YAZARLAR

Karanlıkla kavga, gerçeğin kabulüyle başlar

Seçim sonrasında yaşanan hayal kırıklığını önlemek için burjuva-liberallerin ihaleyi şaşılacak bir hızla mültecilere ve Kürtlere kesmek istediği çarpıcı bir şekilde görülmüş oldu. Biz ise yeni masallar türemeden ve hayal kırıklığı şovenizme kanalize olmadan önce aynı hızla kendi saflarımızı tahkim etmeliyiz. Beklediğimiz bir mesih yok. Devrimci sosyalist ufuktan şaşmayarak bizi yıkmaya gelen fırtınalarla yelkenlerimizi şişirmeyi öğrenmeliyiz.

“Modern yaşamın ince buzunda paten yaparsan, / peşinden sürüklersin gözyaşından kirlenmiş, milyonlarca gözün sessiz sitemini, ardında! / Ayaklarının altında, o çatlak bir anda oluştuğunda sakın şaşırma! / Arkandan uğuldayarak gelen korkunla buzu tırmalarken aklını kaçırırsın, / derinliklerinden uyanıp çığlık çığlığa!”

The Thin Ice – Pink Floyd

Dev bir sünger gibi bütün diğer gündemleri içine çeken seçim süreci sona erdi. İlk tur öncesinde tüm saflara sirayet eden iyimserlik havasından eser kalmadı. Şimdi ise iyimserliğin ölçüsüzlüğü nedeniyle artık olması gerekenden de karamsar bir ruh halini gözlemliyoruz. İşin ilginç yanı kimi sosyalistler için de bu durum benzer bir şekilde algılanabiliyor. Tablo karanlık mı karanlık, ona ne şüphe. Ancak tek mücadele yolu olarak ‘ehvenişer seçmeyi’ benimsemeyenler için endişeye de mahal yok.

Havada uçuşan toz duman yavaş yavaş dağılıyorken biz de sosyalistler olarak yaşadığımız anı tercüme etmeye çalışalım.  Seçim sonucundan ve seçim stratejilerinden bağımsız olarak sosyalistlerin gerçeği ile burjuva-liberal siyasetçilerin gerçeği arasındaki farkı belirginleştirmek gerekiyor. Gelin bütün magazinel tartışmalardan sıyrılalım ve bugün farklı bir ihtimalin düşüncesine bile yabancılaştığımız ‘gerçeğimizi’ ve geleceği konuşalım.

İYİMSERLİK BALONU: BOZUK TERAZİNİN BOZUK HESABI

Aslında seçimlerden önce ciğerleri zehirleyen iyimserlik illüzyonu hakkında bazı sözler etmiştik[1]. Bir tek biz konuşmadık elbette. Farklı sosyalist geleneklerden pek çok yazar, seçim tutumlarından bağımsız olarak benzeri ihtimallerin olasılığından bahsetti. Ama son haftalarda sarhoşluğa varan iyimserlik havasını dağıtmaya yetmedi. Hikâye boyumuzu öylesine aşıyordu ki, “şu vekil bu vekil yerine her iki senaryoda da ne yapacağımızı düşünelim” diyenler bile, kimi koyun postu giyen kurtlarca ‘meczup’ ilan edildi.

Onun yerine burjuva-liberal hokkabazları yatağımızın başına oturttuk ve bize masal anlatmalarını tercih ettik: “İlk turda bitiyor bu iş” dendikçe büyülendik, “gidiyorlar çünkü bakanlarını aday yaptılar oradan dokunulmazlık alacaklar” falları okundukça inandık. Şaşılacak bir şey yok, ağızımıza kadar çamura batmışken kim ‘olası bir nefes’ yerine ‘kötü senaryoları’ dinlemek ister ki? Fakat uyandığımızda hâlâ başımızda duran hokkabazlar, masal kitabındaki son sözünü okuyordu: “Mülteciler ve Kürtler yüzünden.”

Velhasıl seçimlerde olan oldu… Aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önümüze koymayalım, seçim odaklı iyimserliğin sosyalistler için risklerini yeterince konuştuk. Yeri gelirse tekrar konuşabiliriz ancak şu anın ihtiyacı kaybolan gerçeğe ulaşmak olduğu için enerjimizi de bugünün gündemine saklayalım.

***

Bu doğrultuda dokunmamız gereken ilk mesele kendi bulunduğumuz ideolojik ve politik konumun sınırlarını hatırlamak ya da vurgulamak. Çünkü halihazırda ‘ana-akım’ muhalif mecralarda öne çıkan analizlerde kabaca üç yazar tipi havada uçuşuyor: “Ben demiştim zaten…” diyerek ‘aslında’ kendisinin durumu ön gördüğünü söyleyen, politik durumdan çok bireysel egosuyla ilgili yazılar kaleme alanlar, yaptığı yanlış tespitlerin aslında ‘yanlış’ olmadığını konu etrafından dolaşarak açıklamaya kalkanlar, çamura yatanlar ve “Erdoğan kazandı ama aslında kaybetti çünkü bilmem hangi ildeki oy oranı düştü” gibi sözlerle teselli arayışına girenler.

Sosyalistler olarak bazen seçim hakkında yazılanları okurken bir hata yapıyoruz: Burjuvazinin bozuk terazisinden sağlıklı çıkarımlar bekliyoruz. Gündelik siyasetin dibinde biriken tortuları bir kere süzelim. Bizim derdimiz ne tahmin tutturmak ne de hayatı burjuva-liberal bir lensle izleyenlerin gözlemlerini doğru saymak. Kendi durduğumuz safın bilincinde olarak sözümüzü söylememiz gerekiyor. Böylece burjuvazi tarafından yaratılan illüzyonlara karşı da bağışıklık kazanabiliriz. Başka bir deyişle çarşıya alışverişe çıktığımızda kendi terazimizi yanımıza almalıyız.  

YÜZÜ DEVRİMCİ UFKA DÖNMEK

Tek ve her zaman geçerli bir seçim taktiğini buyurmak ne mümkün ne de haddimize. Herkes seçim sürecinde aldığı kararların faturasını kendisine çıkartabilir. Biz, bazen istemeden burjuva-liberal söylem içinde kaybolan devrimci ufku yeniden bulmalı ve tartışma eksenini en verimli hale getirmeliyiz. Çünkü uzun bir süredir asli olanla tali olanı karıştırdığımız bir anın içerisindeyiz.

Peki asli olan devrimci ufukla, tali olan siyasi taktikler nasıl ve neden birbiriyle yer değiştirebiliyor? Mantıklı bir açıklaması yok değil: Hepimiz en çaresiz hissettiğimiz anlarda umudumuzu korumak için bazı dallara tutunuruz. Bu refleksin yanlış hiçbir yanı yok. Hatta bakmayın ‘dala tutunma’ metaforuna yüklenen negatif anlama, çoğu kişi ‘düşüşe’ odaklanır ama ‘dalın desteği’ fazla önemsenmez. Direncimizi diri tutmak için inanılmaz sağlıklı bile sayılabilir. Önemli olan tutunduğumuz dalı iyi seçebilmek.

Kaderimizi sadece çürük bir dala emanet ettiğimiz takdirde, yaşayacağımız hayal kırıklığı nedeniyle canımız serbest düşüşten bile daha fazla yanacaktır: Her toplumsal huzursuzluğu, kırıntısına kadar seçim sandığının altına süpürürsek ne olur? Üstelik taraftarlardan biri, elinde devletin tüm aygıtlarının dizginini tutuyorsa eğer, oynanılan kumar tehlikeli bir büyüklükte değil midir? Sözün özü: Bugün eğer burjuva-liberal düzeni ve onun siyasal sistemi olan parlamentarizmi tek doğal ve kabul edilebilir çözümler olarak görürsek başımıza neler gelir?

Yanıt basit: devrimci ufkumuzun gücünü aldığı alana sırtımızı döneriz. Burjuva-liberal masallar, biz fark etmeden tek gerçeğe dönüşür. Her şeyin kötüye gittiğini görenler, seçim de olmadıysa artık yapacak bir şey de kalmadığı yanılgısına kapılır. İşte bu yüzden düzen adaylarından birini diğerini yeğ tutmayı tercih etmiş olsak dahi -ki gerekli görüldüğü takdirde bu da yapılabilir- ölçüsünü, biçimini ve anlamını iyi ayarlamak gerekiyor. Taktik destek var, düzen adayına ikna olmak var. Bunların arasındaki fark çok büyük. Hayalimizdeki kaftanı giydirmeye çalışmadan da taktiksel bir destek verilebilir, toplumsal mücadele hattının aktığı asli akımın nereden geçtiği işaret edilerek.

Aksi takdirde ‘kötü senaryonun’ gerçekleşmesi halinde sosyalistler için gardın düşüşü an meselesi olacaktır. Burjuva-liberal siyasi güçleri için elbette seçime endeksli ‘hayal kırıklığı’ ve karamsarlık kaçınılmazdır, dolayısıyla onların düştüğü hali ‘tutarlı’ bulabiliriz. Fakat sosyalistlerin böyle bir şansı yok, çünkü toplumsal mücadelenin seyrinde tek ve başat bir durak olarak sandık durmuyor.

HAYALCİLİK-GERÇEKÇİLİK HİKAYESİ

Devrimci ufku, sandığı dışlamadan ama daha geniş bir düzlemde inşa etmek ve bu pusulayla hareket etmek kimilerine ‘hayalci’ gelecektir. İlginçtir, çünkü bunu söyleyenler sadece tek bir yöntemi benimsemekteler. Kaybedilmesi halinde toplumsal muhalefetin nasıl bir örgütlülük hattı izlemesi gerektiğine dair zerre fikri olmayanların yöntemi nasıl ‘gerçekçi’ oluyor, anlamak güç. Oysa kendi varlığını feda etme pahasına kumar oynamaktansa her ihtimali de değerlendirip emekçilerin, kadınların ve ezilen halkların kavgasını da bu yönde tartmak hayalcilik midir?

Yaşadığımız tartışmalar bize Mark Fisher’ın ‘Kapitalist Gerçekçilik’ eserini hatırlatıyor. “Gerçekçi olmak bir zamanlar yaşanan somut ve sabit gerçekliği kabullenmek anlamına gelmemekteydi” diye yazan Fisher, zamanında ‘olasılıksız’ görünen pek çok şeyin bugün ‘doğal’ karşılanabildiğini söylüyor ve kapitalizm tarafından çizilen sınırların dışında bir gerçeğin varlığını düşlemenin dahi imkânsız hale gelişinden bahsediyor.

Bizim için neyin imkanlı neyin imkânsız olduğuna karar verecek olan kimdir? Bizim mücadele eksenimizin çapını çizecek olan kimdir? Bugün burjuva-liberal siyasetin bize dayattığı gerçeklikle, kendi gerçekliğimizi iyi belirlemeliyiz.

ŞERDEKİ HAYIRLAR

Artık bir daha hiçbir soluklanma olmayacak mı, ‘yeninin şokları’ gelmeyecek mi? Bu tür kaygılar iki kutuplu salınımla sonuçlanma eğiliminde: Yeni bir şeyin gelecek olduğuna dair ‘zayıf mesihsel’ umut, yeni hiçbir şeyin asla olmayacağı şeklindeki somurtuk kanıya bırakıyor yerini][2].

Çağın ve memleketin acı olan gerçeklerini kabul etmek karamsarlık değildir. Dolayısıyla gerçeğin kabulü, geleceğin de umutsuz olacağı anlamına gelmez. Aksine ‘büyük umutlara’ sahip olanların devrimci ufkunu, ayağı yere basıyor olsa dahi ‘tehlikeli bir yanılsama’ olarak görmek gerçek karamsarlık değil midir? Yani bir seçimde düzen ittifakının daha az kötü bir adayının, elinde tüm imkanları bulunduran diğer daha kötü adayına karşı sandık zaferi kazanması nasıl tek umut olabilir? Bu ‘umut’ gerçekçi olmadığı gibi vasat değil midir?

Önümüzdeki süreçte, tüm siyasetin sandığa endekslendiği burjuva-liberal pus dağılacak gibi görünüyor. Çünkü ‘karanlık’ bizim dilediğimiz şekillere girmedi, girmeyecek. ‘Karanlık’ bizim arzuladığımız kurallara göre oynamadı, oynamayacak. Öyleyse temennilerimizi gerçeğin suyunda yıkamanın tam zamanı. Devrimci ufuk, ancak burjuva-liberal masallar inandırıcılığını yitirdiğinde berraklaşır.

Bu durum, devrimci ufkun sathını yayarak bir toplumsal muhalefet örme niyetindeki sosyalistler için hiç de fena bir sonuç değil. Fakat ‘masalların yokluğundan doğacak olan membanın suyu mutlaka devrimci saflara akacak’ diye bir kural olmayacak. Nitekim seçim sonrasında yaşanan hayal kırıklığını önlemek için burjuva-liberallerin ihaleyi şaşılacak bir hızla mültecilere ve Kürtlere kesmek istediği çarpıcı bir şekilde görülmüş oldu. Onların tutunacağı dal işte bu. Biz ise yeni masallar türemeden ve hayal kırıklığı şovenizme kanalize olmadan önce aynı hızla kendi saflarımızı tahkim etmeliyiz. Beklediğimiz bir mesih yok. Devrimci sosyalist ufuktan şaşmayarak bizi yıkmaya gelen fırtınalarla yelkenlerimizi şişirmeyi öğrenmeliyiz.

Bizim ‘yenildik ama aslında şunu devirdik, bunu yıktık’ gibi amortilere ihtiyacımız yok. Böylesi tesellilerin haklılık payı olsa bile yok. Eğer masallara kulağımızı tıkarsak, gücünü toplumsal hareketin ve hayatın gerçek ritminden alan kendi devrimci ufkumuz bize yeter de artar.

Pink Floyd ile başladık, Gazapizm ile bitirmek gerekirse: “Şartlar sana hayatı tonlar / Seni bunlara zorlar / Bir kaçış yolun olmaz / Sağı solu kes / Sonra paranoyaların hortlar / Tüm oyunları oynar / Geri çekilirim sanma / Endişeye mahal yok endişeye.”

NOTLAR:

[1] F. Braudel’in “Tarih, çevremizi saran ve bizi uğraştıran bugünün sorunları -hatta kaygı ve sıkıntıları- adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir” sözünden yola çıkarak sosyalistlerin geçmiş seçim deneyimlerini ve anti-faşist mücadele hatlarını farklı açılarla konuşmaya çalıştık: Marksist Sosyoloji profesörü Marcello Musto ile yaptığımız söyleşide ‘ehvenişer’ politikalarının Avrupa solunu nasıl erittiğini konuştuk. Şili’de askeri darbeyle iktidara gelen Augusto Pinochet’i devirenin bir referandum değil; o referandumu dayatan toplumsal hareketler olduğunu anlattık. Bulgar Devrimci Georgi Dimitrov’un türlü olanaksızlığa rağmen Nazileri ve faşizmi kendi mahkemelerinde nasıl yargılayabildiğini bir kez daha okuduk.

[2] Mark Fisher – Kapitalist Gerçekçilik (Habitus Yayınları)


Kavel Alpaslan Kimdir?

1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.