHİRLİ ERKEKLİK’ OLARAK GEÇİYOR’

Küçükural makalesinde, eril karakterlerin karizmatik bir otorite kurduğunu şu şekilde anlatıyor: “Eril karakter, dili en becerikli şekilde kullanmaya, kıvrak ve hazır cevap olmaya; karşıdakinin ruh halini gözeterek onun neyi önemseyeceğini bilerek kelimeleri, konuları ona göre seçmeye; konuyu en akla yakın tutarlı şekilde anlatırken hem dinleyende güven uyandıran hem de duruma en uygun duyguları canlandırmaya çalışır. Bu kişiler Weber’in bahsettiği tarzda karizmatik otorite kurmaya çalışırlar. Bu nedenle eril karakter, aslında ‘epidietic’ şekilde dinlenmeyi arzular. Karizmatik karakter, farklılıkları olduğu gibi kabul ettiğini, ötekine ilişkin ön yargılarını bir kenara bıraktığını göstererek; doğal akışa engel olmayıp onu serbest bıraktığının sinyallerini vererek; ötekine istiğna ile yaklaşıyormuş gibi yapar. Bu tavır karizmayı daha da perçinler. Bu durumlarda eril karakterin kendini gerçekleştirebilmesini sağlayan şey, sabırla bekleyebilmek ve zorlamadan istenilen sonuca ulaşmaktır. Böyle olunca ötekinin direnci bizzat kendi rızası ile kırılmış olur.”  

Bu tür eril istismarın yaygın örneklerini sadece din odaklı yapılanmalarda değil, akademide de görmenin mümkün olduğunu makalesinde ifade eden Küçükural, ilişkiler arasındaki hiyerarşik durumun eril kişi lehine kurulduğunu söylüyor: “Üniversitelerdeki hoca-öğrenci ilişkilerinde yaşananlarda da benzer durumları görmek mümkün. Kanada’daki Concordia Üniversitesi’nde yaşanan taciz olayları sonrası yapılan tartışmalar ve tacize uğrayan öğrencilerin açıklamaları, avcı/yağmacı (predator) olarak adlandırılan karizmatik öğretim üyelerinin kendilerinden çok küçük yaşta olan kadınları, onların duygularını okşayarak nasıl kendilerine hayran bıraktıklarını; bu etkiler altında kalan öğrencilerin hayranlıklarının zamanla nasıl bir tahakküm ilişkisine dönüşüp öğrenciyi esir aldığını açıkça gösteriyor. Literatürde zehirli erkeklik  (toxic masculinty) olarak adlandırılan bu durumlarda avcının altında ezilme, istismara uğrayan kadınlarda suçluluk, güçsüzlük, çaresizlik ve utanç duygularına da yol açabiliyor. Üstelik öğretim üyesinin not verme dışında, nüfuzunu kullanarak öğrencinin mesleki kariyerini doğrudan etkileyecek diğer ağ ilişkilerine sahip olması da öğrencinin elini kolunu bağlayan yapısal bir mekanizma olarak işlev görüyor.”

‘İKTİDAR EZECEĞİ KİŞİLERİN RIZASINI ALIYOR’

Kedicik belgeselini ve makaleyi birlikte değerlendirdiğinde Küçükural, ‘rıza üretme’ beceresinden bahsediyor. Küçükural, "Burada, iktidarın ezeceği kişilerin rızasını alma becerisine odaklanmak gerekir. Güç ve iktidarın incelikli kurulma biçimleri ve daha sonra tüm zorbalığı ile kendisini sürdürme becerisi sadece suç örtülerinde karşılaştığımız bir şey değil. Şirketlerden devlet kurumlarına kadar bir çok yapı insanları içinde barınmayı neredeyse imkansız kılacak muamelelerle kendisine yapıştırmayı, biat ettirmeyi başarabiliyor. Bundan yıllar önce; zamana karşı, çok rekabetçi bir şekilde iş yapan bir factoring firması çalışanları ile konuşmuştum. İş yoğunluğu sebebi ile tuvalete dahi gidemeden çalışmak zorunda bırakılan ‘iyi para alan’ beyaz yakalı çalışanlar, ‘bu iş dışında ben başka ne yapabilirim ki’ diyorlardı. Boğazlarına kadar borç içinde olan sıradan insanlar da benzer şeyler yaşıyor” diyor.